Çocukluğumun en güzel yılları Antalya’da belediyenin yaz aylarında cüzi fiyatlara kiraya verdiği, adına “obalar” dediğimiz, çadır benzeri prefabrik evlerde geçti. 1990’lar ve 2000’li yılların başına denk gelen dönemde ekonomik ayrım bugünkü kadar keskin değildi. Dolayısıyla yaz aylarımızı geçirdiğimiz kampta herkes vardı: İşçi çocukları, memur çocukları, patron çocukları… Kampın bitişiği PTT kampıydı ve yazlıktaki tüm çocukların en büyük zevklerinden biri sahilden yürüyerek PTT kampında ucuza büfe hamburgeri yemekti.
Sosyal medyada birkaç ay önce milyonlarca etkileşim alan o meşhur “hamburger” tivitini görünce aklıma o yıllar geldi. Üzerine bir şeyler yazma isteğim de yine sosyal medyada anneannesinin likörünü paylaşan bir kullanıcıya verilen yanıtlar sebebiyle oldu. Anlaşılan o ki “sınıfsallık” artık sosyal medyanın ve insanların zihinlerinde ulaşamadıklarını düşündükleri ürünleri, gidemeyeceklerini düşündükleri tatilleri, kullanamayacaklarını düşündükleri arabaları, yiyemeyeceklerini düşündükleri yemekleri tanımlarken kullandıkları “bir kalıp” olarak kabul gördü. Bu haliyle de boş gösterene dönüştü.
Sınıf tartışmaları, hem Marksizmin hem de Marksizme yönelik “determinist” veya “indirgemeci” gibi eleştirilerin odak noktasını oluşturuyor. Sınıf kavramsallaştırmalarının temelindeki diğer yaklaşımlar da pozisyonlarını Marksizmin önermelerine göre geliştirildikleri için Marksizm belirleyici pozisyonda yer alıyor. Yani karşımızda kalabalık bir teorik külliyat var. Sınıfın ne olduğu, nasıl biçimlendiği, kimin işçi sınıfına dahil edilip edilmediği, sınıf yerine hangi kavram setini kullanmamız ya da kullanmamamız gerektiği, gelir farklılıklarının sınıflara karşılık gelip gelmediği, kişilerin kendisini ne olarak tanımladıklarının sınıfsallık tartışmalarında bir önem taşıyıp taşımadığı gibi, hepsine bu yazıda yer vermenin imkansız olduğu birçok tartışma mevcut. İşçi sınıfının nesnel tanımına ilişkin marksistler arasında büyük görüş ayrılıkları olmasa da bugünün işçi sınıfı tanımlamasında ayrışan Wright, Pulancas, Carchedi, Callinicos gibi birçok düşünür görüyoruz. Özellikle üretken emek ve üretken olmayan emek ayrımında vücut bulan bu farklı görüşler Marksizmin güncel sınıf tanımını yaparken yeni ölçütler öneriyorlar.
Bu geniş teorik arka plana rağmen sosyal medyada yürüyen tartışmalarda sınıf kavramının içerdiği anlamdan ve taşıdığı önemden sıyrılarak kullanıldığına tanık oluyoruz. Öncelikle bu kadar derinlikli bir konuya dair sol içinden yükselen seslerin bile sosyal medya üzerinden yükselmesi hatta bazılarının etkileşim çukuruna düşeceklerini bildikleri halde bunu yapıyor oluşu hem teori hem de pratik adına üzücü. Sınıfın bir “ilişki” olduğu gerçeğinden soyutlanarak adeta kolay ve tek çözümlü bir denklem gibi kullanma konforculuğuna düşen görüşler havada uçuşuyor. Görünen her şeye, ilişkiden sıyrılan her duruma “sınıfsaldır” deyip geçme kolaycılığı Marksizmin diyalektiğinden, pratiğinden ve tarihselliğinden çok uzak. Hatta bu kolaycılık Marksizmin mücadele ruhuna da aykırılık teşkil ediyor. Sınıflar sabit ve değişmez değildir, dinamik bir toplumsal yapının ürünüdür. Karşıtlıklar, mücadeleler ve çelişkiler içerisinde şekillenir. Birbirleriyle ilişki içinde, sabit olmayan yapılar olarak kabul edilerek anlam kazanır. Dolayısıyla tarihinden ve bağlamından koparılmış her şeye “sınıfsaldır” deyip geçemeyiz.
“Sınıfsaldır” derken sadece tüketim alışkanlıklarına bakarak da bir yere varmamız mümkün değil. En basit tanımıyla sınıflar üretimle şekillenir, tüketim alışkanlıklarıyla değil. Daha doğru ifade etmem gerekirse, kapitalizmin sürekli tüketimden bahsetmemizi istediği açık ama bir kimsenin neyi tüketip tüketemediği bize doğrudan sınıfsal pozisyonunu vermez. Burada yanlış anlaşılmamak için doğrudan kelimesinin altını bir kez daha çiziyorum. Elbette sınıfların önlerindeki seçenekler yapısal olarak belirlenmiştir. Lüks bir tüketim ürünü işçi sınıfının seçeneği dahi olamaz. “Sınıfsaldır” analizini yaparken birden fazla koşulu hesaba katmamız gerekliliği de bundandır. Düşük gelirli bir işçi ailesinin çocuğu pazarda elma satabilir ya da bir devlet okuluna gidebilir, bunlar önünde yapısal olarak belirlenmiş seçeneklerdir ama çok pahalı bir arabayla koleje gidemez. Aynı bakış açısıyla, tek başına likörün tüketilebiliyor oluşu ya da bağlamından soyutlanarak bir hamburgerin yenebiliyor oluşu bizi kişinin sınıfsallığına dair bir ayrıma götürmez. Bu nedenle, yalnızca tüketim alışkanlıklarından yola çıkan tüm bu analizler zorlama ve sığ kalıyor. Bu, plazada çalışan bir mühendisin gelir farkı nedeniyle filtre kahve içtiği için işçi sınıfına dahil olamayacağı kadar temelsiz bir önerme. Halbuki mühendis de pek tabii o filtre kahveyi içebilmek için belli bir ücret karşılığı emeğini satıyor.
Üretim yerine tüketim alışkanlıklarından hareketle yapılan bu zorlama analizlerde işçi sınıfının neye ulaşıp ulaşamadığı tartışması pek de faydalı değil, iki kutuplu sınıf tartışmalarında tartışmayı tek kutba sıkıştırmamıza ve düşmanı yanlış tanımlamamıza neden oluyor. “Likörü içti o zaman düşman o, hamburgeri yedi o zaman düşman bu” zihniyeti asıl mücadele etmemiz gereken düzeni gizliyor, hedef saptırıyor.
İşçi sınıfının yıllar içinde kaybettiği mevzi, sınıfın konusu olabilir ama işçinin likörü ya da hamburgeri yiyip yiyemediği dümdüz bir denklemde bize sınıfsaldır sonucunu vermez, veremez. Keza bu durum sınıfların değişen yapısına da aykırı. 1990’lı yıllarda işçi sınıfının rahatlıkla ulaştığı şeylere bugün ulaşamıyor oluşu sınıfsaldır. Fakat bu durum 1990’larda rahatlıkla ulaşılan şeylere bugün minik gelir farklarıyla ulaşanların ayrı bir sınıf olduğu, üstelik bu sınıfın da “düşman sınıf” olduğu anlamına gelmez. 1990’larda eve giren tek bir işçi maaşıyla çocuklarını okutabilen, geçimlerini sağlayabilen, emekli ikramiyesiyle ev alabilen işçi ailesinin bugün açlık sınırının altında yaşam mücadelesi vermesi sınıfsaldır. Tartışılması, uğruna mücadele edilmesi gereken de budur.
Likör örneğinden ilerleyelim. Bundan 35-40 sene önce basitçe evde yapılabilecek ve tüketilmesinde beis görülmeyen bir içeceğin bugün “sınıfsal” denerek hayatımızdan bu denli uzaklaştırılışı sınıfsal farkın yarattığı bir ayrım olmaktan ziyade neoliberalizmle harmanlanan siyasal islam ve seküler yaşam pratiklerinin ötekileştirilmesiyle de alakalıdır. Ya da hamburger örneğine dönelim. Yazının girişinde bahsettiğim ve bu anıyı benimle birlikte yaşayan işçi çocukları da, memur çocukları da, patron çocukları da o hamburgeri yedi. Demek ki tek başına o hamburgerin yenmiş olması bizi sınıfsal olarak bir yere götürmüyor. Ama evet, bugün işçi ailelerin çocuklarının yiyemediği hamburgerin nedeni sınıfsal mevzideki kayıplarımız.
Artık “obalar” yok. 2000’li yılların başında ülkenin içine düşeceği değişimin alametifarikası gibi içindeki anılarla birlikte yıkıldılar. Artık işçi ailelerinin çocukları denizi görmeden büyüyorlar, çoğu bir hamburgeri bile yiyemiyor. Artık kahve yanında likör de ikram edilmiyor çünkü yıllardır siyasal islam bu ülkenin kemiklerine işlendi. İşçi sınıfı barınacak evi, karnını doyuracak yemeği, çocuğuna laik eğitim verecek bir devlet okulunu dahi bulamıyor. Güvencesizlik, işsizlik, yoksulluk hiç olmadığı kadar yüksek. Fabrikalarda tarikatlar örgütleniyor. Sendikacılar koltuk peşinde. Mühendisler, avukatlar, yazılımcılar işçileştiklerinden çoktandır bihaber.
Bugün artık hamburgeri yiyene ya da likörü içene öfkelenmek yerine kaybettiğimiz mevziyi, düşürüldüğümüz gericilik batağını, sekülerliğin nostaljik bir görünüm kazanmasını, beslenme çantası boş çocukları, adına mavi, beyaz, gri, altın yaka veya prekarya dedikleri ama düpedüz kölelik zihniyetiyle çalıştırılan milyonları, yoksulluğumuzu görmeliyiz. Bu karanlıkta böylesi kilit bir kavramı etkileşim almak için değil, kaybettiğimiz mevziyi geri kazanmak için kullanmalıyız. Politikliğini ve özünü koruyarak büyüyen bir sınıf tartışması içine düşürüldüğümüz sömürü batağına açılan aydınlık bir kapı. Kavramın taşıdığı devrimci özle kullanılmasını sağlamak, düşmanı tanımak, öfkeyi doğru yere yöneltmek yani kapitalizmin çarklarını gösterip durmaktan ziyade çarklarına çomak sokacak kurtuluşu işaret edecek bilinçli mücadeleyi örmek esas. Gücümüz tüketmekten değil üretmekten geliyor. Tarihi değiştirecek olan da, toplumsal kurtuluşu örecek olan da biziz. Kaybettiğimiz mevziiyi geri kazanacağız. O denize gireceğiz, o hamburgeri yiyeceğiz, o likörü içeceğiz.