2012 yılıydı. Çaykara ilçesi Karaçam beldesi HES karşıtı direnişle ülke gündemine girmişti. Sadece Karaçam değil Köknar köyü de direnişi aktif olarak içindeydi.Tüm belde ve köy halkı HES şirketinin derelerini kurutmasını istemiyordu.
Özellikle kadınlar mücadelenin ön saflarında yer almaktan hiç geri durmadı. 2011 kasım ayıydı. 2000 metre yükseklikte köylüler jandarma ve polis eşliğinde şirket araçlarını beldelerine sokmamak üzere barikat kurmuştu.
Kar yağışı altında annelerimiz başta tüm köylü barikat başında sabaha kadar jandarma ve polise geçit vermemişti.
Sabaha karşı jandarma ve polis sert biçimde köylülere saldırdı. Gaz ve jopla kalabalığı dağıttı.
Yaşlı kadın ve erkekler hem gaz yiyerek hemde darb edilerek yerlerde sürüklendi. Şirket devletin güvenlik kuvvetlerini arkasına alarak “büyük bir zafer” kazanmıştı.
Yaralanan köylülerle Çaykara devlet hastahanesine inme kararı aldık. Amacımız darp raporu alarak suç duyurusunda bulunmaktı.
Hastahanenin acil kapısı direnişçi köylülerle dolmuştu. Koğuşlar ise gazdan etkilenen, darp edilen kadınlarımızla doluydu.
Ne ki kimse hastalarla ilgilenmiyordu. Nöbetçi doktor ise hastalara rapor vermiyordu.
Bunu duyunca doktor odasına girdim. Kadın bir doktor “senin neyin var” diye ilgisiz biçimde sordu.
Benim birşeyim olmadığını, hastalara neden rapor vermediğini merak ettiğimi söyledim. Doktor bir anda öfkelendi, bağırmaya başladı. “Onların birşeyi yok” işime karışma ve dışarı çık diye çıkıştı. Israr ettim. “Nasıl birşeyleri yok, darp edildiler, yoğun gaz yuttular, daha ne olmalı dedim.”
Ve doktorun dudaklarından beni şaşkına uğratan sözcükler dökülüverdi. “Savcı beyle görüştüm, sadece kafası patlayan ve kan revan olanlara rapor ver dedi”
Şaşırmış ve çılgına dönmüştüm. Bir hekim nasıl kendi işiyle ilgili bir konuda talimat alırdı. Ve bu düşüncelerimi bağırarak ifade etmeye başladım. Bu halimi gören ve müdahale etmeye kalkan görevlilerle kavga ettim. Acil karıştı ve ayrıldık.
Daha sonra bu olay nedeniyle bana dava açıldı ve 7500 lira para cezasına çarptırıldım. Parayı da ödedim.
Şimdi gelelim konuya. Dün gece TTB merkez konsey üyeleri sabaha karşı evlerine baskın yaparak gözaltına alındı. Gerekçe ise TTB’ nin savaş karşıtı yayınlandığı bildiriydi.
Ülkenin en gözde hekimleri suçluymuşlar gibi bir operasyonla kamuoyuna lanse edildi.
Onlar mesleklerinin gereğini yaparak topluma karşı görevlerini yerine getirmişti. Ve eğer böyle bir tavır geliştirmeselerdi meslekleri tartışmalı olurdu.
Hekimler hiçbir otoriteye bağlı değildir. Onlar için aslolan insandır. Dini, ırkı, mezhebi, siyasi görüşü ne olursa olsun tüm insanlar hekimler için eşittir. Ve mesleklerine başlamadan önce yeminlerini bu anlayış üzerine yaparlar.
Örneğin bir hekim savcı yada herhangi bir devlet görevlisinden emir almaz. Böyle bir müdahaleyi de kişiliğine hakaret sayar.
Elbette meslek ahlakının gereklerine uymayan çok sayıda hekimin varlığından şüphe etmek mümkün değil.
Tamda bu noktada mevcut iktidar hekimlik mesleğini emir alıp uygulayan hekimler üzerine bina etmeye çabalamaktadır.
Sağlık bakanının TTB’li hekimleri işaret ederek “bunlar bizim hekimlerimiz olamaz” demesinin arkasında yatan bu anlayıştır.
Onların hekimleri için genel anlamıyla insan önemli değildir. Burjuva sınıfının çıkarlarına hizmet eden ve sağlığı paraya endeksleyen anlayışa sahip hekimler makbul hekimlerdir.
Sizce de böyle değilmidir?
Ne yazık ki iktidarın hekimleri az sayıda değilmiş. Eğer aksi olsaydı bugün sayıları 140 bini bulan hekimlerden güçlü bir ses çıkardı. Ne yazık ki çıkmadı, çıkamadı.
Bundan 2400 yıl önce yaşamış tıppın babası Hipokrat’ın kemikleri sızlıyordur.
Bir soru sorarak bitirmek istiyorum. Dünyanın bütün hekimleri Hipokrat yeminine bağlı olduğunu yeminliyerek göreve başlar. Dünyanın herhangi bir ülkesine bir sempozyuma katılacak olan bir türk hekimi orada çeşitli uluslardan katılımcı olan meslektaşlarının yüzüne nasıl bakacak?
Sizce bakabilir mi?