11.2 C
İstanbul
10 Kasım Pazar, 2024
spot_img

Hâkimiyet ilişkileri, denetim ve şiddet, protokole bağlı yaşamlar – Deniz Adalı

Yavaş yavaş ölürler
alışkanlıklarına esir olanlar,
ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler
….
bir yabancı ile konuşmayanlar,
yavaş yavaş ölürler
heyecanlardan kaçınanlar,

rüyalarını gerçekleştirmek için
risk almayanlar,
hayatlarında bir kez dahi
mantıklı tavsiyelerin dışına
çıkmamış olanlar.”

Pablo Neruda

Neruda böyle diyor. Yavaş yavaş ölüme, “her gün ölüm” diyebilir miyiz?

İnsan kaç kere ölür? Ya insanlık kaç kere ölür? İlk sorunun yanıtı, günlük bilincimiz sınırları içinde açık ve nettir; bir kere ölür. İkincisinin yanıtı ise o kadar kolay değil. İnsanlık, her gün, defalarca, milyonlarca kere, insanın insan tarafından sömürüsü sürdüğü sürece defalarca ölür, defalarca ve defalarca.

Soruyu genişletelim: Madem insanlık defalarca, neredeyse sonsuz kere, insanın insan tarafından sömürülmesi var olduğu sürece sonsuz kere ölebiliyor, öyle ise, tek başına insan, tek bir kişi olarak insan, nasıl sadece bir kere ölüyor? Bundan emin miyiz?

“Günlük bilinç”, henüz bilimsel ve sanatsal düzeye ulaşmamış, günlük pratik ve gözlemlere dayalı ortalama toplumsal bilinçtir. Bu “ortalama toplumsal”, matematiksel bir işlemle, herkesin bilincinin toplanıp ortalamasının alınması ile bulunmaz. “Ortalama toplumsal bilinç”, egemenin bilincidir, onun tarafından belirlenir. Egemen, egemenliğini sürdürmek için, devlet denilen bir mekanizmayı yarattığı andan itibaren, ortalama toplumsal bilinç, onun egemenliğinin damgasını taşır. Egemen kendi düzenini sürdürmek için, tüm gerçekliği kendine göre yeniden üretir, kendi geleceğini garanti altına almak için, uygun bir tarih yazımı işi de buna dahil.

Günlük bilince müdahale etmek, egemen için çok kolaydır. Çünkü, günlük bilinç, gerçekliğin bilincine varmaktan uzaktır. “Güneş doğudan doğar”, günlük bilinçtir. Size belli bir anda “doğu” yönünü gösterebilir de. Ama aslında güneş hiç batmadığı için doğmaz da. Sizin güneş ve dünya hakkındaki bilginizin yanlış yerleşmesine olanak sağlar.

Size bilimsel olarak hapşırmanın ne olduğunu anlatsalar da, siz “hapşırdım, birisi benim hakkımda konuşuyor” gibi bir “şeye” inanmayı sürdürürsünüz. Bunlara “batıl inançlar” dersiniz, ama nazar değmesin diye üç kere tahtaya vurursunuz. Karganın kaç kere öttüğü, sizin için iyi ve kötü haber habercisi olarak varlığını sürdürür. Bu size nesilden nesile geçerek gelip yerleşmiştir. Günlük bilincin kör inanlarla birleşmesi, her zaman olanaklıdır. Ve bu durum, her zaman egemen için bir avantajdır.

Tüm bu bilinç, aslında egemen için kolay yönetilebilir bir olanak yaratır.

Oysa görünen gerçeğin ötesinde, olaylar ve süreçlerin, şeylerin ve işleyişin gerçek bilgisini edinmeye başladık mı, günlük düşünme sınırlarını da aşmış oluruz. Böylece bilimsel (ve onun bir açıdan kardeşi olan sanatsal) bilinç, gerçek anlamı ile bilinçlenme ortaya çıkar. Egemen sınıf, tarih gösteriyor ki, asla ve asla bilimsel gelişimi istememiştir. Bilimsel gelişimi, daha çok kâr, daha kolay egemenlik araçları, daha gelişmiş gözetim araçları olarak sınırlamış, ötesini halka, geniş kitlelere kapatmıştır. Bu sınıfsal yaklaşımdır ve doğrusu egemenin, her çağdaki egemenin (sadece bugünkü çağda kapitalist egemeninin değil, onun geçmiş atası olarak ele alacağımız feodal soylunun da, onun eski çağdaki kardeşi köle sahibinin de) çıkarlarının gereğidir. Bilim, ancak günlük üretim, kâr, hâkimiyet vb. için faydalı ise “iyi”dir. Bu “faydalı” kavramı, 1800’lerin ortasında, sanayi devriminin sonuçları ortaya çıktığında, egemenler adına, icat edilmiştir. İngiltere kökenli “metafizik okulu”, egemenler adına bilimle dini yeniden karıştırıp çorba yapmak ve aydınlanmaya direnmek için “faydalı” mı sorusunu sormaya başlamışlardır. Faydalı mı, peki kimin için “faydalı”?

Bilimin bu kadar “geliştiği” bir çağda, hurafelerin bu kadar günlük yaşamı kaplaması başka nasıl açıklanabilir? Demek ki, egemen, bilimsel gelişmeye “teslim” olmamıştır. Bilimsel gelişmeyi, kendi sınıf çıkarları ve egemenliğinin sürmesi için kullanmaya yönelmiştir. Doğaldır, insanlık adına çirkindir ama doğaldır, sınıf çıkarları bunu gerektirmektedir. Demek ki, egemen sınıfın egemenliği ile “insanlığın” geleceği, çatışma hâlindedir. Onlar, egemenlikleri için insanlığı her gün defalarca katletmek, öldürmek zorundadırlar.

İzninizle günlük bilinci, tümü ile “bilimsel ve sanatsal” bilincin, yani gerçekliğin bilgisinin, öğrenmenin “karşıtı” olarak kullanmayı öneriyorum. Öneriyorum, zaten, egemen sömürücü sınıfların egemenliği altında böyledir. Ancak, sınıfsız bir toplumda, bilimsel bilinç (sanatsal da için de), günlük bilinç hâline gelebilir. O zaman, bilimsel bilinç ile günlük bilinç arasındaki “karşıtlık” ortadan kalkmış olur.

Günlük bilinç, sonuçta davranışlar üretir.

Diyelim ki bugün, bir toplumsal isyan etme hâli, yeni Gezi Direnişleri gibi günlük hayatın bir parçası değil ise, bunun nedeni, günlük bilinçtir. Yani, o hurafeler, o boş inanlar, o yanılgılı kabuller, çok ama çok etkilidir. Bu durum kişiyi, toplumsal gerçeklikten koparır, onun derin bir yalnızlık duygusuna gömülmesini sağlar ve onu kendine güvensiz hâle getirir. Böylece o da, sadece kendine sunulan sınırlar içinde günlük hayatını sürdürür.

Bugün bizim sol çevrelerdeki “örgütten uzak durma” eğilimi (buna örgüt kaçkınlığı dediğimiz zaman, dostlarımızdan bize “bu çok sert oldu” eleştirileri geldi. Örgüt kaçkınlığı, “bilinçli bir eylem” olarak ele alınıyor, oysa “örgüte bulaşmama” eğilimi var deniyor. Yani, örgüt kaçkınlığı dediğimiz zaman, onlara göre bu bir eylemdir, oysa örgütten uzak durma, bulaşmama dediğimiz zaman bu “eylem” değildir diyorlar. Oysa yanlıştır. Durmak işi de bir harekettir, bulaşmak nasıl bir eylem ise, bulaşmamak da bir eylemdir.) yaygındır. Bu, aslında 12 Eylül karşı-devriminin yarattığı ve yerleşik hâle gelen bir günlük bilinç hâlidir. Yoksa bilimsel olarak, devrim, işçi sınıfının öncülüğünde bir devrim, örgütsüz olmaz. Başsız gövde nasıl canlı değil ise, devrimci öncü partisi olmayan bir işçi sınıfı da, bilinçli bir işçi sınıfı değildir.

Örgütten uzak durma eğiliminin nedeni, korkudur. 12 Eylül yenilgisi, belki sokaklarda, barikat savaşları sonucu yaşanmış olsa idi, kimse bu kadar korkmazdı. Ama korkanlar, daha çok korkarlar. Korkma işinde süreklilik, korkmaktan bile korkmaya evrilir. O andan itibaren, bilinçli bir varlık olma durumu sona ermeye başlar.

Biliyoruz, insan nasıl yaşıyorsa öyle düşünüyor. Eğer siz, sürekli olarak korku altında devrimden, sizi siz yapan düşüncelerden uzak durmaya çalışırsanız, sonuçta ayçiçeği hâline gelirsiniz. Ayçiçeği, güneşe yüzünü döndüğünde eylemli değildir, hareketlidir ama eylemli değildir. Zira hareket ve eylem arasında bir bilinç faktörü var. Her şey hareket eder, devinir. Ama eylemli olan, önceden tasarlar ve eylemini gerçekleştirir. Ayçiçeğinin güneşe dönmesi, onun eylemi değildir, yansımadır ve onun hareketidir. Bu hareket, ayçiçeğinin yağının çıkarılmasını önlemez. Bizim eski solcularımız, devrim saflarından kaçarken, ayçiçeği tarzında hareket ettiler ve bunu da “yeni dönemin gerçekleri” olarak sundular. Bugün hepsinin kapitalist endüstri tarafından yağı çıkarılmaktadır ve rafine olmadıkları da kesin. Ayçiçeği olmayı kabul ettikleri hâlde, devletin hâlâ kendilerinin yaşam alanlarına saldırmalarını, “ayçiçeğinin yaşama hakkı” çerçevesinde savunmak istiyorlar. Yeter artık demiyorlar, eski mücadele günlerinin dayanaklarını hatırlamıyorlar, sadece yenilgiyi ve kötü anılarını hatırlıyorlar. Oysa, devrimci mücadelenin her anısı, kazanmak isteyenlerin ortak hafızasıdır.

Örgüt kaçkınlığı ya da daha az rahatsız edici tarzda söyleyelim örgütten uzak durma, bulaşmama eğilimi, günlük bilinçtir. Her günlük bilinçteki kadar “egemen ideolojinin” etkisi altındadır. Her günlük bilinçteki gibi, yanlışı doğrusundan daha fazladır ve her günlük bilinçteki gibi “cehalet” yüklüdür.

Korku, ufka bakmayı engelliyor. Hep önüne, hep gününe bakar hâle geliyorsun, hep kendine bakar hâle geliyorsun ve sonuçta, bilimsel üretimden kopuyorsun, aydınlanmaya veda edip, karanlığa sığınıyorsun. Hep önüne bakmak, ufka bakmamak, insanın omuzlarını düşürüyor, alnı dik olma durumunu ortadan kaldırıyor, kişiyi “ezik” hâle getiriyor. Uzun süre bu iklimde yaşamak, insanı değiştiriyor olmalıdır, tersi doğaya aykırı olur.

Bugün, bizim ülkemizde, diyelim ki, Saray içinde uzun süre yaşamak, kişinin zekâsını köreltir, karanlığa olan tutkusunu artırır, haz duygularını besler, gerçeklikle bağını kopartır. Bu, herkes için geçerlidir. Sadece, eğer bir kişi, başka bir örgütlü faaliyeti için Saray’da görünenden başka bir görevle bulunuyorsa, o, en az etkilenir.

Kişi sadece nasıl yaşıyorsa öyle düşünmekle kalmaz, giderek, kendi yaşamını realize edecek şekilde, kendi çevresine anlatacağı bir “teori” geliştirir. Biz, 12 Eylül’de, işkencehanelerde çözülenlerin çoğunda bunu gördük. Çözülenler, kendi durumlarını teorize edecek bir yol buluyorlardı. Bu nedenle, kendi “çektikleri”nin hesaplarını, çevrelerindeki insanların önüne koyarak, “ben elimden geleni yaptım” ama olmadı diyorlardı. Direnenlerin hikâyesini başkaları anlatırken, çözülenlerin hikâyelerini daha öncelikli olarak kendileri, “hayata tutunmak ve aklanmak” için kendileri anlatıyordu. Bu yaygınlaşınca, birçokları, devrim için neler verdiğinin hesabını tutmaya başladı, kimisi devrim için okulunu bırakmıştı, kimisi evlenirken düğünde takılan altınları örgüte vermişti. İyi ama hiç kimse, işkence altında işkencecilerini dahi korkutan direnişi gösterenlerin ödediği bedeli hesaba katmayacak mı? Direnenler, ölenler, onlar acaba nelerini verdiler? Peki hiçbiri, biz şuyumuzu, buyumuzu devrime verdik diye yakındı mı? İşte gerçeklikten kopma hâli, kendi gerçeğini gerçek yerine koyma hâli böyle gelişiyor. Gerisi, devrime sövmek için uygun anın gelmesine kalmıştır.

Dönekler bir yana. Devrime sövmeyi meslek edinenler bir yana. Onlarla hesaplaşma ayrı bir iştir.

Ama kendi hesaplaşmasını yaşayamayan ve hâlâ kendi hâlinden itiraf edemediği bir utanç duyanlar, bir şansa sahip olacaktır. Devrimci direniş destanları yazarak ölenler, bugün mücadele edenlerin ilerlemesi ile, bu kendisi ile barışık olma hâlini kaybedenlere usulca gelip, eğilip kulaklarına, “seni affettim” diyecekler, “haydi şimdi saf tut” diyecekler. Mezarlarından çıkıp, bunu sizlere, pek yakında, uzak olmayan bir gelecekte, söyleyecekler: Sizi affettik, artık kendine gel, mücadele için saf tut, ağlamaklı hâlin, omuzlarının bu düşmüş hâli artık bitsin, diyecekler.

İnsanlığın her gün öldüğünü gördüğümüz bu dünyada, ölümü bir kere yaşanacak bir şey olarak düşünmek, gerçekliği, kapitalist çağı eksik anlamaktan, günlük düşüncemizi gerçeklik olarak ele alma cehaletinden gelmektedir.

Tekeller çağı, 1870’lerden bu yana böyledir, kapitalizmin olgunluk çağıdır, kendini daha net ifade edebildiği, kendisi olduğu çağdır.

Tekelleşme, pazar hâkimiyeti de demektir.

Pazar hâkimiyeti, elbette tekelci ek kârdır.

Ama pazar hâkimiyeti, tekelci ek kârla sınırlı değildir.

Hâkimiyet ilişkileri, burjuva sınıfın devletini de etkiler. Tekeller, hâkimiyet ilişkilerini, devletleri aracılığı ile tüm toplumsal yaşama egemen kılmaya başlarlar. Devleti de buna uygun dönüştürürler. Bu devletteki değişim, sınıf savaşımı altında şekil alır. Yani sınıf savaşımı olmadan ya da hesaba katılmadan, devletteki değişimleri bir ekonomist mantıkla ele almak doğru değildir. Sanıyorum, bu konularda okuyucu ile anlaşıyoruz. Bu konuda yazılmış olanlara bakmaları, varsa ihtiyaç duyulan detayları yeniden hafızalarında canlandırmalarına yardımcı olacaktır. Bizim yazdıklarımız bile az değildir, başkaları da vardır.

Tekelcilik, aynı zamanda büyük çaplı, kitlesel üretim de demektir. Ve kitlesel üretim, kitlesel tüketimi şart koşar. Kitlesel tüketim ve pazar hâkimiyeti, modern reklamcılığın da temelidir. Burada artık, tüketim toplumu “ideolojisi” öne çıkmaya başlar. Tüketim toplumu, “ihtiyaç olmadan da tüketme”nin temelidir. Tükettikçe “mutlu” olan insan, bu çağın gerçeğidir ve insanoğluna ciddi bir müdahaledir. Eski dönemlerde insanlar, ne böyle çok sık “mutluluktan” söz ederlerdi ne de bu kadar ucuz bir ruh hâli değildi mutlu olma hâli, demek ne kadar çok paraya gerek duyuluyorsa o şey o kadar değersizleşiyor olmalı.

Ne tüketmek bu kadar “önemli” olmuştur ne de “mutluluk” bu kadar fuzulî bir kavram olarak var olabilmiştir.

Tekeller çağı, kapitalizmin fetih çağı olarak da nitelenebilir, sadece yeni yollarla ve sermaye ihracı gibi yeni araçlarla başka pazarların fethinden söz etmiyoruz, aynı zamanda insanın hâkimiyet altına alınmasında yeni durumlardan söz ediyoruz. İnsan, bir kere daha tüketim toplumu ve meta fetişizmi ile fethedilmektedir.

Tekelci hâkimiyet, meta ve mülkiyet ilişkilerini, hayatın en uç noktalarına, en el değmemiş alanlara (ister coğrafî anlamda alan, ister duygusal-düşünsel olarak alan) girmesini ve egemen olmasını sağlamıştır. Buna fetih ya da yağma demek mümkündür. Bu yağma, hâkimiyet ilişkileri altında olan alanlarda derinlik kazanırken, yatay olarak da yeni alanları hâkimiyet altına almaya olanak sağlamıştır.

Buna, Ekim Devrimi’ne karşı örgütlenmiş emperyalist cephenin karanlıklara sığınan ideolojik saldırılarını da eklemek gerekir. Bilim sürekli gelişirken, karanlık bu denli nasıl artabilir? Bunun yanıtı, tekelci hâkimiyet ilişkilerinde saklıdır.

Hâkimiyet ilişkileri, aklın ele geçirilmesi, her şeyin meta ve mülkiyet ilişkilerinin gelişimi için seferber edilmesi demektir.

Bu, hem ideolojik hem ekonomik ve hem de fizikî devlet şiddetinin kullanılması ile sağlanmaktadır.

Her gün ölerek yaşama durumunun temelinde bu vardır.

Bir kanser hastası, hastahaneye gittiğinde, hastalığın bulunduğu aşamaya uygun, bir protokol ile “tedavi” edilmeye başlanır. Diyelim ki dördüncü derecede (sanırım bu dördüncü derece kurtulma umudunun kalmadığı son aşama anlamındadır, bilgim yanlışsa şimdiden hekimlerden özür dilerim) hasta ise, ona uygulanacak “protokol” bellidir. Doktor, bu protokolü uygular. Zaten başka bir şey de yapmaz.

Bundan mesela 40 yıl önce, neoliberalizm öncesinde, hastahaneler bu kadar “özelleşmemiş” iken ve ilaç tekellerinin hâkimiyeti bu denli gelişmemiş iken, bu durumdaki bir hastaya, “ömrün şu kadar kaldı, git gönlünce yaşa” diyen doktorlar çıkardı. Kemal Sunal filmlerinde, tahlilleri karışmış hastaların birinin yanlışlıkla öleceği kendisine söylenip, git gönlünce yaşa denilince, kahramanın “normal” yaşamı nasıl dalgaya almaya başladığı örnekler hatırlanabilir. Adam ölecektir ve ölmeden önce, parası da olmadığından, alışılmış yaşam ilişkilerini yırtmaya başlar. Patronuna artık “efendim” demez ve saçma işleri yapmayı reddeder. Onun için formatlanmış yaşamı reddetmeye başlar. Kız arkadaşı ile ilişkileri değişir, paraya karşı davranışı değişir vb. Yani, bir anlamda, içinde bulunduğu hâl nedeni ile korkusu kalkar ve o da eski yaşamı, deyim uygun düşerse “hack”lemeye başlar. Çevresiyle ilişkileri “özgürleşmeye” başlar ve aslında toplumsal davranışların, günlük bilince yerleşmiş davranış kalıplarının saçmalığı gün ışığına çıkmaya başlar.

Bugünlerde ise, doktorlar, “git hayatını yaşa” demezler.

Hastanın yakınları, yani müşteri sıfatıyla hastahanenin muhatabı olanlar, ölümü kabul ederek, hastanın başında beklemeye başlarlar. “Çıkmayan candan ümit kesilmez” sözü, akıllarda dolaşır. Ama bilinir ki, ümit kesilmiştir. Hasta sahibi ya da müşteri, ne hastayı hastahaneden çıkarabilir ne de elinden bir şey gelir. Böylece hastahanede yatma süreci beklenir. Hastahane, yani işletme, para kazanmaktadır. Ölecek olan hastanın, o an orada bulunan doktorun ölçüsüzlüğüne bağlı olarak, ne kadar daha para kazandırabileceği hesaplanır. Eğer yoğun bakım cihazına bağlanırsa şu kadar para, eğer şu ilaç verilirse şu kadar para diye hesap yapılır. Hasta bırakın da öleyim demektedir, ama aldığı uyuşturucu ilaçların etkisi ile ruh gibidir ve ağzından saçma sözler dökülmektedir. Çünkü derin “hümanist” yaklaşım altında ölecek olan hastanın “bari acı çekmemesi” konusunda, hasta yakını-müşteri ile işveren temsilcisi doktor arasında anlaşmaya varılmıştır. Bu ikiyüzlü davranışı gördükçe, Marx’ın “insana dair her şey kabulümdür ama şu hümanizm hayır” demesini hatırlamamak elde değil. Hasta yakını, parayı ödeyecek olan müşteri ise, çaresizdir. Bir yandan parayı nasıl bulacağını düşünür, diğer yandan ise doktorun dediklerini yapmak üzere sürekli imza verir.

İşte buna “protokol” diyorlar.

Protokol, modern kapitalist dünyanın iş ilişkilerinden geliyor. İki taraf aralarında bir protokol yaparak iş yapmaya başlarlar. Bir yandan tarafları belirler bu protokol, bir taraftan da tarafların yükümlülüklerini ve işlerini belirler. Böylece herkesin iş anlaşmasından önce, işlerin nasıl yürütüleceği belgelenmiş olur.

Sağlık alanı da, bu iş dünyasının, bu kapitalist ilişkiler ağının içindedir. İlaç şirketleri nasıl ki aşı yaparken size bir anlaşma imzalatıyorsa, bu yolla kendini garantiye alıyorsa, bu yolla, kazandığı paranın başına bir iş gelmesini önlemiş oluyorsa, hastahane de sizinle hasta yakını olarak bir protokol imzalamaktadır. Hastaya uygulanan bu protokol, onun ölümü demek olsa da, bunun dışına çıkılmaz. Zaten siz, arabanızı tamir ettirirken gördüğünüz bu muameleye alışık durumdasınız. Burada artık personelin size müşteri olarak saygılı davranması dışında bir beklentiniz yoktur. “Çıkmayan candan ümit kesilmez”, sizin günlük bilinciniz olarak, size karşı kullanılmaktadır. Oysa herkes çoktan “ümit” kesmiştir ve doktorlar da bu fikirdedir. Sadece ümit edilen daha fazla para kazanmaktır. Bilim, bu uygulama şekli ile, neredeyse günü gününe olacakları bilmektedir.

Bu süreç, aslında tekelci hâkimiyet ilişkileri tarafından belirlenmiştir. İlaç şirketleri, bu süreci belirlemektedir.

Peki şiddet bunun neresindedir?

Şiddetin birçok biçimi olduğunu biliyoruz. Burada da “insanlık postuna” bürünmüş, bu yolla gizlenmiş bir şiddet karşınızdadır. Bu şiddet yolu ile sizden para sızdırılmaktadır. Görünüşe göre sizin “rıza”nız alınmıştır. Ama gerçekte, sizin başka da çareniz yoktur. Bu çaresiz hâliniz, müşteri olarak gittiğiniz hastahanede, sizden paranızın sızdırılmasının bir yolu olmuştur.

Diyelim ki sokaktasınız. Bir kişi karşınıza çıkıyor ve ya paranız ya canınız diyor. Siz de çaresiz, paranızı veriyorsunuz ve canınızı kurtarmak için son derece “efendi” davranmaya çalışıyorsunuz. Çünkü sizin durumunuz çaresizdir. Siz, elinde silah bulunan bu kişiye karşı direnemeyeceğinizi düşünüyorsunuz. Paranız sizden “zor”la alınıyor. Siz buna bir soygun diyorsunuz.

Aslında, hastahanedeki durum ile karşılaştırırsanız, karşınıza silahı ile çıkan soyguncunun sizinle bir “protokol” yapmadığını söyleyebilirsiniz. Bu durumda bu soygun, hem zorla gerçekleşiyor hem de “yasal” değil. Çünkü soyan ve soyulan taraf olarak aranızda imzalanmış bir protokol yoktur.

Ama bu soyguncu (bilerek “hırsız” demiyorum) size silahını çıkartıp, önce bir imza istese, ardından da paranızı silah zoru ile almış olsa, siz buna “yasal”laşmış bir soygun diyeceksiniz.

Hastahanedeki “yasal”dır, çünkü siz çaresizsiniz. Üstelik size silah çıkarılmamış, size silah dayanmamıştır, ama hastanızın ölme riski bir silah hâline getirilmiştir ve siz, okumadan anlaşmayı imzalamak zorunda kalmışsınızdır. Bu durumda hastahane, soyguncu değil ve yasal bir iş yapmaktadır. Öyle mi?

Yoksa bu iki olay arasında, (1) silahlar değişiktir, (2) zor, şiddet değişik biçimlerde örtülmüştür diyemez misiniz? Birinde silah, tabanca veya bıçaktır, diğerinde silah hastanızın acil yardım alma ihtiyacıdır. Birinde silah çıplaktır, diğerinde ise sizin şiddet aracı olarak görmediğiniz bir protokol vardır. Birinde silahlı adam, soyguncu, yasadışı bir iş yapmaktadır, diğerindeki şiddet ise “yasallaşmış”tır.

Acil bir durum için, ölüm kalım meselesi olan bir şey için hastahaneye koştunuz ve size orada, “şunları yapacaksınız ve şu parayı ödeyeceksiniz” dediler. Paranız yok. Bu durumda size, hastahane, yasal olarak, “ya canınız ya paranız” demiş olmuyor mu?

İdeolojik zor, meta zoru, silahlı zor, fizikî zor diye şiddet ayrımları yaparsanız, bu durumu anlamak daha kolay olacaktır.

Adam evlenmiştir. Ortada, yasal olarak bir “evlilik” kurumu vardır. Bu yasal çerçeveye dayalı olarak erkek, kadını istediği gibi “kullanmakta”, “gerekirse” ona şiddet uygulamaktadır. Bu şiddet, psikolojik veya fizikî olabildiği gibi, silahlı bir şiddet olarak da karşımıza çıkmaktadır. Bugünlerde kadına karşı şiddet meselesi, ölümle sonuçlanan olaylarda gündem olmaktadır. O kadar yaygındır ki, diğer hâlleri ile aile içi şiddet, mazur görülmektedir. Çünkü, aile kurumu bu şiddeti “yasal” hâle getirmiştir.

Sevgi ile başlayan ve aile kurumu içinde her türlü şiddetle yasallaştırılan bir ilişki, nasıl özgür olabilir? Belki de “yasadışı aşk”, bu yasal şiddetle birleşmiş aşkın yerine geçmelidir. Yasadışı aşk, evlenmeyi düşünmeyen bir aşk olarak günlük bilinçle reddedilen aşktır.

Bu durumda hastahanedeki protokolün “hack”lenmesi, yasal kılıfa bürünmüş kadına şiddet uygulamasının “hack”lenmesi uygun olmaz mı?

Yasalar, tekelci hâkimiyet ilişkileri ve onun gerektirdiği şiddetin örtülmesi için yapılmaktadır. Ve bu durumda yasaların her birinin hacklenmesi gereklidir.

Bir işçi, görünüşe göre özgürdür. Emek gücünü istediğine satabilir. Satmak zorundadır. Çünkü emek gücünü, emek ürünlerine çevireceği üretim araçlarından yoksundur. Yaşamını devam ettirmek için çalışmak zorundadır. Emek gücünü kime satacağı konusunda özgürdür, ama satmama hakkı yoktur. Satmaması demek, açlıktan ölmesi demektir. Açlık ve bununla birlikte işsizlik, bir çeşit şiddettir. Ekonomik şiddettir ve fizikî sonuçları vardır. Kapitalistle bir iş sözleşmesi, protokol yapar. Bu protokol, elbette yasalar çerçevesinde kapitalist ile işçinin haklarını düzenler. Sanki eşit bir sözleşme gibidir. Ama çalışmak zorunda olan işçidir. Üretim araçlarına sahip olan kapitalist ise, bu toplumsal eşitsizlik nedeni ile, işçi çalıştırma olanağına, işçinin karşısına bir kapitalist olarak çıkma olanağına sahiptir. Çalışmasının kuralları iş kanunu ile düzenlenmiştir. Yasalar, onun işgücünü satmasının koşullarını düzenlemektedir. Bu işçi, çalıştığı işyerine bağlı olarak, zaman zaman psikolojik, zaman zaman fizikî şiddet görebilir ve hatta hayatını kaybedebilir. Tıpkı aile kurumu gibi.

Tekelcilik, bu hâkimiyet ilişkilerini hem dünyanın her yanına yayar hem de belli bir alanda daha da derinlere doğru işletir. Her iki durumda da soygun vardır. Modern dünyamızda yağma, bu tekelci hâkimiyet ilişkileri içinde işlemektedir. Biz, başka bir ülkedeki fizikî varlıkların (madenler, toprak, su vb.) yağmalanmasını daha net görüyoruz, ama mesela insanın yağmalanmasını, insanın köleleştirilmesini daha az dikkatle izliyoruz. Birine daha açıkça yağma, soygun derken, ikincisine daha kabul edilebilir bir şey olarak bakıyoruz.

Birinde açıktan ölümü görüyoruz ve bu ölüme, kişinin bir kere ölümü olarak bakıyoruz.

Oysa insanın birden çok kere ölümü, daha ağır olanıdır.

Tanrıların en ağır cezası, her gün ölüp, ertesi gün yeniden dirilmek ve yeniden öldürülmek olarak tarif ediliyor. Biz insanlar bu her gün bir kere daha ölmek üzere dirilmeyi, ağır bir işkence olarak görüyoruz.

Toplumsal bir varlık olarak insan, insanlığın bir parçasıdır. Yani, insanlık yoksa, insanlar yoksa, siz insan olarak da kalamıyorsunuz. Ve her gün insanlığın öldüğü, öldürüldüğü, taammüden katledildiği bir dünyada, bir defalık fizikî ölümü bu kadar korkulacak şey olarak görmek, olsa olsa günlük düşünce sınırlarına hapsolmak ile bağlı olabilir.

Dünyanın her yerinde katliamlar oluyor, her yerinde emperyalistlerin çıkarları için savaşlar oluyor ve her seferinde insanlık bir ağır yara alıyor. Bunu seyretmek, buna şahit olmak, her gün bir parça ölmek anlamına geliyor. Bir kerelik fizikî ölümden korkmak adına, bu ölümleri seyrederek her gün ölme pahasına, çizilmiş sınırlar içinde yaşamayı kabul etmek, aslında bu düzene boyun eğmektir.

Dahası, fizikî ölümlerden çok, bize daha az görünen ya da daha az dikkatimizi çeken ölüm biçimleri, bizi “yeni normal yaşam”a alıştırmaktadır. Protokole dayalı bir yaşam. Çaresizlik hissimizi üreten bir yaşam. İşte bu yaşamı hacklemek gerekir.

Böylesi bir yaşama razı olmamak gerekir.

Tekrar örgütlü mücadeleden uzak durmaya gelelim.

Örgütlü mücadeleden uzak durma eğilimi, bugün, şu yakınmalarla birlikte var: Örgüt lazım, gelişmiş ve güçlü bir örgüt, başka türlü bu düzen yıkılamaz.

Bir yandan, düzenin nasıl yıkılacağı konusunda “teorik” olarak netmiş gibi görünen bir bilinç varmış gibi görünüyor. Ama bu bilinç, her nasıl oluyorsa, “örgütten uzak durmalı, bulaşmamak lazım” tekerlemelerini ortadan kaldırmıyor. Ömrümüzü uzatmak için, “örgüte bulaşmamak lazım” mı diyoruz? Sahi, bu bir yol mudur? Bu yolla, uzatılan ömür, nasıl bir ömürdür? Buna yaşamak demek mümkün müdür? Ayçiçeğinin güneş ile olan ilişkisi, insan olarak kalmak için yeterli midir?

Ayçiçeğinin güneş ile olan ilişkisi, bir eylemlilik değildir.

Eylemsiz insan, bir özne olabilir mi?

Eylemsizlik, savunulabilir mi?

Eylemsizlik, belki hata yapmayı azaltır, çünkü en büyük hatadır, çürümektir.

Hangi korku, yavaş yavaş ölmeyi haklı çıkartabilir?

İnsan bilincinin en açık göstergesi, insanın eylemindedir. Eylemin kendisi, bilincin açık kanıtıdır. İşçiler, kendi hakları için greve gittiklerinde, bir bilince sahip olduklarını göstermiş olurlar. Ama aynı işçiler, grev yerine, birahanede bira içerek yakındıklarında, aynı bilincin sahibi değildirler. Konuşmalarına bakarsanız, onlar, grevdeki işçiler kadar bilinçlidirler. Hatta her biri, “bizim grevimiz yetmez, ülke çapında bir genel grev gerekir” der. Ama, kendisi eylemsiz dururken, ülke çapında bir genel grevin nasıl olacağını düşünmek bile istemezler. Birileri, onlar için, ülke çapında bir genel grev örgütleyecek ve onlar da buna katılma lütfunu gösterecek gibidirler. Bu durum, grevdeki işçiden daha çok laf eden ama daha geri bir bilincin yansımasıdır.

Ben örgüte bulaşmam, çünkü, örgütlü mücadelenin risklerini bilecek kadar zekiyim, akıllıyım ama böylesi bir güçlü örgüt de lazım demek, aslında yaşamının farkında olmayan bir “bilinç” durumunun yansımasıdır. Toplumsal mücadeleyi temel almak yerine, kendi risklerini çuvala toplamak, öyle teraziye koymak, aslında, kaçkınlıktır. Değil midir?

12 Eylül yenilgisinin yarattığı bir sonuçtur bu.

Yenilgi sonrasında bir seçim yapılır. Kimisi mücadeleye devam etmek ister, kimisi ise mücadeleye yüz çevirir. Tekrar olsun, döneklerden söz etmiyoruz. Mücadeleden yüz çevirenler, yenilgiden ders olarak, örgütten uzak durmayı, riske girmemeyi öğrenirler. Mücadeleye devam edenler ise, yenilginin nedenlerini bulur ve daha gelişmiş bir örgütlü mücadeleyi nasıl öreceklerini düşünmeye başlarlar. Mücadeleden uzak durma kararı alanlar, yenilginin hatalarını başkalarına atarlar, mücadeleye devam edenler ise, hatalardan sorumlu olanlar bizzat kendileri olsun olmasınlar, hataları kendi hataları olarak ele alırlar. Çünkü hataları aşmak, daha iyisini yapmak isterler. Mücadeleden uzak duranlar, kişi olarak kendilerini korumak isterler, ama bunu hâkimiyet ilişkileri altında yeniden teslim olmak olarak ele almazlar. Oysa mücadeleye devam etmek isteyenler, kendilerini değil, mücadeleyi, örgütü ve örgütsel değerleri korumak isterler. Mücadeleden uzak duranlar, “hatasız bir mücadele” aramak uğruna, ayçiçeği gibi davranırlar. Mücadeleye devam edenler ise, yeniden hata yapmayı göze alırlar. Ayçiçeği hata yapmaz, ama eylemli insanlar hatalar yaparlar, yapacaklardır da. Birisininki bitkisel hayattır, diğerininki ise hataları ve zayıflıkları ile insana ait bir hayattır.

Kapitalist egemenlik, tekeller çağı ile birlikte, hâkimiyet ilişkileri ve onun gerektirdiği şiddet ile, toplumsal yaşamın her alanını denetlemeye başlar. Bu denetim, ille de polisiye bir denetim değildir. Bu denetim, şiddetin ideolojik, ekonomik, fizikî biçimlerini de kullanan bir denetimdir. Meta ilişkilerinin yaşamın tüm “özel” alanlarına hâkimiyet kurması, her ilişkinin kapitalist egemenliğin alanı hâline gelmesi kavranınca, devrimci mücadele dışında bir özgürleşme alanı kalmadığı açık hâle gelecektir.

Ve insan, mücadele ettikçe, sadece ve sadece mücadele ettikçe, devrimin mümkün olduğunu kavrayabilir. Okuyup anladığımız “devrimin zorunluluğu”, günlük mücadeleden uzak isek, binbir çeşit bahane ile bu uzaklığı sürdürüyorsak, bir anlam ifade etmez ve bilinç hâline gelmez. Bilgi olarak orada durur. Biz, devrimin uzak olduğuna inanmamız için sayısız kanıt bulmaya başlarız. Ama mücadeleye girdiğimiz zaman, kendimizi bu mücadelenin bir neferi olarak örgütlediğimiz zaman, bu kanıtlar tek tek yok olur ve “devrimin zorunlu olduğu” bilgisi, kitabî bir bilgi olmaktan çıkar, canlı bir şeye dönüşür, buna bilinç diyoruz.

Mesele nereden baktığımızla ilgilidir. Doğada, her türlü fikri destekleyecek yeterince kanıt bulunabilir. Önemli olan bakış açınızdır. Bilimsel çaba, sizin bakış açınıza göre verilerin nasıl anlam değiştirdiğini göstermiştir. Devrimci mücadele perspektifinden baktığınız zaman, kapitalist sistemin yıkılma olasılığını güncel bir durum olarak kavramanız mümkündür. Ama kendi eylemsizliğinizi haklı çıkarmak için bakarsanız, kapitalist hâkimiyet ilişkileri ve bunun getirdiği şiddet, size bu sistemin yıkılmaz olduğunu gösterecektir. Devrim ve sosyalizm perspektifinden baktığınız zaman, dünya sosyalist deneyiminin yenilgisini, gelecekteki zaferin kaldıracı olarak ele alabilirsiniz. Gelecek sosyalizmin üzerinde yükseleceği büyük bir miras olarak görebilirsiniz. Ama kendi eylemsizliğinizi, örgüt kaçkınlığınızı teorize etmek istiyorsanız, sosyalizmin yenilgisinin, sosyalist düşüncenin yanlışlığının kanıtı olarak görmeniz pekâlâ mümkündür.

Kaybetme, yeniden yenilme riski olsa da, dövüşülmeye değer bir şeyler için mücadeleye yeniden atılmayı, yaşamak olarak tanımlamak gerekir.

Diğeri, ölü numarası yaparak korunacağını sanma yanılgısıdır. Sizi bir düşman kurşunu öldürmezse bile, bu uzun ölü taklidi ile geçen yaşam, sizi teslim almaktadır. Azrail size bakıp, “yaşamıyor ki öldüreyim” diye gülmektedir.

Devrimci mücadele yaşamaktır.

Yaşamayı ciddiye alan, hatasız yaşam aramaz.

Kaynak: Özgür bir dünya için Kaldıraç / Ekim 2021 / Sayı 243

https://kaldirac.org/hakimiyet-iliskileri-denetim-ve-siddet-protokole-bagli-yasamlar/

Son Haberler

ÇOK OKUNANLAR

ÖZGÜR BİR DÜNYA İÇİN!

KALDIRAÇ DERGİSİ'NİN KASIM SAYISI ÇIKTIspot_img

ARTIK TELEGRAM'DAYIZ!

spot_img

DÜNYAYI İSTİYORUZ!

İŞÇİ GAZETESİ'NİN 218. SAYISI ÇIKTI!spot_img

Bizi takip edebilirsiniz

369BeğenenlerBeğen
851TakipçilerTakip Et
14,108TakipçilerTakip Et
1,920AboneAbone Ol