Fikret Başkaya’ya göre Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman tam laik olmadı. Başkaya, siyasal İslam’ın da ilerici, seküler, sol, ulusçu, anti-siyonist hareketlerin önünü kesmek için peydahlandığını belirtirken, şunu ekliyor: “Dinci gericilik, yükselen dalgayı kırma işlevine koşuldu ama artık bundan sonra bir işe yaraması pek mümkün değil.”
Fikret Başkaya siyasal ‘siyasal İslam’ın bir dalga kıran işlevi görmek üzere peydahlandığını ve sahaya sürüldüğünü söylerken şöyle devam ediyor: “İslam dünyasında da ilerici, seküler/sol/ ulusçu, anti-siyonist hareketlerin önü kesilmek isteniyordu. Dinci gericilik, yükselen o dalgayı kırma işlevine koşuldu ama artık bundan sonra bir işe yaraması pek mümkün değil.”
Başkaya’ya göre Türkiye toplumuna şeriat dayatmasının başarıya ulaşması da zor. Başkaya, “Her şeye rağmen bu ülkede iki yüz yıl kadar gerilere giden seküler, ilerici, demokrat, sosyalist, ‘aydınlıkçı’ bir damar var. Belirli bir eşikten sonra bu kesimin ayağa kalkıp, bu dinci gerici saldırıyı püskürteceğini umut ediyorum” diyor.
Başkaya ile cumhuriyet’in kuruluşundan bugünü Türkiye’deki laiklik tartışmalarını konuştuk.
Cumhuriyet kurulduktan sonra iki kurum, laiklik ve ordu çok tartışıldı, tartışılmaya da devam ediyor. Daha uzun yıllar da edecek gibi görünüyor. Öncelikle, Cumhuriyetin kuruluş sürecinde, tarikat ve cemaatlarını bir etkisi/ desteği oldu mu?
Kuvayı Milliye döneminde, daha doğrusu Cumhuriyetin kurulmasına giden süreçte, cemaatlerin hiç bir rolü yok, zira o dönemde bu günkü anlamda ‘cemaatler’ mevcut değildi. Cemaatler daha sonrasında ortaya çıkıyor. İlk defa 1930’lu yıllarda ‘Nurculuk’ peydahlanıyor ama kayda değer bir etkinliği yok. Kuvayı Milliye döneminde devlet dini ikiye bölündü: Padişahçılar ve Kuvayı Milliyeyiciler… Mesala Denizli müftüsü radikal bir Kuvayı Milliye taraftarıydı… Cemaatlerin asıl önem kazandığı dönem, 1960 sonrasına rastlıyor. Zaten 1923-1945/50 döneminde dinin pek bir etkinliği yoktu. Asıl emperyalist savaş sonrasında ve çok partili hayata geçildiği dönemde din önem kazanmaya başlıyor. Cemaatlerin bir aktör olarak ortaya çıkması ve etkinlik kazanması da sadece Türkiye’nin mülk sahibi sınıflarının ve TC’nin bir marifeti değildi. Suudi Arabistan’ın ve ABD’nin (ve tabii NOTO’cu cephenin) önemli rolü var. Suudilerin muazzam ekonomik desteği var. Bu üçünün amacı da özellikle 1950’li yılların sonundan itibaren etkili bir aktör olarak sahneye çıkan ilerici, demokrat, sol-sosyalist, anti-kapitalist, anti-emperyalist hareketin önünü kesmekti… Siyasal İslam, bir dalga kıran işlevi görmek üzere peydahlandı, desteklendi, sahaya sürüldü… İslam dünyasında da ilerici, seküler/sol/ ulusçu, anti-siyonist hareketlerin önü kesilmek isteniyordu. Dinci gericilik, yükselen o dalgayı kırma işlevine koşuldu ama artık bundan sonra bir işe yaraması pek mümkün değil…
‘SİZ DİNE KARIŞIRSANIZ DİN DE SİZE KARIŞIR’
Mustafa Kemal ve arkadaşları Cumhuriyet rejimini tercih ettikten sonra Şeyhülislamlığı kaldırdılar. Yerine Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurdular. Diyanet İşleri Başkanlığı diye bir kurumun varlığı, laiklik ilkesi karşısında ne demeye geliyordu?
Bir rejimin ‘laikliğinden’ söz etmenin vazgeçilmez koşulu, dinin hiç bir politik işlev üstlenmemesi ve devletin de hiç bir dini işlev görmemesi, daha doğrusu dine karışmamasıdır… Zira siz dine karışırsanız, din de size karışır… Bu da demektir ki, gerçek anlamda laiklikten söz edebilmek için, din mutlaka devletin dışında olacak… Ve devlet tüm dinlere, inançlara, düşünce odaklarına eşit mesafede duracak. Bu bakımdan Türkiye’deki rejim ancak yarı-laik sayılabilirdi zira, devletin göbeğinde Diyanet İşleri Başkanlığı diye devasa bir kurum var. Aslında ona ‘Din İşleri Bakanlığı’ denmesi gerekiyor. Tabii durumu nüanse etmek gerekir zira başlarda bu günkü ağırlığı yoktu. Ağırlığının ne zaman neden arttığı da malûm…
Bunca farklı inançlar var iken, işte Hristiyanlar, Museviler, Aleviler, Ateistler gibi, Diyanet İşleri Başkanlığı sadece Sunni Müslümanlara çalışıyor… Herkesten vergi alınıyor ve sadece Sunni Müslümanlar için kullanılıyor… Böyle laiklik olur mu?
Elbette olmaz. Dediğim gibi Türkiye Cumhuriyeti baştan itibaren laik değildi. En fazla yarı-laikti. Başlarda dinin etkisi önemsizdi ama ilerleyen dönemde din mülk sahibi sınıflar ve onların devleti tarafından politik amaçlar için araçsallaştırıldı, kullanıldı. Şimdilerde sınırlı laikliği de tasfiye etmek için yoğun bir çaba harcanıyor… Şeriatı dayatmak için her şeyi yapıyorlar, her yolu deniyorlar.
Dayatabilirler mi?
Eğer öyle bir şey gerçekleşirse, ortada Türkiye Cumhuriyeti diye bir şey kalmaz. Şahsen öyle bir şeyi başarabileceklerini sanmıyorum. Zira, her şeye rağmen bu ülkede iki yüz yıl kadar gerilere giden seküler, ilerici, demokrat, sosyalist, ‘aydınlıkçı’ bir damar var. Belirli bir eşikten sonra bu kesimin ayağa kalkıp, bu dinci gerici saldırıyı püskürteceğini umut ediyorum. AKP toplumu 1300 yıl geri götürmek istiyor, lâkin böyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıdır… Tarihte geriye dönüş mümkün değildir ama her zaman o tür hezeyanlara kapılanlar da eksik olmuyor… Zira, 40 yaşındaki adama 8 yaşındaki çocuğun ceketini giydiremezsiniz… Bu olmayacak duaya amin demektir ve hiç bir kıymet-i harbiyesi de yoktur.. Beyhude bir zorlamadan ibaret… Beyhude bir zorlama ama topluma çok büyük zararlar verdiği de bir vakıa…
‘DİYANETİN YEGANE MİSYONU TOPLUMUN BİLİNÇLENMESİNİ ÖNLEMEKTİR’
Bu aşamada ister istemez şöyle bir soru akla geliyor. Bu ülkenin egemen sınıfları dini araçsallaştırıp-kullanmayı neden önemsiyorlar. Aslında amaçlanan ne?
Neden çok basit. Halk kitlelerinin gerçek yurttaşlar olmasını engellemek istiyorlar. Zira gerçek yurttaş, ülke sorunlarıyla, politikayla ilgilenendir. İtilip-kakılmaya, aşağılanmaya razı olmaz! Bizdeki yurttaş (vatandaş) kelimesi bir bakıma Fransızca citoyen kelimesinin çevirisidir ve etimolojik olarak, Latince köken olarak citoyen, sitenin sorunlarıyla ilgilenen anlamındadır. O zamanlar site de devlet demek olduğuna göre, politikayla ilgilenen anlamındadır. Din aracılığıyla toplumu ne kadar köleleştirirlerse, iktidarlarını da o kadar garantiye alacaklarını, kalıcılaştıracaklarını düşünüyorlar. Zira dinler, bireysel ve toplumsal bilinçlenmenin panzehiridir. Diyanetin yegane misyonu, toplumun bilinçlenmesini, kendi kaderine sahip çıkmasını, insanın haysiyetli bir politik özne olmasını önlemektir… Dolayısıyla, kendilerine laik diyenlerin mutlaka Diyanet İşleri Başkanlığı’nı sorun etmeleri gerekiyor.. Zira, hem laikliği ağzından düşürmeyeceksin ve hem de devletin dine bunca müdahale etmesine ses çıkarmayacaksın, DTB’yi sorun etmeyeceksin… Bu rahatsız edici bir çelişkidir…
Eğer Türkiye’de durum söylediğiniz gibiyse, Batı’da, Avrupa’da laiklik ilkesi bakımından durum nasıl?
Orada, Hristiyan dünyada din-devlet ilişkisi bizdekinden, İslam ülkelerindekinden farklıydı. Bizde din her zaman devletin içinde ve onun bir bileşeniydi. Bu taa baştan itibaren öyleydi… Bir egemenlik ve meşrulaştırma aracı olarak, doğrudan devletin, politikanın, egemenliğin hizmetindeydi… Avrupa’da din (Hristiyanlık) ekseri devletten ayrı bir kurum olarak var oldu. Bizzat kendisi doğrudan bir sömürü ve zulüm odağı ve aracıydı. Orada bir bakıma ikili egemenlik durumu vardı. Halk hem devletin ve hem de kilisenin baskı ve sömürüsüne maruzdu ve Hristiyanlık (din) halkı bezdirmişti. Dolayısıyla orada aydınlanmacı-laik hareket halk nezdinde bir müttefik bulabilmişti. Bu durum, laikliğin yerleşmesi için uygun bir zemin yaratmıştı. Bu yüzden oradaki laiklik pratiğinin bir maddi temeli vardı. Bizde böyle bir şey yoktu ve laik/seküler hareket dini hep dikkate almak zorundaydı. Tabii, Türkiye’de gerçek anlamda bir ‘aydınlanmanın’ yaşanmamış olması, ‘Eski Rejim’ ve onun egemen ideolojisiyle cepheden bir hesaplaşmanın yaşanmamış olması işi daha da zorlaştırmıştı… Genel bir çerçevede Padişahın kulu, tam olarak Cumhuriyetin yurttaşı olamadı ki, bu durum dinci bezirganların işini kolaylaştırdı…
‘HENÜZ TAM YURTTAŞ OLAMAMA DURUMU VAR’
Bu vesileyle aklıma gelen bir şey var: 1965’in 7-8-9 Martın’da Zonguldak’ta maden işçileri kendilerine yapılan haksızlıklar karşısında ayaklandı. Şehirde bazı mağazalar yakıldı, yıkıldı arabalar ters çevrildi. Maden işçileri bugünkü Hükümet Meydanı’nda toplanmıştı. Donemin valisi, Emniyet Müdürü, işçileri ikna etmek, yatıştırmak için konuşmak istediler ama her iki bürokrat da sert tepkiyle karşılanmıştı. Ancak İl müftüsünün, yapılan eylemin dinde yeri olmadığını açıklaması üzerine, işçilerin tepkisi kısmen kırılabilmişti. Benzerlik taşıyan bir başka eylem DİSK Maden-İş’in 16 Eylül 1976 Başlattığı eylemde TRT’de Kuran okutularak işçilerin eylemine son verilmek istenmişti. Bu durumu nasıl okumak gerekir…
Aslında hatırlattığın bu iki anektot yukarda söylemeye çalıştığımı doğruluyor. Henüz ‘tam yurttaş’ olamama durumu var, sınıf bilinci zaafı var ama mücadele etmeden de öyle bir bilinç mümkün değil… Nitekim, ‘işçi sınıfı mücadele ettiğinde sınıftır’ denmiştir… Dinin etkisinin hala önemli olduğunu gösteriyor. 1965 yılında SBF’de son sınıf öğrencisiydim ve Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesiydim. Durumu anlamak üzere bir grup öğrenci ve iki de hocamızla birlikte o olaydan 2 ay kadar sonda Zonguldak’a gittik. Fırsat buldukça işçileri toplayıp bir şeyler anlatmaya çalışıyordum, daha doğrusu TİP’in programını, işçi sınıfı iktidara gelirse neleri nasıl yapacağını anlatıyordum. Bir seferinde oldukça kalabalık bir kitleye heyecanlı bir konuşma yapmıştım… İşçiler tepkisiz dinlediler… Sonra içlerinden biri öne çıktı. Küçümseyici bir eda ile, “Hoca, iyi konuşuyorsun da bu söylediklerini bu adamlar mı yapacak? Memleketi bunlar mı yönetecek” türü şeyler söylemişti… Aslında sınıf bilinci o düzeyken, işçilerin benim söylediğimden çok imamın söylediğine daha yatkın olmaları şaşırtıcı değildi… Elbette bu hep böyle olacak demek de değil… Nitekim durum 52 yıl öncesi gibi değil…
Kapitalist üretim ilişkilerinin hakim olduğu toplumlarda laiklikten ne kadar söz edilebilir veya kapitalist toplumda laiklik olur mu?
Kapitalizm ‘Eski Rejim’e ve onun ideolojisine, karşı ve rağmen kendini dayatabildi. Kapitalizmin laiklikten pek bir şikayeti olmaz. Zira, egemen olabilmek, kendini dayatabilmek için eski formların ve ideolojik yapıların etkisizleştirilmesinde çıkarı vardı… Ama aynı şey devletler için her zaman geçerli değildir. Dolayısıyla kapitalizmin laiklikle çatışması diye bir şey yok. Kapitalizmde laiklik pekala olur da insanlık olmaz… Geride kalan dönem öyle olduğu anlaşıldı…
Gazete Duvar/Ahmet Külsoy