Gazetenin sürekli okurlarının, en azından meraklı olanların bildiği gibi, Pazartesi günleri yayınlanan ve tarihin derinliklerinde dolanan ‘Kayıt Defteri’ başlıklı bir köşemiz var. Geçen hafta oradaki bir yazıda, Bijan Cezani’nin biyografisi özgülünde İran devrimci hareketinden söz edilirken ‘Hayatta kalma teorisi’ diye bir kavram ilgi çekmişti.
Adı geçen köşenin ve konunun yabancısı olanlar için bir özet yapmak istersek, kısacası şu: 70’li yıllarda, Şah Rıza Pehlevi’nin korkunç baskı rejimi altında yetişen İran devrimci hareketinin genç kuşakları, içinden çıktıkları diğer sol/muhalif partileri eleştirerek silahlı mücadele yolunu benimserken, bu kavramı hedefe koymuşlardı: Hayatta kalma teorisi… Eleştirdikleri şey, ‘ağır baskı koşulları altında polis terörünü kışkırtacak ataklar yapmayalım, zaten çok zayıf olan gücümüzü koruyalım’ anlamına gelen bir tutumdu. Özellikle Emir Perviz Puyan’ın ‘Silahlı Mücadelenin Gerekliliği ve Hayatta Kalmaya Dayalı Teorinin Çürütülmesi’ makalesiyle yürüyen tartışma, giderek ‘Rejime karşı savaşmayacaksak, o vakit neden hayatta kalalım?’ sorusuna ulaşmış ve oradan da ‘Halkın Fedaileri’ adıyla anılan bir gerilla hareketi doğmuştu.
İlk bakışta bu, İran’a ve silahlı mücadelenin gerekliliği/gereksizliğine dair bir tartışma gibi görünse de, yazıyı bir kez daha okuduktan sonra, aslında sorunun daha derin ve evrensel olduğunu düşünmeye başladım. Belki de, yaklaşık kırk yıl önce İran’da genç insanların tartıştıkları bu konu, genel olarak baskı rejimleri altında muhalefetin nasıl bir yol izlemesi gerektiği sorusuna da denk düşüyor.
Daha toparlayarak soralım: Ağır bir baskı rejimi altında, hık diyenin zindanı boyladığı koşullarda yaşıyorsak, ne yapmalıyız? Silahtan filan söz etmiyorum dikkat edin, o başka bir tartışma; ben Puyan’ın kullandığı bağlamın daha ötesinden, genel olarak muhalefet etmekten söz ediyorum.
Zaten zayıf olan gücü ‘ezdirmemek’ için mümkün olduğunca az hareket ederek ‘ölü taklidi’ yapmak mı, yoksa hayatın her alanında mümkün olduğunca hareket etmek mi? ‘Devletin ve tabiatın’ ortak ve doğru sorusu bu.
‘Çok zor bir dönemden geçiyoruz’ diyordu geçen gün bir sendikacı arkadaş, ‘normal bir eyleme, şube yöneticileri bile gelmiyor, çünkü bedel çok ağırlaştı.’ Başkaları da genel olarak eylemlere katılım oranındaki düşmeden söz ediyor. Bir tek kadınlar az biraz sağlam duruyorlar şu aralar. Yani kimse biat filan etmiyor ama insanlar ya bu işlerin artık böyle düzelmeyeceğini düşünerek kendini salıyor ya da gitgide azgınlaşan baskı mekanizması karşısında şu andaki yaşamını riske etmek istemiyor, bilmiyorum, stetoskopum yok, kimin kalbinde ne var, nereden bileyim?
İyi ama nereye varırız böyle? Geleceğe dair büyük devrimci hedeflerden filan söz etmiyorum; bugünden, bugün kendi hayatımızı korumaktan söz ediyorum; belki biyolojik anlamıyla değil ama sosyal anlamıyla ‘hayatta kalmak’tan söz ediyorum. Üstümüze üstümüze bir şey geliyor ve o şey, bizim yalnızca soluk alıp veren çok hücreli bir canlı olmamızı istiyor. Yeni bir dünya kuracağız, eyvallah, tamam, pilavdan dönenin kaşığı kırılsın; bütün bu işlerin bir devrimle yoluna gireceği konusunda hiçbir zaman hiçbir tereddüdüm olmadı. Ama şimdi, şu anda, gözlerimizin önünde bizzat kendi çocuklarımızın geleceği, soframızdaki ekmeğin küçülme hızı, kadınların ne giyeceği ve nasıl davranacağı, dün gördüğümüz ağacın yarın yerinde olup olmayacağı, vb… vb… gibi her şey yeniden şekilleniyorken, biz yine o malum ‘ne yapmalı’ sorusuyla karşı karşıya kalıyoruz. Bu soruya başka bir düzeyden verilecek yanıtlara itiraz etmem, ‘Kürt sorunu çözülmeden’, ‘devrim olmadan’ diye başlayan bütün cümlelere saygı duyarım ama devrim de ‘bir kriz patlasın biz de dalganın üstüne binelim’ diye bakacağımız bir şey değil ki!
Hayatta kalmak? Tamam, ama soluk alıp vermek mi yaşamak? Kendimizi korumak? Tamam, ama koruduğumuz ne? Malraux’un romanında bir yerde, Franko’ya karşı savaşan Asturias madencilerinin sloganını okumuştum, hiç unutmam: ‘Biz hayattayken asla geçemeyecekler! Geçerlerse eğer, yaşamamızın ne anlamı var ki?’
Geri dönüp Puyan gibi adamları bir daha okumak gerekiyor belki de; herkes kendi meşrebinden okuyup kendi çözümünü bulabilir, ben ona karışmam ama kesin olan şu: ‘Hayatta kalma teorisi’, eninde sonunda ‘hayatta bile kalamama’ sonucuna yol açıyor. Tarih bunu daha kaç defa kanıtlayacak ki?
Özgürlük Demokrasi Gazetesi’nde yayımlanmıştır…