Bugün her Migros mağazasının önüne içine helal kağıda, helal mürekkeple yazılmış notların konulduğu teneke kutular gömülüyor. Bimeks, Baldur, PTT ve daha pek çok işçi, toprağını savunan köylü de aynı şeyi yapıyor. Peki ne yazıyor o notlarda ve bize ne anlatıyor?
Bir adam karanlıkta aceleyle toprağı eşeliyordu. Ertesi günü şehrin ileri gelenleri orada, kral adına inşa edilen kilisenin temelini atacaklardı. Tarih, töreni anlı şanlı cümlelerle kaydedecek, fakat bu gece burada yaşananları yazmayacaktı. Gölgelere gizlenmiş adam, açtığı çukura teneke bir kutu gömdü. Kutuda, isimsiz işçi gazetelerinden kesilmiş haber tomarı ve kendi el yazısıyla kaleme alınmış bir de not vardı. Şöyle yazıyordu: “Bu notu bulanlara selam olsun! Buranın birkaç adım ötesinde domuzların dahi yaşamayacağı barakalarda yaşıyor insanlar. Helal bir kağıdın üzerine, helal bir mürekkeple yazılmış bu satırlar, bugün nasıl da tekellerin insafına kaldığımızı size göstermek içindir.” (*)
O gece, o kutuya, belki de kimsenin bulamayacağı o notu koyan işçi kimdi ve bunu niye yapmıştı?
***
Migros’un bağlı bulunduğu Anadolu Grubu’nun patronları Kamil Yazıcı ve Tuncay Özilhan. İki ailenin serveti 2.5’ar milyar dolara ulaşıyor. Otomotiv, enerji, bira, perakende, sağlık, turizm, gayrimenkul ve kırtasiyeye yayılmış kocaman bir grup. 19 ülke ve 80’e yakın şirketi kapsıyor.
1977’den beri nice hükümeti, 7 Cumhurbaşkanını, bir buçuk darbeyi, sayısız siyasi cinayeti, aydınların topluca yakılmasını, işçi eylemlerini gördü Özilhan. 2001’de TÜSİAD Başkanı seçildi ve halen Yüksek İstişare Kurulu Başkanlığı’nı yürütüyor. Şirketleri sürekli büyüyor. Migros’u 2014’te satın aldı. Henüz bir ay önce demokratik standartlardan, insan hak ve özgürlüklerinden bahsediyordu. 1990’lardan beri sayısız kez benzer şeyler söyledi. TÜSİAD’ın “liberal demokrat” kanadının sözcülerinden zaten. Ünlü demokratikleşme raporlarının da mimarlarından.
Muhteşem bir kariyer. Oturmasını kalkmasını bilen; iyi giyinen, hitabeti güçlü, sanata düşkün, çağdaş biri. 12 spor arabayı kurbanlık pazarlığıyla satın alan veya ihale kazanınca milletin şeceresine saydıran “kılıksız” inşaatçıların adıyla yan yana bile anılamaz.
TÜSİAD’a iktisatçıları, siyaset bilimcilerini, hukukçuları davet edip dinliyor. Parlak raporlar hazırlatıyor. Harikulade bir biyografisi yazılacağı kesin. Tıpkı Vehbi Koç ve Sakıp Sabancı’da olduğu gibi katlandığı zorlukları, ülkesinin refaha kavuşması adına geçirdiği uykusuz geceleri filan okuyacağız muhtemelen. Eğitime önem verdiği, vakıf kurduğu, iyi evlatlar yetiştirdiği söylenecek ardından.
Milyarlarca dolarlık sermaye böylece bir insana, hepimize benzeyen bir surete dönüştürülüp, tarihe kaydedilecek.
***
Migros’un taşerona işlettiği depolarda çalışan ve salgında, karda kışta ücretsiz izne çıkarılan 70 işçi nasıl kaydedilecek peki? 40’ı örgütlenip, direnişe başladı. Sosyal medyada rastlamışsınızdır mutlaka. Videolar çekiyorlar, ne yapmaya çalıştıklarını anlatıyorlar. Birini dinleyelim:
İşe başladığı gün çatının çöktüğünü söylüyor Fatma Yiğit. Bozuk transpaletlerle, su içinde gece yarısına kadar çalışmışlar. Onlarca kişinin tıkış tıkış giyindiği soyunma odalarından, sadece iki tane ve her zaman pis duran tuvaletlerden bahsediyor. Yemeğin soğuk olmasını geçmiş, yetmediğini anlatıyor. Eşi trafik kazası geçirince mecburen mesailere kalmış. Ancak bir ayda 162 saat fazla mesaiye bedeni dayanamamış artık. İkisi üniversitede, biri lisede okuyan çocuklarıyla vakit geçirebilmek için bir kere “Pazar izni” istediğinde, “Tartışmayalım bile, işe geleceksin” cevabını almış.
En çok onurunu kıran şey ise amirlerin dalga geçmeleri, kaba davranmaları. “Ben 45 yaşındayım. Benim yaşımla dalga geçiyorlardı” diyor. Buz gibi zemin, su içindeki ayaklar, düşük ücret yetmiyor, kadınlığını da en hassas gördükleri yerden vurmaya girişiyorlar. İktidarın teşvik ettiği kadına yönelik şiddet politikasıyla nasıl da uyumlu bir emek rejimi.
Kübra Şahin, Şeyma Nur, Gülhan Albayrak’ın anlattıkları da benzer… Umut-Sen’in sosyal medya hesaplarında yayınlanan videolarda yer alıyor. Mutlaka izleyin. Özellikle kadın işçilere dikkat kesilin.
Zira, “Gözünün üzerinde kaşın var der, primini keserim” sözlerinde, ülkede hüküm süren keyfiliği görürsünüz. “Kadın olduğum için mutluyum. Böyle çalıştırıldığım için kızgınım” demelerinde; kadın eylemlerinin, işçi kadınlara da onur kazandırdığını öğrenirsiniz. “5 bin lira kredi borcum var, 1420 lira alıyorum” şikayetinde, 18 yılın berrak bir ekonomi tablosunu bulursunuz. “Bu göz yaşlarının hesabı elbet sorulur” haykırışında, muhalif siyasetin sloganını duyarsınız.
Onlara merhamet edelim, üzülelim diye söylemiyorlar bunları. Belki haklarını hiç alamayacaklar ya da iki üç ay yetecek para geçecek ellerine. Arkasına polisi, askeri, hükümeti ve hukukun gücünü alabilen; ağzını açma zahmetine girmeden onu canla başla savunacakları kapısına dizebilen kudretli patron, bir avuç işçiye mi diz çökecek! Bugünlere nice direnişleri kırıp gelmiştir o.
Oysa işçiler başka şeyler anlatıyor. “Bizi karda kışta kapı önüne koyan, onurumuzu çiğneyen patronun ayartıcı sözlerine kanmayın” diyorlar. “Ağız dolusu insan hakkından bahsedenler, çalışanına bunları reva görüyorsa, size neler yapmaz” diyorlar. “Başımıza polisi diken hükümetle atışmalarına bakmayın. Onlar uzlaşır, olan yine size olur” diyorlar. Bize, bizim halimizi, başımız gelen ve gelecek olanları söylüyorlar aslında. Seslerinin yayılmasını istemelerinin sebebi bu.
***
O gece teneke kutunun içine notu koyan kişi Liverpool limanında çalışan Jim Larkin’di. 9 yıl sonra Dublin’de Protestan-Katolik ayrımını silen grevi örgütleyecek; sendikaya para bulmak için gittiği ABD’de “anarşist” diye tutuklanacak; ülkesine döndüğünde milletvekili seçilip dünyanın en güçlü devletlerinden birine parmağını sallaya sallaya İrlanda halkının taleplerini sıralayacaktı. Sonrasında olacakları tahmin etmiyordu tabii ki. Tek düşüncesi kim tarafından haksızlığa uğratıldıklarının öğrenilmesiydi sadece. Çünkü tarihin, sermayeyi insan kılığına büründürüp kaydederken; işçiyi insanlıktan çıkarıp, bir harca, bir cıvataya dönüştürüp sildiğini biliyordu. Mesajı boşa gitmedi. Her biri yenilgiyle sonuçlanan grevler, sesinin hiçliğe karışmasını önledi. Dublin’in ortasına kocaman heykeli dikildi ve İrlanda’nın tarihi onsuz anılamaz oldu.
Şimdi Migros mağazalarının önüne de içine helal kağıda, helal mürekkeple yazılmış notların konulduğu teneke kutular gömülüyor. Bimeks, Baldur, PTT ve daha pek çok işçi, toprağını savunan köylü de aynı şeyi yapıyor.
Bu direnişlere bakınca oy hesabı yapanlar ya da iyi niyetli biçimde “dar gelirlinin ekmek kavgası”nı görenlerle; kendi emeğinin de capcanlı temsilini görenlerin farkı buradan gelir. Yenilgi veya zafer aramazlar orada. Yalnızca kendi emeğine güvenenlerin erdemli ve cesur olacağını bildiklerinden, birazı belki bana da bulaşır diye, toprağı kazıp o notları çıkarmaya çalışırlar.
*Jim Larkin’in hikayesi, kendisi de bir madenci çocuğu olan BBC muhabiri Paul Mason’un yazdığı “Çalışarak Yaşamak ya da Savaşarak Ölmek” kitabından aynen alındı. Kitap 2010’da Yordam Yayınları tarafından çevrildi.