Bülent Uluer bir simgeydi. 1974-75 ders yılındaki büyük boykotla birlikte solcu olan bizim gibiler için, grup-fraksiyon ayrılıkları hepimizin topluca hareketini imkânsız kılana kadar, bir nevi işaret fişeğiydi. Onun ardından, onun üzerine yazmaya kalkıyorum, kendimi hep koca bir solcu kuşağından bahsederken buluyorum. Belki de Bülent’in ardından, onu anlatmak üzere söylenebileceklerin arasında esas bu laf mutlaka bulunmalıdır. Yoksa hüznün üzerimize sinişinden mi bahsetmeliyim?
Tanıdık bir ağacın kesilmiş gövdesinden, yere yapışmış o esrarengiz ve çaresiz surat kalır; iç içe çemberlerden oluşan bir bitimsiz hikâye anlatır. Çemberler vuruk, kırık, eğri büğrü, birbirleriyle uyumlu, bildiklerimizle uyumsuzdur. Daha dün dallarını göğe uzatan ağaca, vaktiyle çıkmıştınız, sayılmaz; ip germiştiniz, sayılmaz; çakıyla bir şeyler kazımıştınız gövdesine, ses çıkarmamıştı, sayılmaz. Şimdi ondan kalanın üzerine basıp geçebilirler. Toprak altında ikinci bir hayatı, karanlıklara uzanan azimli kökleri yakıştıramayacağınız, oraya öylesine konuvermiş gibi bir çerçevenin içerisinde, tuhaf şeyler anlatan bir surat, kavrayamayacağınız şeyler imâ eden bir kadim tasvir veya çocukların şuna buna benzetip gülüşecekleri anlamsız şekiller. Ağaç vardı burada. Tırmanmıştınız, yaprak koparmıştınız, gölgesinde ömrünüzün bir kısmını geçirmiştiniz. Artık yok.
Durak vardı. Ardında alçak duvar, yanında tabela, öbür yanında ağaç. Duvara ilişip beklerdiniz. Duvarı yıktılar. Durak kaldırıldı. Otobüs buradan hakaret gibi, küçümseme gibi, takmama, görmeme, bakmama gibi geçiyor. Kimse burada durup, sıcakta vah vah ederek, soğukta yerinde sıçrayarak beklemiyor artık.
Alçak duvar köşeye kadar uzanırdı. Çeşme vardı. Tam köşede. Köşeyi köşe olmaktan çıkarırdı. Eridi önce. Kendi kendine yıkıldı yıkıldı. Eskiden mermeri parlardı. Eskiden parlayan mermerinin toza bulanmış parçalarını molozun arasından hâlâ göstermeye çalışırdı. Suyu çoktandır akmazdı. Üstünde karalamalar. Günün birinde gelip ölümcül darbeyi vurdular.
Eksildiğimizde isimlerimizi kesilmiş ağaçlara, kaldırılan duraklara, yıkılmış çeşmelere verseler..?
Oya (Baydar) Abla, bir düğün fotoğrafını anlatırken, Bülent’in ardından söyleyebileceğim lafları ağzımdan aldı. Lütfen okuyun; kendini kaybetmeden kendini ortaya sürmüş bir devrimcinin anısına, okuyun. Birbirini düğün fotoğraflarından derhal teşhis edebilecek insanlarız; düğün fotoğraflarımız düğün fotoğraflarına benzemez; yine de düğün fotoğraflarıdır. Taner (Akçam), “İdeallerine sevdalı olup, sevgili olmayı ve sevgiliye çiçek vermeyi kabahat sayabilecek insanlar topluluğu”nun eksilişinden tuttu anlattı. Özellikle genç okurlarım, bu iki yazıyı lütfen okuyun, “devrimci” demekle işin bitmediğini, anlatılmamış çok şey olduğunu bir kenara yazın. Belki kalanlarımızın hayalinde adlarımız birer birer, yıkık çeşmelere, kaldırılmış duraklara verilirken sahiden tanışma şansımız olur.
Bülent Uluer bir simgeydi. 1974-75 ders yılındaki büyük boykotla birlikte solcu olan bizim gibiler için, grup-fraksiyon ayrılıkları hepimizin topluca hareketini imkânsız kılana kadar, bir nevi işaret fişeğiydi.
Onun ardından, onun üzerine yazmaya kalkıyorum, kendimi hep koca bir solcu kuşağından bahsederken buluyorum. Belki de Bülent’in ardından, onu anlatmak üzere söylenebileceklerin arasında esas bu laf mutlaka bulunmalıdır.
Yoksa hüznün üzerimize sinişinden mi bahsetmeliyim?
Şimdi ağaç kesilmiş, durak kaldırılmış olabilir. O vakit biri yemyeşil, öbürü kalabalıktı.
Güle güle Bülent Uluer. Hayatına istediği mânâyı verebilen insanlardan oldun; bu yüzden gözlerini iç rahatlığıyla kapatmış olmalısın. Senden razıyız.
(MARUZAT: Değerli okurlarım, çok uzun zamandır aralıksız haber takip ediyor ve güncel yazı yazıyorum, sanırım biraz yoruldum, yazılarıma biraz ara verip sonra devam edeceğim. Yani “yazarımız yıllık izninin bir bölümünü…” demek istiyorum.)