İklim krizi, savaşlar, göçler, salgınlar, yoksulluk, açlık… Bu tablodan çıkış nasıl mümkün olabilir? “Azgelişmişliğin Sürekliliği”, “Paradigmanın İflası” gibi kitaplarıyla başlattığı düşünce dizisini geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Çıkış Buradan: Perspektifi ve Paradigmayı Değiştirmek”le sürdüren yazar-akademisyen Fikret Başkaya’yı dinliyoruz.
Yeni kitabınız Çıkış Buradan için “Paradigmanın İflası’yla başlayan yolculuğun önemli bir durağı” diyorsunuz. 1991’de yayınlanan, resmi ideolojiyi eleştirdiğiniz Paradigmanın İflası’ndan eko-sosyalist bir paradigmayı çözüm olarak işaret ettiğiniz Çıkış Buradan’a bir hat çizecek olursanız, ne söylersiniz?
Fikret Başkaya: Mülkiye’den mezun olduktan sonra doktora yapmak üzere 1966’da Fransa’ya gittim. Sorbonne’da ilk yaptığım akademik çalışma Küba’da planlama üzerineydi. Birleşmiş Milletler 1960-1970 aralığını Birinci Kalkınma On Yılı ilan etmiş, Kanada’nın eski başbakanlarından Lester Pearson başkanlığındaki bir komisyondan on yılın değerlendirmesini istemişti. O vesileyle hazırlanan rapor 1970’te yayınlandı. Hocam Jean Gabillard benden o raporla ilgili bir çalışma yapmamı istedi. Ben de ikinci akademik çalışmam olan Pearson Raporu ve Azgelişmişlik’i yazdım. Az Gelişmiş Ülkelerde Sanayileşme başlıklı doktora tezimi tamamlayıp Türkiye’ye döndüm. Türkiye’ye döndükten sonra ilk yazdığım kitap Az Gelişmişliğin Sürekliliği oldu. Daha sonra, arada başka kitaplar olmakla beraber, Paradigmanın İflası’nı yazdım. Onu Yeni Paradigmayı Oluşturmak, Başka Bir Uygarlık İçin Manifesto, Çöküş – Kapitalizmin Nihai Krizi Üzerine Bir Deneme ve Eko-Sosyalist Bir Paradigma: Komünist Topluma Giden Yol takip etti. Son olarak da Çıkış Buradan’ı kaleme aldım.
Bütün bu kitaplardaki tema “mevcut durumdan nasıl çıkılabilir?” sorusuna odaklı aslında. Dolayısıyla aralarında bir tamamlayıcılık ve süreklilik var. Amacım sorunlar ve çözüm yollarına dair bir netleştirme sağlamak. Son kitabımı da bu bütünlük içinde ele almak, bu dizinin sonuncusu olarak görmek gerekiyor. Kapitalist dünya sistemini ve Türkiye’deki rejimin eleştirisini konu alan kitaplar hepsi, çünkü anlamayı ve aşmayı sorun ediyorlar. Eleştirmek son derece önemli, ama radikal olmak kaydıyla.
“Radikal eleştiri”den kastınız nedir?
Radikal olmayan eleştiri sorunun etrafında dolanmaya yarar. Radikal eleştiriyse sorunların kaynağına iner ve onları kaynağında kavrar. Entelektüelin misyonu sadece eleştirmek değildir ya da eleştiri tek başına amaç değildir. Eleştiri değiştirmeyi, dönüştürmeyi potansiyel bir olasılık haline getirir. Tabii radikal eleştiri. Amaç, çözüme giden yolu aralamaktır.
Paradigmanın İflası’nın birkaç yıl önceki yeni baskısına yazdığınız önsözde, kitabı şimdi yazsanız adını “Çöküş” koyacağınızı söylüyorsunuz. Neden?
Paradigmanın İflası’nda, yayınlandığı tarih itibariyle (1991), geride kalan doksan yılın eleştirisi var. Aradan geçen zamanda kafamdaki sorun daha da netleşti. “Çöküş” otuz yıl sonrasını daha iyi ifade ediyor.
“Türkiye artık bir çöküş tablosuna hapsolmuş durumda” diyorsunuz son kitabınızda da. Yaşananın bir “kriz” değil, “çöküş” olduğunu vurguluyorsunuz. Yaşananı kriz değil de çöküş olarak nitelemek neden önemli? Bir krizden çıkış mümkün, ama çöküş için aynı şeyi söyleyemeyiz, o bakımdan mı?
Kriz verili denge durumundan, “normalden” bir sapmayı ifade eder, ama geri dönüşü, normale dönüşü de ima eder. Mesela “kalp krizi, sinir krizi geçirmiş” denir. Potansiyel bir geri dönüşü belirtir. Çöküş dendiğindeyse artık geri dönüşü olmayan eşik aşılmıştır. Bu da artık işlerin eskiden olduğu gibi yürümesinin mümkün olmadığı anlamına gelir, eski önlemlerin, politikaların bir işe yaramadığı durumu ifade eder.
Önceki dönemlerdeki krizler bileşenlerin birini, ikisini angaje ediyordu, şimdi tamamını. Üstelik her biri diğerlerini azdırmak kaydıyla. 1929 kapitalizmin en büyük krizlerinden biriydi, ama ekonomik ve sosyal veçheleri kapsıyordu. Şimdilerde krizde olmayan bir şey yok. Belki “bunama” durumu daha iyi ifade ediyor. “Bunama” geri dönüşün artık mümkün olmadığı eşiğin aşılmasıdır.
Eğer bir sosyal sistem, bir üretim tarzı, bir uygarlık verili yasal ve kurumsal çerçeve dahilinde toplum çoğunluğunun temel ihtiyaçlarını asgari düzeyde bile karşılayamaz duruma gelmişse orada artık krizden değil, çöküşten söz etmek gerekir. Nedir temel ihtiyaçlar? Gıda, barınma, ısınma, sağlık, güvenlik, eğitim, ulaşım… Bunlar asgari düzeyde bile karşılanamıyorsa artık kriz kelimesi o durumu açıklamakta yetersiz kalır. Zira eski yöntemler, eski politikalar ve yaklaşımlar işe yaramaz hale gelmiştir.
Şimdilerde global olarak dünyadaki ve Türkiye’deki durumu “çöküş” kavramı daha iyi kavrıyor. Artık geri dönüşün mümkün olmadığı eşik aşılmış bulunuyor. Bir bütün olarak kapitalist sistem çözdüğünden daha çok sorun yaratır halde. Elbette çöküş her yerde ayın yoğunlukta yaşanmıyor. Mesela Ortadoğu’da, Latin Amerika’da, Kara ve Kuzey Afrika’da, Güney Asya’da çok daha görünür halde. Bunlar da zaten dünyanın yaklaşık yüzde 80’i demek.
Çöküş bir süreç ama, değil mi?
Tabii. Bir sosyal sistemin çöküşü bir kuşun ölümü, bir insanın ölümü, bir binanın çöküşü gibi anlık bir olay değildir. Zamana yayılmış bir süreç olarak tezahür eder. Önemli olan “geri dönüşün” artık mümkün olmadığı kritik eşiğin aşılmış olmasıdır. Bu her geçen gün işlerin daha da sarpa saracağı anlamına gelir.
“Çöküş” sürecinin hangi evresindeyiz sizce?
Çöküş sürecinin başındayız ve derinleşerek yol alacaktır. Mesela Roma’nın çöküşü yüzyıllar aldı, ama kapitalist yıkım çok hızlı ve kapsamlı. Eğer vakitlice harekete geçilmez, kapitalizmden çıkılamazsa, geriye kurtarılacak bir şey kalmayabilir. “Büyük İnsanlığın” elini çabuk tutması gereken bir zamandayız.
Bugün yaşananları 1929’daki buhrandan ya da 70’lerdeki krizden ayıran ne?
Şimdilerde sistemin kendisinde, bütünde sorun var. Önceki dönemlerdeki krizler bileşenlerin birini, ikisini angaje ediyordu, şimdi tamamını. Üstelik her biri diğerlerini azdırmak kaydıyla. Mesela, 1929 kapitalizmin en büyük krizlerinden biriydi, ama ekonomik ve sosyal veçheleri kapsıyordu. Ekolojik kriz, iklim krizi, etik krizi, biyo-çeşitlilik krizi söz konusu değildi. Şimdilerde krizde olmayan bir şey yok. Belki “bunama” bugünkü durumu daha iyi ifade ediyor. “Bunama” geri dönüşün artık mümkün olmadığı eşiğin aşılmasıdır.
İnsanlığın vazgeçilmez ufku komünizmdir. Oraya gidiş de ancak eko-sosyalist bir geçiş programıyla, eko- sosyalist bir paradigma ve perspektifle mümkün olabilir. Komünizm insanın insanı sömürmediği, yabancılaşmanın olmadığı, doğa-toplum uyumunun mümkün olduğu bir düzendir. Demokrasinin gerçeklik kazanmasıdır. İnsanın kurtuluşunun önünün açılmasıdır.
Çıkış Buradan’da Marx’ın “kapitalizm hiçbir zaman doruk noktasına ulaştığı andaki kadar kırılgan değildir” sözünü hatırlatıyorsunuz. Bugün gelinen aşamayı Marx’ın bu sözü üzerinden yorumlarsanız ne söylersiniz?
Kapitalizm çılgın rekabete dayalı bir işleyişe sahiptir. Vahşi rekabet ortamında var olma mücadelesi veren bir kapitalist işletme ancak büyüyerek yarışta kalabilir. Yarışta kalabilmenin koşulu, toplam artı-değerden daha büyük pay kapmakla mümkündür. Bunun için de en ileri üretim tekniklerine sahip olması gerekir. Her ileri aşamada daha çok makina daha az işçi çalıştırmaya mecburdur. Yani her seferinde işçiyi makina ile ikame etmek zorunluluğu var. Fakat bir şey var; makina yeni değer, artı-değer, fazla değer yaratmaz. Sadece makinada “dondurulmuş” eski değeri yeni ürüne aktarır. Bu da her ileri aşamada sistemin daha az değer yaratır hale gelmesidir. Artık kapitalizm büyüyemiyor. Doğayı yağmalayarak, canlıyı metalaştırarak zaman kazanmaya çalışıyor. Ama nafile. Büyüyemiyor, büyürse de ekolojik yıkımı, iklim krizini derinleştiriyor.
Kitapta çıkışın ya da kurtuluşun eko-sosyalizmde olduğunu söylüyorsunuz. Nedir eko-sosyalizm?
Ekolojik olanla ekonomik ve sosyal olanı bağdaştırmak demektir. Ne üretiyor bu sistem? Sosyal kötülükler, işsizlik, yoksulluk, açlık, sefalet, aşağılanma üretiyor. Ve doğa tahribatını derinleştiriyor. Canlı türlerini, biyolojik çeşitliliği hızla yok ediyor, denizlerin seviyesi yükseliyor, atmosfer ısınıyor, kuraklık yaygınlaşıyor… Eğer sosyal olanla ekolojik olanı barıştırabilirsen, aracı bataklıktan çıkarmak, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmak mümkün olabilir. Bunun için de vakitlice kapitalizmden çıkmaktan başka çare yok.
1968’de Paris’te öğrenciydim. “68 baharı”nda insanların bir günde değiştiğini gördüm. Bilinç sıçraması her zaman bir olasılıktır. Ekim Devrimi kadın hareketiyle başladı. 1917 Şubat’ında sokağa çıkan kadınlar eylemlerinin tarihin seyrini değiştireceğini biliyor muydu? Devrimler bardağı taşıran son damlanın eseri değildir. Bardağın dolu olmasıdır. Bardak doluyor, doluyor ve bir şekilde taşıyor.
Bu perspektifin rotasının da komünizm olduğunu belirtiyorsunuz…
Çünkü insanlığın vazgeçilmez ufku komünizmdir.Oraya gidiş de ancak eko-sosyalist bir geçiş programıyla, eko-sosyalist bir paradigma ve perspektifle mümkün olabilir. Komünizm demek, bölüşmek, paylaşmak, dayanışmak, karşılıklılık demektir. İnsanın insanı sömürmediği, yabancılaşmanın olmadığı, doğa-toplum uyumunun mümkün olduğu bir düzendir. Demokrasinin sahte bir retorik olmaktan çıkıp bir gerçeklik kazanmasıdır. İnsanın kurtuluşunun önünün açılmasıdır. Bunlara mantıklı bir itiraz mümkün müdür? Velhasıl, insanlığın komünizm dışında bir geleceği yok. Ya komünizm olacak ya da insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmayacak. Bir orta yol mümkün değil.
Bu bir perspektif olarak mümkün belki, ama ya gerçeklik olarak?
Gayet mümkün. Eğer bugün dünya yaşanmaz bir yer haline gelmişse, bir yıkım tablosu söz konusuysa, insanlık ve uygarlık kritik bir eşiğe dayanmışsa, bu kendiliğinden olmadı. Birtakım iktidar ve güç odaklarının, sermaye sahiplerinin, onların güdümündeki politikacıların verdikleri kararların, yaptıkları tercihlerin, uyguladıkları politikaların sonucunda oldu. Peki, başka insanlar, “yeryüzünün lanetlileri” neden başka türlü yapmasın? İnsan irade sahibi bir varlık olduğuna göre, eğer tüm bu olup bitenler bir takdir-i ilahinin eseri değilse –ki değil–, insan iradesini angaje eden bir şeyse, başka türlü yapmaya bir engel var mı?Elbette bu söylediğimin potansiyel bir olasılık haline gelmesi de bir bilinç devrimini, ideolojik-entelektüel bir yenilenmeyi varsayar.
İnsanlar neredeyse her yerde ayakta. Mücadeleler artarak devam ediyor. Bu süreç kadın hareketini, işçi hareketini, ekolojik hareketi kavuşturabilir ve paradigma değişikliği bir olasılık haline gelebilir.
Bu “bilinç sıçraması” mümkün mü?
Aslında ben umutluyum. Şu gördüğünüz “sıradan” insanlar hep böyle davranacak diye bir kural yok. İnsanlar çok hızlı değişebiliyor. Şahsen umutlu olmamın bir nedeni şöyle: 1968’de Paris’te öğrenciydim. “68 baharı”nda insanların bir günde değiştiğini gördüm. Bilinç sıçraması her zaman potansiyel bir olasılıktır. Ekim Devrimi kadın hareketiyle başladı. 1917 Şubat’ında sokağa çıkan kadınlar eylemlerinin tarihin seyrini değiştireceğini biliyor muydu? Devrimler bardağı taşıran son damlanın eseri değildir. Bardağın dolu olmasıdır. Bardak doluyor, doluyor ve bir şekilde taşıyor.
68’deki değişimi nasıl gördünüz, nasıl hissettiniz?
10 milyon işçi grev yapıyordu; metro çalışmıyor, tren çalışmıyor, otobüs çalışmıyor. Hep yürüyoruz. Diyelim bir kavşak var, dört sokağın birleştiği bir kavşak. Gelen orada oturuyor. Kimse kimseyi tanımıyor, ama yere oturuluyor ve “haydi biri tartışmayı yönetsin” diyor biri, bir sorun üzerine tartışma başlıyordu. Şahsen o sokak oturumlarının, tartışmaların ikisine katıldım. Biri “sosyalist bir toplumda eğitim politikası nasıl olmalı”, ikincisi de “ulusal ve kent ulaşımı” üzerineydi.
Kitlelerin karşılaşması, forumlar Gezi direnişini akla getiriyor…
Fransa’daki durum farklıydı. Hayatı durduran büyük grevler söz konusuydu. Toplum topluca ayağa kalkmıştı. Bizdeki Gezi direnişi üretim sürecini zora sokmuş değildi.
Eko-sosyalist paradigmanın bir boyutu da “çapraz bağlar”, değil mi? Bir söyleşinizde, “işçi sınıfı tarihsel olarak, 18. yüzyılın ortalarından bu yana, yani sosyal-politik bir aktör olarak sahneye çıktığı dönemden bu yana ekolojik sorunu hiçbir zaman ciddi şekilde sorun etmedi” diyorsunuz. Bugün de öyle mi? Bir değişim görüyor musunuz?
Geleneksel sol, 19. ve 20. yüzyıl solu, daha çok sosyal mücadelelere odaklandı; ücretleri artırmak, çalışma şartlarını iyileştirmek, birtakım sosyal ve demokratik haklar elde etmek, seçme-seçilme hakkı… Ki bunlar hep birincil öneme sahip oldu. Dolayısıyla sorunun ekolojik veçhesi hiçbir zaman ciddiye alınmadı. Mesela, Fransa’dayken bir sol örgütün üyesiydim. O zaman ekolojik problemler yeni yeni gündem oluyor, çevre hareketleri henüz burnunu gösteriyordu. Michel diye bir arkadaşımız vardı, arada bir toplantılarda ekolojik problemleri gündeme getiriyordu. Biz de “bırak şimdi, sınıf mücadelesini zayıflatıyorsun” falan diyorduk. Şimdi görsem ondan özür dilerdim. (gülüyor)
Bu yaklaşımınız nasıl, ne zaman değişmeye başladı?
Aşağı yukarı sekiz-on yıl sonra, 1982 gibi durumu kavramaya başladım. 1984’te François Partant’ın Kalkınmanın Sonu kitabını Türkçeye çevirdim. 1987’de sürdürülebilir kalkınmaya dair Brundtland Raporu yayınlandı, onun eleştirisini yapmıştım. O zamandan beri kapitalist ekolojiye, kapitalist çevreciliğe karşı hep mesafeli oldum, radikal olarak karşı çıktım. Yani aşağı yukarı, geride kalan otuz yılda ekolojik sorun benim önemli kaygılarımdan biri oldu.
Türkiye’de şu anda çok küçük bir kesim hariç artık hepimiz proleteriz. Bu durumla bilinçlenmenin koşulları da oluşuyor, çünkü mücadelenin aktörleri çeşitleniyor. Bunlar arasındaki yakınlığın artması, organik bağların kurulması, bu cephenin büyüdüğünü gösteriyor.
“Ekoloji gündemi sınıf mücadelesini zayıflatıyor” şeklindeki bakış açısı hâlâ hâkim mi emek hareketi ya da sol içinde? Yoksa “çapraz bağlar” yani örneğin emek hareketiyle ekoloji hareketi ya da kadın mücadelesiyle işçi sınıfının mücadelesi kesişip buluşuyor mu artık?
Neoliberal gericiliğin dayatılmasından bu yana kırk yıl geride kaldı. İnsanların sırtı duvara dayandı. Yoğunlukları farklı olabilir, ama artık dalganın dönmekte olduğunu söyleyebiliriz. Eskiden sadece sosyal problemlere odaklanan sosyalist mücadele ya da sistem karşıtı mücadeleye şimdi ekolojik faktör de eklemlenmekte. Sorun kendini dayattıkça çevre hareketlerinin, ekolojik hareketlerin de radikalleşeceğini tahmin edebiliriz. Zamanla işçi sınıfının da yeni durumla yüzleşebileceğini söyleyebiliriz. Şu anda insanlar neredeyse her yerde ayakta. Belçika’dan İtalya’ya, Ekvator’dan Türkiye’ye, her yerde ayaktalar. Mücadeleler artarak devam ediyor. Bu süreç kadın hareketini, işçi hareketini, ekolojik hareketi kavuşturabilir ve paradigma değişikliği bir olasılık haline gelebilir.
Mücadele büyüyor, güçleniyor, ama bu kadarı yeterli değil, bu kadarının taşı yerinden oynatmasının imkânı yok. Bütün bu mücadelelerin bir sentezine ulaşmak gerekiyor. Bir kere araç yürümeye başlarsa, bir kartopu gibi büyümesi gayet mümkündür.
Bugünün proletaryasını nasıl görüyorsunuz? Zengin-yoksul makasının açılması negatif bir olgu, ama proletaryanın büyümesi hayra yorulamaz mı? Bu büyümenin pozitif yanları neler olabilir?
Proleter, kapitaliste emeğini satmadığında aç olana deniyor. O kitle devamlı büyüyor. Eskiden sanayi işçilerinin esas olduğu bir durum vardı, şimdi öyle değil. Kapitalizm her seferinde daha fazla insanı proleterleştiriyor, emeğini satmadan yaşayamaz hale getiriyor. Türkiye’de şu anda çok küçük bir kesim hariç, artık hepimiz proleteriz. Tabii bu durumla bilinçlenmenin koşulları da oluşuyor, çünkü mücadelenin aktörleri çeşitleniyor. Bunlar arasındaki yakınlığın artması, organik bağların kurulması, bu cephenin büyüdüğünü gösteriyor. Mesela emekliler, çiftçiler, öğrenciler, kamu çalışanları, toprağı elinden alınan çiftçiler… Artık işçi sınıfı sadece sanayi işçisinden ibaret değil. Bundan otuz-kırk yıl evvel köylülerin polisle, jandarmayla hiç karşı karşıya geldiği olur muydu? Oysa şimdilerde yaşam alanlarını ve kaynaklarını korumak için polisle, jandarmayla dişe diş mücadele ediyorlar, üstelik kadınlar ön saflarda olmak kaydıyla…
Kitaptaki somut 12 önerinizin başında “siyaseti herkesin işi yapmak” geliyor. Herkesin proleterleştiği yerde siyaset neden herkesin işi olmuyor? Proletaryanın genişlemesi, yoksul kitlelerin artması yakın zamanda bu imkânı doğurur mu?
Batı’da “eski rejimler” (Ancién Regimes) tasfiye olduğunda, “bundan sonra kim, nasıl yönetecek?” sorusu gündeme geldi. Dediler ki, işçiler, kadınlar, köylüler cahil, geriye kim kalıyor? Bilgisi ve parası olanlar, yani burjuvalar. Temsili demokrasi veya batı demokrasisi denen şey oradan çıktı. Aslında hiçbir zaman temsil diye bir şey olmadı. Seçimler yapılıyor, ama ortada temsil diye bir şey yok. Seçilen seçeni temsil etmiyor. Bu oyunu sürdürdüler. Buna demokrasi dediler; burjuva demokrasisi, batı demokrasisi, temsili demokrasi vs. Yapılması gereken şu: Siyaset birtakım profesyonellerin işi, onların mesleği. Onu meslek olmaktan çıkarmak pekâlâ mümkün. Herkesin işi yapacaksın, sürece herkes katılacak. Olabildiğince doğrudan demokrasiyi yaşatmaya, yerleştirmeye çalışacaksın. “Siyaset herkesin işi olsun” derken bunu kastediyorum. Profesyonellerin işine son vererek başlamak gerekiyor. Siyaset bir meslek değil, herkesin işi, “şeyi” olduğunda demokrasinin bir varlığı, bir kıymet-i harbiyesi olabilir.
Bunun için nasıl bir örgütsel işleyiş modeli lâzım? Kitapta, Paris Komünü’nden Gezi’ye, bazı deneyimlerin neyin yapılması gerektiğini ortaya koyduğunu söylüyorsunuz…
Mevcut örgütler bürokratik. Bürokrasinin olduğu yerde demokrasi olmaz. Yatay, demokratik ilişkileri ve işleyişi hayata geçirmek gerekiyor ve bu imkânsız değil. Kendisi demokratik işleyişi içselleştirmeyen bir örgüt demokrasinin aracı olabilir mi? Sol örgütlerde de burjuva örgüt modeli ve işleyişi geçerli. Bu durumu aşmak gerekiyor.
Türkiye açısından 2022’nin ilk yarısını nasıl görüyorsunuz, yılın kalan yarısı için öngörünüz nedir?
2022’nin ilk yarısı berbattı, ikinci yarısı daha da berbat olacak. Görünen köy kılavuz istemez. İktidardakilerin sorun çözme yeteneği de, niyeti de yok. Zaten politik İslâmcıların yönetme yetenekleri yoktur, olamaz, çünkü kafa bugünde değil, geride. Bildikleri tek şey yağmalamak, talan etmek. İkinci yarının daha kötü olacağı kesin. Asgari ücrete sözüm ona zam yaptılar, ama bir şeye yaramaz. Fiyatlar hızla artmaya devam ettiği sürece yapılan “zamla” bırakın iyileşmeyi, eski durumu yakalamak bile mümkün değil. O yüzden ikinci yarı daha da kötü geçecektir.
Daha ne kadar kötüleşebilir? Mesela Suriye’ye operasyon gündemde yine…
Aslında içerde sıkışan iktidarların dışarıyla dalaşmaktan başka seçeneği yoktur. Bu iktidar külliyen iflas etmiş durumda. Hiçbir sorun çözme yeteneği yok. Suriye’ye operasyon tıkanmışlığın, çaresizliğin sonucu olarak gündeme geliyor. Suriye ve Irak’a yönelik operasyonlar milliyetçiliği kaşımanın aracı olarak görülüyor, ama artık milliyetçiliği kabartma yeteneğinin aşındığını söyleyebiliriz.
Umut kural, umutsuzluk istisnadır. İngiliz şair Shelley’in dediği gibi: “Umut düş kırıklıklarından kendini yeniden yaratır.” Düş kırıklıkları sürekli devam etmiyor. Önümüzdeki dönemde ütopya zaafının yavaş yavaş aşıldığı bir periyoda girebiliriz.
Erken ya da vaktinde yapılacak seçim hakkındaki düşünceleriniz neler?
Politik İslâmcı ekip geleneksel partilerden farklı. Türkiye’yi İslâm Emirliği yapmak gibi bir ajandası var. Asgari hiçbir hukuk, kanun, kural, ahlâk tanımıyorlar, akıl almaz bir şekilde yağmacılar. Bunlardan acilen kurtulmak şart. Çünkü eğer bir dönem daha kalırlarsa kurtaracak bir şey kalmayacak. Olabildiğince çabuk kurtulmak gerekiyor. O kadarıyla sorun çözülmez elbet, ama sorunun çözümüne giden yolda bir rahatlama, bir avantaj durumu ortaya çıkabilir. Kaldı ki bunların iktidarda kalmalarının imkânı da kalmadı artık. Çünkü ellerinde bir tek koz var: Şiddeti, devlet terörünü dayatmak. Fakat bu dünyada hiçbir rejim sadece çıplak şiddete, baskıya, devlet terörüne dayanarak ayakta kalamaz. Mutlaka yanında bir şeyler teklif etmesi lâzım. Dolayısıyla, kaybedecekler ve gidecekler. Ama bir gün önce dahi olsa gitmelerinde fayda var. Tabii ki onların gitmesi işlerin yoluna gireceği anlamına gelmiyor, ama başka olasılıklar için bir pencere açılabilir.
Kitapta neoliberal politikaların işçi sınıfının mücadele yeteneğini aşındırdığına, mücadelelerin daha çok eldekini koruma düzeyinde kaldığına ve 1990’da Sovyet sisteminin çöküşüyle bir “ütopya zaafının” ortaya çıktığına dikkat çekiyorsunuz. Bu zaaf aşılabilir mi?
Kapitalizm kriz üretmeden var olamaz. Bulut nasıl yağmuru içeriyorsa kapitalizm de o kadar kriz içerir. Kapitalizm demek kriz demektir. Kapitalist dünya sistemi İkinci Emperyalist Savaş sonrasında otuz yıllık bir genişleme dönemine girdi. Üretim ve ücretler arttı, sosyal hizmetler alanı genişledi, ama 1970’lerin ortasında sistem tekrar krize girdi. Ve kriz, konjonktürel kriz değildi, yapısal krizdi. Geride kalan yaklaşık altmış yılda krizden çıkılmış değil. Zira söz konusu olan kapitalizmin nihai krizi. Geride kalan dönemde, işçi sınıfı ve ezilen sınıflar lehine ne kadar kazanım varsa savaş açıldı. Kazanılan mevzileri geri almak üzere neoliberal politikalar dayatıldı. Üç slogan vardı. Bunlardan biri liberalleşme, yani serbestleşmeydi. Bu, dünyanın sermaye için dikensiz gül bahçesi haline getirilmesiydi. İkincisi özelleştirmeydi. Kamuya ait kurumların, müşterekler denenlerin gaspıydı. Üçüncüsü ise deregülasyon, yani kuralsızlaştırma. Ezilen, sömürülen sınıflar lehine ne kadar kazanım varsa tasfiyeyi amaçlıyordu.
Ne oldu ondan sonra, ücretleri bastırdılar, farklı ülkelerdeki işçileri birbirinin rakibi haline getirdiler. Mesela bir ülkede işçiler birtakım haklar için mücadele ediyor, sermaye sahibi diyor ki, “şartlarım bu, kabul etmezseniz Bangladeş’e, Türkiye’ye ya da Tunus’a gidiyorum”. O zaman ücretler aşağıya doğru bir iniş yarışına giriyor. İşçi sınıfının mücadele yeteneği aşıldı derken kastettiğim bu. Eskiden mücadele ulusal sınırlar içindeydi, bir grev yaptığın zaman karşılığı vardı, ama şimdi yok, neoliberal çağda yok. Bir anekdot müsaadenizle: 1990’ların başı veya ortalarıydı. Berlin’de bir konferansa davet edilmiştim. Türkiye’den giden sendikacı bir arkadaş vardı, militan bir sendikacıydı. Normal olarak konferansa gelmesi gerekiyordu, ama geç kaldı, son anda geldi. “Hayırdır, ne oldu, ücretleri artırdınız mı?” diye sordum. “Azalttık” dedi. Patron demiş ki, “şartlarım şu şu, kabul ederseniz ne âlâ, yoksa bana müsaade”. Bu ne demek, senin talebinin potansiyel bir karşılığı yok demek. İşçi sınıfının savunmada kalmasından kasıt bu. Bir tık ötesine geçemiyor. Ama her şeyin bir sınırı vardır. Sırtın duvara dayanınca iş değişir. İşçi sınıfı yavaş yavaş Türkiye’de de sahneye daha çok çıkmaya başlıyor. Maddi temelin aşınması dediğimiz şey bu.
Evet, 1990’da Sovyet sisteminin çöküşü bir ütopya zaafı ortaya çıkardı. Fakat kitapta da yazdığım üzere umut kural, umutsuzluk istisnadır. İngiliz şair Shelley’in dediği gibi: “Umut düş kırıklıklarından kendini yeniden yaratır.” Düş kırıklıkları sürekli devam etmiyor. Bu dalganın dönmekte olduğunu söyleyebiliriz. Ama biraz hızlı hareket etmek gerekiyor. Çünkü yıkım çok hızlı ve tahripkâr. Önüne geleni alıp götürüyor. Geç kalınırsa kurtaracak bir şey kalmayabilir. Vakitlice sahneye çıkmak gerekiyor. Önümüzdeki dönemde ütopya zaafının yavaş yavaş aşıldığı bir periyoda girebiliriz.
Son söz?
Haysiyetli insan olarak yaşamak için bu sefil duruma itiraz etmek gerekiyor. Eleştirel olmak gerekiyor. Fakat eleştiri radikal olmak kaydıyla bir anlam ifade eder. Haysiyetli yaşamak, dünyayı anlamaya çalışmak bir amaç değil, önemli olan dünyayı değiştirmeye çalışmaktır. Entelektüelin varlık nedeni, misyonu da bu olmalıdır.