17.9 C
İstanbul
23 Kasım Cumartesi, 2024
spot_img

Güvenceli esneklik mi, esnekliğin güvencesi mi? – Hakkı Taşdemir

"Aslında 4857 sayılı İş Kanunu bu istihdam modelinin altyapısını kurmuştu. Bundan sonra yapılacak birkaç küçük değişiklikle tam olarak uygulamaya geçilmesi mümkün olacak. İş sözleşmeleri ve işten çıkarma ile ilgili maddelerin revizyona tabi tutulması yeterli bu iş için. Sonrasında ise keyfî işten çıkarmalar, freelancer ve GİG ekonomisi çalışanlarının artması, baskı altına alınan ücretler, sosyal hakların gerilemesi, toplu pazarlık hakkının fiilen yok edilmesi ve kıdem tazminatının bir fonda toplanması gibi sonuçlarla karşılaşılacak."

Birbiri ile çelişkili iki sözcüğü yan yana getirip bir ifade yaratmaya çalışırsanız eğer ortaya yeni bir terim değil bir gariplik çıkar. Örnek mi?

Islatmayan yağmur.

Isıtmayan yaz güneşi.

Yakmayan ateş.

Belki edebî fantezilerde kullanılabilir böyle ifadeler ancak gerçek yaşamda asla bir karşılığı olmaz bunların.

Bir örnek daha vereyim:

Demokratik despotluk. Nasıl ama?

“Güvenceli esneklik” de böyle bir şey işte. Yan yana geldiğinde asla bir uyum yaratamayacak iki sözcükten bir terim üretilmiş.

İşin etimolojik yanına bakacak olursak bu terimin esneklik anlamına gelen “flexibility” ve güvence anlamına gelen “security” sözcüklerinin bileşiminden üretilmiş olduğunu görürüz: ”Flexicurity”.

Tam da burada “durup dururken nereden çıktı böyle bir sözcük yaratma gereksinimi?” diye bir soru geliveriyor akla. Öyle ya neden gereksinme duyuldu bu sözcüğe?

Sorunun yanıtını vermek için 1990’lı yılların başına dönmek gerekiyor. SSCB’nin dağılıp dünya adına “küresel ekonomi” denilen sistemin boyunduruğu altına girerken kapitalist sistemin 1929 büyük buhranı sonrasında “can simidi” olarak gördüğü “Keynesyen ekonomi” bir anda çöpe atılmış yerini “neoliberal” denilen ekonomi modeline bırakmıştı. Bu süreçte Keynesyen ekonominin olmazsa olmazı “Fordist üretim” de yerini “esnek üretim” sistemlerine bıraktı. Bilgisayar kullanımının yaygınlaşması kontrol sistemlerinin otomasyonu gibi yenilikler de devreye girince esnek üretim tarzının değişik versiyonları ortaya çıktı ve büyük bir hızla yaygınlaştı. Bireysel çalışmayı teşvik ettiği, küçük sermaye yatırımı ile iş kurabilme olanağı sağladığı, insanların kendilerine ayırabilecekleri zamanı arttırdığı, işletmelerin rekabet gücüne (ne demekse) katkı yaptığı vb. argümanlarla tanıtımı yapılan sistem kısa zamanda ilgi gördü ve yaygınlığı devasa boyutlara ulaştı.

Ne var ki özgür zaman bolluğu, küçük sermaye ile büyük kazanç sağlama olanakları vb. vaatlerin içinin boş olduğu ve gerçekte yeni çalışma biçiminin emekçilere “güvencesiz iş ortamı” ve “işsiz kalma riski” gibi hiç de hoş olmayan şeyler getirdiği kısa zamanda anlaşıldı ve çalışan yığınlar nezdinde deşifre oldu bu “esnek üretim” denilen çalışma sistemi. Oysa sermaye bu sistemden hoşnuttu ve devamı en büyük arzularından biri idi. Sürekli istihdamdan kurtulmuş, sosyal güvenlik için yaptığı harcamaları minimize etmiş, düzenli istihdam sağlamış olduğu dönemlerde yapmak zorunda olduğu pek çok harcamayı ise emekçilerin üzerine yıkmıştı. İşçi ve emekçiler nezdinde kısa zamanda deşifre olan sistemin devamı için bir makyaj yapılması gerekiyordu. Özellikle de çalışan kesimin önem verdiği “iş güvencesi” konusunu dikkate alan bir makyajdı gereksinme duyulan. İşte “güvenceli esneklik” kavramı bu ihtiyacın bir ürünü olarak ortaya çıktı.

Kavram ilk önce Hollanda ve Danimarka’da kullanılmaya başladı. Adı geçen her iki ülkede de farklı uygulamalara konu olmakla birlikte esas itibarı ile esnek çalışma yöntemlerini korurken çalışanlara da bir gelir güvencesi, işsiz kalınan dönemlerde yaşamını sürdürebilecek bir olanak sağlanması güvencesi verilmesi üzerine kurulu bir sistemdir bu.

Elbette sistemin ilk olarak Hollanda ve Danimarka’da uygulamaya konulması bir tesadüf değil. İşçi sınıfı mücadele geleneğinin pek gelişmemiş olduğu, üretimin ağırlıklı olarak hizmet, özellikle de finans sektöründe gerçekleştiği, nüfusu fazla olmayan ancak hizmet alanlarının kârlı olması nedeni ile yüksek GSYH rakamlarına ulaşabilmiş ülkeler bunlar. Bir fikir vermek açısından şu örneği vereyim Danimarka’da çalışan nüfusun %79’u hizmet sektöründe görev yapmakta, Hollanda’da ise bu oran %81,6. Beyaz yakalıların ağırlıkta olduğu iş yaşamında doğal olarak işçi sendikalarının gücü de sınırlı kalıyor. Söz gelimi Fransa veya Almanya gibi işçi sendikalarının görece güçlü ve sol muhalefetin sesini yüksek sesle çıkarabildiği ülkelerde uygulamaya girmiş olsa idi bu kavram, literatüre girmesi bu kadar kolay olmazdı kuşkusuz.

Danimarka ve Hollanda uygulamaları başarı kazanınca konu AT gündemine geldi ve buradan çıkan tavsiye kararı ile bu çalışma modeli topluluk üyesi ülkelere işsizlik sorununun çözüm modeli olarak sunuldu. Buna göre işsizliğin azaltılması ve yeni işler yaratılması için sihirli bir formül idi sözü edilen yöntem.

Öneri sadece AT ülkelerinde değil, uzun bir süreden beri topluluk üyesi olabilmek için kapıda bekleyen Türkiye’de de karşılık buldu ve 4857 sayılı iş yasası “güvenceli esneklik” denilen yöntemin çalışma hayatına yönelik önerilerini kavramsal olarak ülkenin çalışma mevzuatına yerleştirdi.

  • Dönemsel çalışma
  • Kısmî çalışma
  • Çağrı üzerine çalışma
  • Fazla sürelerle çalışma
  • Ödünç iş ilişkisi

kavramları sermaye kesiminin alkışları arasında ülkenin çalışma mevzuatındaki yerini aldı bahse konu yasa sayesinde. Henüz “güvenceli esneklik” ifadesi telaffuz edilmemişti ancak bu çalışma yönteminin yarattığı kavramların önemli bir kısmı mevzuata sokulmuştu.

Kavramın tarihi ile ilgili bu kısa özet sonrasında “flexicurity” ifadesinin Türkçeye çevrilirken yapılan bir mantık hatasından söz edeyim. Sözcüğün orijinal hâlinde esnekliğe öncelik verilmiş güvence ise ardına eklenmiş. Türkçesinde ise “güvence” ön plana çıkarılmış. Güvenceli esneklik ifadesini İngilizceye çevirmeye kalkarsak eğer “secured flexibility” (güvenceye alınmış esneklik) gibi bir terime ulaşıyoruz. “Flexicurity”nin Türkçedeki karşılığı ise “esnek güvence” gibi bir terime denk geliyor. Bu mantık hatasının bilinçli bir tercihten kaynaklandığını düşünmekteyim. Güvence kavramını ön plana çıkarmak sureti ile yeni çalışma biçiminin propagandasını yapmış olmalılar. Öyle ya hem esnek çalışacaksın hem de güvence altında olacaksın bundan iyisi ne olabilir?

Bu terim Türk diline 2010’lu yıllarda girmeye ve bahse konu yılların ortalarından itibaren de önce utangaç bir biçimde ardından da yüksek sesle telaffuz edilmeye başlandı. Altyapının yeterli olduğunu düşünmüş olmalılar ki Eylül 2023’te kamuoyu ile paylaşılan OVP’de açıkça belirtildi hedef:

Çalışma yaşamına “güvenceli esneklik” ilkelerinin egemen olması, diye tanımlamanın mümkün olduğu bu hedefin işçi ve emekçilere neler getirmek üzere olduğunu da yurtdışı uygulamalarından yola çıkarak açıklamaya çalışalım.

İstihdam politikalarında güvence ile esneklik arasında bir denge oluşturmayı hedeflemekte imiş. Böyle söyleniyor.

Güvence ile esneklik arasında denge mi olurmuş?

Esneklik olmasın diye güvence var gerçekte.

İş yasaları esnekliği engellemek için yapıldı bugüne kadar.

Keyfî işten çıkarmaların engellenmesi için getirilmiştir iş güvencesi.

İşçilerin kendilerini yeniden üretebilecek zamanı bulabilmeleri için günlük ve haftalık çalışma süreleri sınırlandırılmıştır örneğin.

İşçi kendine ayıracağı zamandan fedakârlık yapıp da çalışmaya devam ederse bunun maddi ödülünü alsın diye zamlı ödenir fazla çalışma ücretleri.

Örnekleri çoğaltmak mümkün ancak gereksiz elbette. Sözün özü hukukun mantığına uygun olarak sermayenin saldırganlığına bir sınır getirilmesi amacı ile hazırlanmıştı iş yasaları bugüne kadar. Şimdi ise şemsiye tersine dönüyor. Sermaye kesiminin taleplerinin önündeki engeller kaldırılıyor birer birer.

Üstelik bu durum çalışanlar açısından bulunmayacak bir fırsat gibi sunuluyor işçi ve emekçilere. Örneğin çalışma sürelerindeki sınırların kaldırılması “dileyenin dilediği kadar çalışma olanağı” diye sunulmakta. Fazla çalışma ücreti yok elbette. Aslında sabit saat ücreti de yok. Asgarî düzeyde belirlenmiş bir taban ücrete ek olarak getirilmiş bir prim sistemi almış onun yerini. Böylece çalışanlar arasındaki dayanışmanın yerini de rekabetin alması hedeflenmiş. Ama bunlardan belki de daha önemlisi “iş güvencesi” kavramı rafa kaldırılmış. İstihdam güvencesi almış bu kavramın yerini.

“Ne fark var arada?” diye sorulacak olursa eğer, “çok fark var” olur yanıtım.

Her şeyden önce keyfî işten çıkarmaların önünü açmakta “istihdam güvencesi” ifadesi.

“İşçi bir işten çıkartıldığında eğer bazı yeteneklerini geliştirmiş ise yeni bir iş bulabilir” düşüncesinin ürünü bu istihdam güvencesi terimi. Bireye yaşam boyu eğitim almayı ve sürekli öğrenmeyi salık veriyor. İşçiye “işten atılmaktan çekinme yeni işler bulabilirsin” mesajı veriyor adeta. Bunun için yapması gereken tek şey ise kendini geliştirmesi. İnsanın sürekli olarak kendini geliştirmesi güzel bir şey elbette. Ancak bu gelişimi gerçekleştirdi diye neden işini kaybetsin? Bu sorunun yanıtı yok yeni sistemde.

Ne yapılıyor? İşini kaybeden işçinin yeni bir iş bulabilmesini kolaylaştıracak eğitimler veriliyor, farklı alanlarda yeteneklerini geliştirmesine yardımcı olunuyor ve yeni bir iş buluncaya kadar geçecek sürede asgarî bir gelir güvencesi veriliyor. Bu eğitimlerin ve gelir güvencesinin kaynağı ise yine işçinin hak ettiği ücretten kesilen paralarla oluşturulmuş fonlardan karşılanıyor. Sistemde işçiye sağlanan tek güvence bu.

Karşılığında neleri mi yitiriyor?

İş güvencesini, çalışma sürelerinin kısıtlanmasını, fazla çalışma yaptığı zaman yüksek ücret alma hakkını, işçi sendikalarına üye olup toplu iş sözleşmesi yapma hakkını. Şimdilik bu kadar. Şimdilik bu kadar da zamanla emeklilik dâhil pek çok hakkını yitirirse şaşırmayacağım. Hani meşhur sözdür, perşembenin gelişi çarşambadan bellidir, denir ya. Şimdiden emeklilik fonlarının kısıtlanması, emeklilik güvencesinin özel sigorta şirketlerine devredilmesi fikirleri dolaşır oldu bazı çevrelerde.

AT, istihdam politikalarını yakın gelecekte bu perspektif tahtında düzenleyecek besbelli.

Elbette bütün bu değişiklikler sermayenin saldırgan ve doymak bilmez politikalarının bir ürünü. Uygulamada elde edilen sonuçlar da bunu doğrulamakta zaten.

İşsizliğe çözüm diye sunulan bu çalışma biçiminin şu ana kadar gerçekleşen örnekler incelendiğinde bu durum açıkça ortaya çıkıyor. Sonuçlar gerçekten dehşet verici.

Son on beş yıl içerisinde AT çalışma istatistikleri içinde yapılan bir gezinti bu duruma net bir biçimde ortaya koyuyor. Bahse konu istatistik verilerine göre son on beş yılda çalışma yaşamına girenlerin üçte birinden fazlası kısmî statüde (part-time), üçte birine yakını ise dönemsel statüde (geçici iş ilişkisi) çalışmaktalar. Dolayısı ile standart işlere girip çalışabilenler geride kalan on beş yılda yaratılmış olan istihdamın ancak üçte birlik kısmını oluşturmakta. Yeni çalışma biçimi kapsamında istihdam edilenler standart çalışma biçimine göre iş bulabilenlere oranla %35 daha az gelir elde etmekteler (Bu rakamlar ortalamaları göstermekte, elbette yeni çalışma biçimine göre istihdam edilip yüksek gelir elde edenler de var. Bu insanlar sistemin reklam aracı olarak da kullanılmaktalar. Ancak sayıları genel ortalamaya önemli bir etki yapmıyor ve yeni çalışma biçimine göre istihdam edilenler standart işlerde çalışanlara oranla daha az gelir elde ediyorlar. Ücret dışındaki hak kayıpları da ayrıca önem arz etmekte). Bu durumun devamı hâlinde yakın gelecekte, standart çalışma biçimi tahtında istihdam edilenlerin sayısında önemli azalmaların meydana geleceği çok açık.

Peki bu uygulama sermaye çevrelerinin iddia ettikleri gibi işsizlik sorununun çözümü konusunda yaralı olabilmiş mi?

Bir de ona bakalım isterseniz.

AT ideologlarının sık sık referans olarak gösterdikleri Danimarka ve Hollanda’da yapılan araştırmalar, geride bırakmış olduğumuzu umduğumuz pandemi sürecinde daralan ekonominin etkisi ile bu ülkelerde işsizlik oranının artmış olduğunu göstermekte. Bu veriler ışığında yeni çalışma biçiminin işsizliğe çözüm olup olmayacağı tartışılmaya başlandı akademik çevrelerde. Onlar tartışadursunlar yine Danimarka ve Hollanda deneyimlerinden ortaya çıkan bir başka sonuca yer verelim yazımızda. Buna göre güvenceli esneklik denilen uygulama ile işgücü piyasasında dezavantajlı konumda olan göçmenleri, vasıfsız isçileri ve sağlık problemi olanları istihdam sisteminin dışına ittiği ortaya çıkmış. Gerçi bu deney her ülkede aynı sonucu vermeyebilir ancak yine de her ülkede toplumdaki bazı kesimleri dışlayacağını düşünmek mümkün bu uygulamanın (Hangi kesimlerin dışlanacağını ise ülkeye özel koşullar belirler kuşkusuz).

Yine Danimarka ve Hollanda’da yapılmış olan bir araştırmanın sonuçlarından söz etmek istiyorum. Bu araştırmaya göre esnek istihdam biçimleri tahtında çalışmakta olanlar, standart istihdam olanakları ile çalışmakta olanlara oranla ekonomik açıdan daha kırılgan, güvensiz, az kazançlı ve gelecekleri hakkında endişeli bireyler olmaktadırlar. Bu durumun daha vahim hâli ise AT tarafından gerçekleştirilen Lizbon Stratejisi sonrasında Portekiz’de de görülmüştür. Söz konusu strateji ile birlikte Portekiz’de meydana gelen sosyal politika dönüşümü, ülkedeki aktif işgücünün %40’ının güvencesiz işlerde istihdamı ile sonuçlanmış güvencesiz çalışma koşullarının zorla dayatılması sonucu Portekiz işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşulları dramatik biçimde kötüleşmiştir.

Bütün bu aktardıklarımdan yola çıkarak bir değerlendirme yapacak olursak sermayenin dayatmış olduğu “güvenceli esneklik” istihdam biçimi pratikte esnekliğin alabildiğine arttığı ancak güvencenin minimize edildiği bir model olarak çalışma yaşamındaki yerini almıştır diyebiliriz.

Güvenceli esneklik kavramı ile sermaye atipik istihdamın yaygınlaştırılmasını, emek cephesi mensuplarının ise iş güvencesini sınırlandırmakla kalmayıp başta sosyal güvenlik olmak üzere asırlar boyu süregelen mücadele sonucu elde etmiş olduğu hakları kısıtlamayı hedeflemiş ve (ne yazık ki) bu çabası sonucunda önemli kazanımlar elde etmiştir.

İşin daha da hüzün veren yanı AT ülkelerindeki sendikalar ve STK’ların konu ile ilgili tüm mesailerini “güvenceli esneklik” denilen istihdam biçiminin çalışanlar üzerindeki negatif etkisini azaltma yönünde harcamaları ve bu çalışmayı yaparken söz konusu istihdam modelini yaratan güçleri ve koşulları yığınlar nezdinde teşhir etmeyi ihmal etmiş olmalarıdır.

Buraya kadar OVP’de sözü edilen “güvenceli esneklik” kavramının nasıl bir şey olduğunu açıklamaya çalıştım. Programda bu kavrama uygun istihdam biçimlerinin yaygınlaştırılacağı söylendi. Aslında 4857 sayılı İş Kanunu bu istihdam modelinin altyapısını kurmuştu. Bundan sonra yapılacak birkaç küçük değişiklikle tam olarak uygulamaya geçilmesi mümkün olacak. İş sözleşmeleri ve işten çıkarma ile ilgili maddelerin revizyona tabi tutulması yeterli bu iş için. Sonrasında ise keyfî işten çıkarmalar, freelancer ve GİG ekonomisi çalışanlarının artması, baskı altına alınan ücretler, sosyal hakların gerilemesi, toplu pazarlık hakkının fiilen yok edilmesi ve kıdem tazminatının bir fonda toplanması gibi sonuçlarla karşılaşılacak. Yani sermayenin istihdam koşulları esnekleştirilirken çalışanların güvencesi gasp edilecek. Yazının başlığında belirtmiş olduğum gibi “esnekliğin güvencesi” hayata geçirilecek. Gidişat o yönde.

Bu gidişatın engellenmesi için emek cephesinin kararlı bir biçimde OVP ile kurumsallaştırılmak istenen atipik istihdam uygulamalarına karşı çıkması ve direnmesi gerekmekte.

Son Haberler

ÇOK OKUNANLAR

ÖZGÜR BİR DÜNYA İÇİN!

KALDIRAÇ DERGİSİ'NİN KASIM SAYISI ÇIKTIspot_img

ARTIK TELEGRAM'DAYIZ!

spot_img

DÜNYAYI İSTİYORUZ!

İŞÇİ GAZETESİ'NİN 218. SAYISI ÇIKTI!spot_img

Bizi takip edebilirsiniz

369BeğenenlerBeğen
851TakipçilerTakip Et
14,108TakipçilerTakip Et
1,920AboneAbone Ol