Biz Saray Rejimi diyoruz. Bu onun, devletin sınıf karakterini unutmak demek değil. Saray Rejimi, tekellerin devletidir. Tekelci kapitalizm, “burjuva demokrasisi” denilen ve kapitalizmin tekel öncesi dönemine özgü olan diktatörlüğün değişmesi de demektir. Tekeller çağında, ister devletin günlük işleri ister ise uzun vadeli işleri söz konusu olsun, ister olağan dönemlerde isterse olağanüstü dönemlerde olsun, burjuva devlet, genel anlamda burjuva sınıf için de bir “demokrasi” değildir, ama elbette sistemin egemenleri için, tekeller için bir demokrasidir. Faşizm, tekellerin, bu devletin örgütlenmesine, Ekim Devrimi’nin kapitalist zinciri kırdığı ama zaferi dünyaya yayamadığı bir dönemde geliştirdiği bir yanıt idi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında “yenilen” faşizm, “hür dünya”nın kadife kaplı demir kanatlarının altına alınarak korundu ve “hür dünya”, daha oturmuş bir devlet biçimini ortaya çıkardı: Tekelci polis devleti. Faşizmin dişlilerini içeren bir makinadır bu ve dahası, modern toplumun, tekeller çağının tüm medya aygıtlarını, doğasına uygun tarzda sisteme eklemiştir. Basını, gözetleme aygıtlarını da devreye sokarak. Yani, Hitler, Goebbels, SS’ler vb. gibi simgeler, yeni sistemde “kurumsal”laşmıştır. Bunu en iyi, ABD’deki devlette görebiliriz. “Amerikan Rüyası” vurgusu ile ekonomik avantajlarla örtülen bu baskı makinası, büyük ölçüde Alman faşizminin tüm dişlilerini içselleştirmiştir. Tekelci polis devleti, tekeller çağının devletidir. Kontrol ve gözetleme mekanizmaları ve baskı ve şiddetten daha çok bunun iç savaş için örgütlenmesi tam da ifade etmek istediğimiz şeydir. Yoksa, genel anlamı ile “baskı” nedeni ile buna polis kelimesini eklemiyoruz. Kontrol mekanizmaları, gözetleme mekanizmaları, iç savaş örgütlenmesi daha önemlidir. Gözetleme mekanizmalarını, tekelci çağda reklamcılığı, meta fetişizminin yeni biçimlerini, modern iletişim sistemini, eğlence sektörünü, yani tüm medyayı içerir.
Tekeller çağının bu devleti, “sadece polis devleti” olarak adlandırılamaz. Çok “hukukî” bir vurgulama olur ki, biz asla bundan söz etmiyoruz. Hukukun her dönem kâğıt üzerinde var olduğu, gerçekte olmadığı, olağanüstü dönemlerde hep ortaya çıkar. Ama tekeller çağında, ister olağan dönemlerde olsun, isterse bizdeki gibi Saray Rejimi koşullarını oluşturan olağanüstü dönemlerde olsun hukuk hep halkın uyması gerekendir, egemenlerin her zaman çiğnedikleri bir paspastır. Fark şurada ki, olağanüstü dönemlerde, sınıf savaşımının durumuna, ulusal ve uluslararası gelişmelere bağlı olarak hukuk kuralları, açıktan, aleni olarak ayaklar altına alınır. Devlet, çıplak bir baskı makinası olarak ortaya çıkar, üzerindeki tüm örtüleri, şalları kaldırmak zorunda kalır.
İşte bizim Saray Rejimi dediğimiz şey tam da bunun bizim topraklarımızda, Türkiye özelinde ortaya çıkmış hâlidir.
Saray Rejimi, Erdoğan’ın kişiliği ile iç içe ele alınıyor. Hatalıdır ama anlaşılmaz değildir. Anlaşılırdır çünkü tüm egemen güçler, Erdoğan ile iş görmek istiyorlar. Daha farklı hamleler onlara çok riskli görünüyor. İlkin tekeller, özellikle de uluslararası tekeller, belkemiği, ilkeleri vb. olan kişileri sevmezler.
Tekelci kapitalizm, tıpkı tekel öncesi gibi meta toplumudur. Ama tekelci çağ, daha çok belkemiksiz ve daha çok idiot tiplemeleri sevmektedir. Daha kısa bir cümle ile, tekeller, iktidarda, daha çok idiot (aptallaşmış) ve daha çok belkemiksiz liderleri severler. Onların kendilerini temsil etmesi daha kolaydır, bu ilk nedeni ise, daha önemli diğer bir nedeni, medya aracılığı ile tüm topluma “model” de sunmuş olmalarıdır. Bunu daha çok önemserler. Tanınmış, medyatik tüm tipler, daha az belkemiği olan, daha çok “aklı olmadığı için mutlu” türlerden seçilmektedir. Tabii, bu “aklı olmadığı için ve olmadığı ölçüde mutlu” olan ve belkemiği alınmış tiplerin de hâlleri çekilir değildir. Ama ne yapacaksın, bu kadar da zahmete katlanmak zorundalar.
İşte bu nedenle, emperyalist efendilerinin karşısında mürit olan Erdoğan’dan, efendileri kolaylıkla vazgeçemiyor. Mesela ABD, mesela bu nedenlerle medyatik hâle gelmiş bir yarı-peygamber Erdoğan’ı, ülkenin içteki egemenleri hep birlikte “kullanmak” için anlaşıyorlar.
Bu nedenle Saray Rejimi denilince Erdoğan’ın akla gelmesi anlaşılırdır.
Ama hatalıdır.
Çünkü gerçekte devlet makinası Erdoğan demek değildir. Erdoğan gitsin, ama Saray Rejimi kalsın, Erdoğan gitsin de ne olursa olsun, Erdoğan gitsin ama devlet olduğu gibi kalsın düşüncesi, aslında devletin ve tekellerin çok sevdiği, çok pompaladığı bir düşüncedir de. Erdoğan ile devlet o kadar karışım hâline gelmiştir ki, şimdi Erdoğan giderse yanında devletin de gitmesi korkusu ile yatıp kalkmaktadırlar.
Yani, bu kayyum atamaları, yani bu Soylu korku, yani Saray’ın duvarlarına işlemiş bu korku öyle boşuna değildir. Bahçeli’nin kalemini tutup da ona yazdırılan tuhaf cümlelerin yazarlarını Erdoğan’ın kuyruğuna takan da bu korkudur. Gezi sendromu, sadece Erdoğan’a ait bir sendrom değildir ve tüm devleti sarmış durumdadır. Bahçeli’nin kalemini yazdıranlar, işte bu korku nedeni ile, geceleri küfürler dizdikleri Erdoğan’a, gündüzleri övgüler dizmektedirler.
Erdoğan, tüm bu süreci götürmek zorundadır. Bu mecburiyet, efendilerinden aldığı emirlerin gereği olduğu kadar, kendi geleceği için de önemlidir: Şu üç günlük dünyada servetini savunmak bu kadar mı zor olur? İşte bu da onun için acı bir realitedir. Müridi olduğu efendilerine hizmet edebilmek için, peygamber olarak sunulduğu sahnede rolünü oynamak zorundadır. Trajedisi de budur, peygamber ve mürid karışımının tadı yoktur. Seni peygamber sananlar bir süre sonra seni “uçurmaktan” vazgeçer, seni mürid hâline getirenler ise eninde sonunda senin gözünün yaşına bakmaz.
Kayyum politikası, Saray Rejimi’nin ömrünü uzatmaya mecbur olmasından gelmektedir. Erdoğan, sonsuz ve doğru hizmet edebilmek için, içeride elinin rahat olmasını talep ediyor olmalıdır. Yani, liberal “aydınlarımız”ın, umutlarını bağladıkları AB ve ABD, bizzat bu kayyum politikalarına onay vermektedir. Başkası düşünülemez.
Belediyelere kayyum, Kürt devrimine karşı savaş ve Kürt halkının iradesini kırmak için bir yol olarak bulunmuştu. Kayyum için Soylu, “bir beş yıl daha” böyle yönetirsek, halk bize destek verecek demekteydi. Bunun anlamı açıktır: İnsanı esir alırsın, döve döve, eziyet ve işkence ile, iradesini kırarak, köleleştirirsin. Soylu, bunu tüm Kürt halkı için istiyor.
Ama Saray Rejimi, kayyumu sevmiştir.
Kayyumlaştırma, hızla yayılmaktadır.
Demirtaş’ı içeride tut, uzlaşmacı Kürtlerden bir Barzani partisi oluştur, başına bir kayyum ata. İşte sihirli formülleri budur. Bunu yapmaya çalışıyorlar. Bir halkın iradesini kırmak için, olağanüstü bir projeyi, elbette ABD desteği ile devreye sokuyorlar. TC devletinin Kürt hareketine karşı 2015’ten sonra şekil değiştiren yeni saldırısı, aslında Kürt hareketini ABD kollarında uslulaştırmak için organize edilmektedir. Bu nedenle Saray, istediği gibi kayyum atama hakkına sahiptir. Ve bu politika, Trump ya da Biden ile değişmez. Başka şeylerle değişir.
Şimdi bu kayyum atama politikası daha da yaygınlaşmaktadır. Öyledir, bir “ilaç” buldular mı, bunu her yerde her durumda kullanmak isteyeceklerdir. İster buna köylülük deyin, ister çaresizlik. Zira, başka güçleri de yoktur.
İki ilginç gelişme yaşandı, 2020 ile 2021’in bir kesiklilik göstermeyeceğini anlatıyor. İlki derneklere kayyum atanması yetkisinin Soylu’ya verilmesi, ikincisi Boğaziçi’ne rektör atanmasının öğrenciler ve direnişçilerce “kayyum” olarak adlandırılması. Bu iki gelişme, 2021’in, 2020’nin devamı olacağını göstermektedir. Onlar saldıracak, biz direneceğiz. Onlar korkakça, hile ile, aldatma ve karartma ile yol almaya çalışacak ve kitleler buna karşı direnecek. 2021’de, 2020’de bitiremediğimiz işi, yapmaya devam edeceğiz.
Devlet, kitle imha silahlarının yayılmasını önlemek için çıkartılmış bir uluslararası yasayı, ülkemize uyarlarken, iki şey yaptı. Birincisi, herkes biliyor, derneklere kayyum atanmasını yasaya ekledi. Yani, buna göre, bazı dernekler kitle imha silahlarını alıp satabilmektedir. İkincisi ve daha az bilineni ise maddenin uluslararası versiyonunun 12. maddesinde yer alan, “siyasetçi ve bürokratların ve yakınlarının hesaplarının kontrolü ve dondurulması” bölümünü çıkarttılar. Yani, dünya, bu kitle imha silahlarının aslında devlet yöneticileri ve siyasetçilere ödenen paralarla yayıldığını iddia ederken, bizim ülkemizi yönetenler burada bir sorun görmüyor, sorunun derneklerden kaynakladığını düşünüyorlar. Örneğin bir Kürt derneği, örneğin bir Alevi derneği, örneğin bir sanat derneği vb. bu işleri yapar diye düşünmektedirler.
Aslında Saray, böyle bir yasa olmasa da, herhangi bir derneğin hesabına el koyar, onu terörist ilan edebilir ve oraya kayyum atayabilir. Bunun için bir yasaya da ihtiyaçları yok. Bu nedenle, esas “cambazlıkları” siyasetçi ve bürokratlar ve onların yakınlarının mali hesapları ile ilgili bölümü çıkartmalarıdır. Ve esas olarak bunun üzerinde durmak gerekir.
İkinci olay, Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum atanmasıdır. Rektör Melih Bulu. Sultan buyurmuştur. Bulu, ne de kolay bulunmuş. Bulu’yu bulanlar, işten hiç anlamayanlardır. Başkası saçma geliyor. Bulu, peygamber ve müritlik karışımını kişilik hâline getirmiş Erdoğan’ın imzası ile atanmıştır. Ve Batı yakası, Kürt illerine kayyum atanırken gösteremediği tepkiyi, bir anda gösterdi ve son derece doğru bir analiz de yaptılar: Bu bir kayyum atamasıdır. Yerindedir.
Erdoğan, oya ihtiyaç duyuyor. Kendi çevresini saranlar, “hâlâ Boğaziçi bizim değil” diyorlar. Aceleleri var. Bula bula Bulu’yu buluyorlar. Kendisi “eyyy Amerika” diye uzun hava çekerken ne kadar kolpacı ise, Bulu da bir o kadar. Öğrencilerle konuşma cesaretini göstermesi istenen Bulu, evde üç çocuk bekliyor diye başlayarak “Küçük Emrah” tutumlarına sığınıyor.
Oysa her insan için basittir, istenmiyorsun ve istifa edersin. Ama dedik ya, tekeller çağı çok belkemiksiz ve çok idiot üretiyor. Sistemin kendisi aptallaştırıyor. Ve sonuç budur. Erdoğan dar çevresinin isteğini yerine getirip Boğaziçi de bizim diye kenetlenmelerini istiyor, ama arkadaki beşli müteahhit çetesi, Katar’a satılacak bir arazi diye bakıyorlar. Acaba bulunmuş Bulu’nun görevi Boğaziçi’ni Katar’a satmak mıdır?
Uyanık rektör-kayyum, makalelerini çalıp çırparak yazıyor. Kes yapıştır en iyi uygulamasıdır. Muhtemelen evdeki üç çocuğunu da öyle, kes yapıştır tarzı ile seviyordur, emeksiz, sevgisiz. Ve Boğaziçi’ni ileri taşımaktan söz ediyor. Öyle ya, Sağlık Bakanı “bugün Covid-19 hastası sıfır” diyebilir, TÜİK, enflasyon sıfır diyebilir, Cumhurbaşkanı diplomasız olabilir, Hamza sahte diploma yapabilir. Kim doğru söylüyor ki? Bulu da, yarın çıkar ve “Boğaziçi en çok makale yazılan üniversitedir” diyebilir. Bunun için koskoca Saray basını, her gün bir Boğaziçili imiş gibi olan birilerinin makalelerini yayınlar.
Erdoğan için önemli olan, bu yolla Boğaziçi’ne kayyum atayarak, kendi tarikat çevresine “bakın buraya da girebiliyorsunuz” diyebilme olanağıdır. Bir de Katar’a mı bilmiyoruz kime ise, satılacak bir manzaralı arazi bulmuş olmasıdır.
Öğrenciler, adını doğru koydular. Direniş zekâsı budur. Toplumsal mücadele, alıklaşmayı, belkemiksizleşmeyi önleyen ilaçtır. Direniş, akıl açıcıdır.
Ve Saray Rejimi’nin korkuları tazelenmiştir. Bahçeli, Soylu, Erdoğan, hep birlikte Gezi Direnişi’nden söz ediyor. Muhtemelen tüm devlet kurumları Gezi Direnişi’ne karşı önlemler almaya başlıyor. İç savaş için düzen almaya çalışıyorlar.
Bir karar ile hemen ordunun malı olan araç ve silahların, toplumsal olaylarda polise devredilmesi, MİT’e devredilmesi sağlanıyor. TOMA’sı, mermisi, copu, akrebi, gazı, kelepçesi vb. yetmiyor, muhtemelen tank ve top istiyorlar. Evleri basma görüntüleri ile gençleri korkutacaklarını sanıyorlar. Tankları, topları saraylarını korumak için önlem olarak isteyenler, korku salmak için ev baskınlarını filme alıyorlar. Eklenmiş gazetecilerle, baskınlara çıkıyorlar.
Oysa öğrencilerin istekleri yine son derece basittir. Hatta sisteme karşı ileri bir istem de değildir: Rektörün üniversite bileşenlerince seçilmesi. Bu, kapitalizmin sınırlarına bile dokunmayan bir istemdir.
Her üniversiteye rektörü, Erdoğan atıyor. Her atamada, muktedir olduğunu hissediyor. Güç bende diye düşünüyor olmalı. Çünkü efendilerinin karşısında ise hiçbir gücü olmadığını hissediyor, çıplak geldik çıplak gideceğiz gerçeğini hatırlayıp vahlanıyor, kederlere düşüyor.
Öğrenci hareketi, hiçbir üniversiteye rektörün seçim olmadan, atama ile gelmesini kabul etmemelidir. Tüm üniversitelerde, rektörler, “polis-rektör” olarak atanmaktadır. Onların korkusu dağlar kadar büyüktür ve ellerinden gelse bir tek üniversiteyi bile açık bırakmayacaklardır. Bu nedenle, eğitimle, üniversite yaşamı ile, öğrenci sorunları ile, eğitimin kalitesi ile, bilimsel eğitim ile vb. zerre kadar ilgileri yoktur.
Üniversitelerdeki tüm rektörler birer kayyum-rektördür ve görevleri, üniversiteyi kontrol etmek, düşman olarak gördükleri öğrencileri baskı altına almaktır.
Bu nedenle, Boğaziçi’nde başlayan direniş son derece değerlidir. Rektörlük ve tüm üniversite yönetimleri seçimle görev almalıdır. Bu seçim, tüm üniversite bileşenlerinin kararları ile olur. Üniversitelerden, polis, hiçbir koşulla bakmaksızın uzaklaştırılmalıdır. Üniversiteye polisin girmesi önlenmelidir.
Her yere ve her şeye kayyum atayan bir sistem. Evet, yakışır, tam da Saray Rejimi’ne, TC devletine uygundur.
Bize de direniş, bize de boyun eğmeme düşmektedir. 2021 bu yolda, daha ileri adımlar atabileceğimiz bir yıl olmalıdır.
Zafere kadar direniş!
Ya sosyalizm ya ölüm!*
*=Fikret Başkaya’nın, Kaldıraç’ın Ocak 2021 tarihli 234. sayısında, “ya sosyalizm ya ölüm” yerine önerdiği “ya komünizm ya ölüm” yerindedir.