“Bütün yaşamım senindir, bütün yaşamını isteyerek”
Bekir Kilerci
Devrimciler birden belirmezler. Öyle gökten zembille inmezler. Onlar hayatın orta yerinde, bütün zorluklara, bütün zulümlere karşı inatla, ısrarla ayakta durmuş insanlardır. Her yanlarını saran somurtkan, depresif ruh haline inat gülen, gittiği her yere umut aşılayan insanlardır. Kazım Koyuncu “devrimci bir dükkana girdiğinde fark edilen insandır” der devrimcileri tanımlarken.
Sözcüklerin dahi bedeller ödenerek alındığı zamanlardı. Sokaklardan kan akıyor, gizli köşelerde elimize tutuşturuluyordu teksir kağıtlarıyla çoğaltılmış şiirler. Bir şiirin içinde “parti” sözcüğünü duymanın verdiği coşkuyla, bir yazının orta yerinde geçen yoldaş sözcüğüyle yaşama tutunuyorduk. Bir yanda kartpostallara sığdırılıp, yok etmeye çalışanlar vardı şiirleri; diğer yanda bütün görkemi, bütün sadeliğiyle şiiri halkın ayaklarına serenler… Kalemlerinden silah yapıp, silahlarından özgür bir dünya için ateş saçanlardı onlar…
Halk için sanat değil; halkın yanında, halkla sanat sloganını ete kemiğe büründürenlerin zamanıydı.
Sarya’nın, Ayçe İdil’in, Bekir Kilerci’nin zamanları…
Bekir Kilerci!
Devrimci, sosyalist bir işçi… ve Ahmet Arif’in dediği gibi, bir de “yürek işçisi”.
Sokaklarına daha asfalt değmemiş mahallelerde oturur, içerisi kesif ucuz sigara kokan kahvehanelerde çay içerdi. Salonların sıcak nefeslerine hiç sığınmadan, hiç girmeden birilerinin tanımlarına, kendilerini edebiyatın söz sahibi sananlara hiç yaltaklanmadan duran bir şair!
’80 sonrası tam da Adnan Yücel’in dizelerindeki gibi “yüryüzü aşkın yüzü olunca dek” kararlılığıyla yaşamı ilmek ilmek örmek… Bunu 28 yıllık ömüre sığdırmak!
Ablası Bekir’den bahsederken aslında devrimcilerin neden öyle birden çıkmadığını da açıklıyor bize;
“Okumak onun için çok ciddi bir ‘faaliyetti’. Arkadaşları; birlikte bir kitabı okuduklarında O, kitabın dipnotlarından ulaştığı dört beş kitabı da bitirdiğini, O’nun yalnız çok okuyan değil ‘çok iyi’ okuyan biri olduğunu söylüyorlar.
Sanat onun için bir anlatı biçiminin yanında, bir müdahale ve bir değiştirme aracıydı da. Bu yüzden pek çok alanda çalışmalar yürütmüştür. Deriden masklar yapmak, ağaç dallarından heykelcikler yapmak, cam macunundan insan yüzleri… Ve tiyatro… Ve şiir… Ve öykü…”
Sahi kimdir şair?
Şiiri yazan mı yoksa yazdıklarını yaşayan mı?
Yaşadıklarını yazmak değil mesele, yaşarken yazmaktır aslında. Yazarken ve yaşarken değişmek, değişirken değiştirmektir. Bekir yazarken yaşıyordu. Sözcükleri nefes alıyor, eyleme gidiyor, slogan oluyordu. Bir işçinin yaktığı sigara da, bir yoksulun sobaya attığı kömürde canlanıyordu.
Bekir, burjuva sanatının orta yerinde, olanca coşkusuyla duruyordu. Yazdıklarını mülkleştirmeden, özelleştirmeden paylaşıyor; şiirlerini, öykülerini herkesin okumasını istiyordu.
Yoksul bir ailenin çocuğuydu Bekir, zaten kendi dizelerine de yansıyordu bunlar;
“Bir işçi çocuğu olarak doğdum / Bir işçi olarak yaşadım / Ve sınıfımın savaşçısı olarak öleceğim”
Sınıfın savaşçısı olmak!
Elinde büyük bir güç varken, bu gücü kendi şahsi çıkarları için değil, halkı için, sınıfı için kullanmak!
Her yanımızı saran özel mülkiyetçi çılgınlığın orta yerinde nasıl da destansı duruyor değil mi?
Evet ne yazık kahramanlıklar çağı bitmedi. Bu zulüm bitmeden de bitmeyecek…
“Bu benim”, “Şu benim”, “Bunu ben yaptım” sözlerinden adım atamadığımız bir zamanda hayal bile edilemeyecek kadar büyük bir fedakarlık. Bir devrimci, feda ruhuna sahiptir zaten. Hele ki devrimci bir sanatçının ağzından çıkan her sözcük, kaleminden dökülen her kelime halkına, sınıfına, partisine fedadır…
Bekir, devrimci sanatçı profilinin örneklerinden biridir. A.Zekai Özger gibidir dizeleri. Onun gibi naif, onun gibi inatçı, onun gibi direngen!
“…Olur ya, olmaz deme;
karşılaşırız seninle
bir gar kalabalığının içinde
Birbirimizi görmezden gelerek,
konuşmadan, dokunmadan
vururuz birbirimizin omzuna
”Kendine dikkat et ortak”
ve bir yıldız düşer yüreğimize
küçücük -sıcacık- kıpkızıl,
yürürüz.”
O geleceği sadece gören değil, geleceği yaratanların kararlılığıyla yazıyordu…
“…Olur ya, olmaz deme;
olacak elbette
karşılaşacağız seninle
bir büyük kentin
bir büyük caddesinde,
Sen, kortejin önünde enternasyonali söyleyeceksin bağırarak,
ben
kentin en yüksek kulesine tırmanacağım
ağzımda kızıl bir bayrak
çıldırarak…”
Şiirlerinin her yanına sarılmış devrim tutkusu, inancı okuyana da geçer. Brecht’ten esinlenerek kaleme aldığı Bay L öykülerinin birinde şöyle der: “İyi ajitatör söze sosyalizm diyerek başlamayan, ama sonunda karşısındakiyle birlikte sosyalizm diye haykıran kişidir.”
“Aşkta kuşkuya yer yoktur” der Bekir. Alarga Gönül şiirinde imkansız aşkın verdiği yürek sızısını kavgasına gömer:
“İşte,
işte kırıldı dal
alarga, gönül demir al
savaş naralarıyla kavgaya dal
bulansın elin yüzün kana
bu davada
bir nefer olmak yakışır sana.”
Che Guevera “devrimin neye ihtiyacı varsa ben oyum” dediğinde boşuna söylememişti. Bekir, devrimin neye ihtiyacı varsa oydu. O oldu!
Hayatı ve dünyayı değiştirmenin yollarından biri de tiyatroydu Bekir için. Tiyatro öyle bir salon etkinliği meselesi değildi. Sokak tiyatrosuna, doğaçlama tiyatroya gönül vermişti Bekir. Grevlerde, direnişlerde, eylemlerde hem alanda hem sahneydi. Yoldaşı, Bekir’in tiyatroculuğunu anlatırken aslında devrimci sanatçının tanımını yaptığını biliyor muydu?
“Bir direniş vardı tekstil fabrikasında.Oraya ziyarete gitmiştik. Direnişin hareketli zamanında sendikadan yapılan açıklamalar işçilerin moralini bozmuştu. Orada doğaçlama bir oyun koymaya karar verdik. İşçiler, direniş çadırını bırakıp evlerine dönmeye başlamışlardı. Biz birkaç kişi, aramızda ‘ne yapalım’ diye konuşurken, bir kalabalık gördüm. Kalabalığı yara yara içinden geçtim, en öne geldiğimde, birden Bekir bana seslendi:“ne haber Erbakan hoca?” Kendimi birden oyunun içinde buldum. Biz de katıldık doğaçlamaya. O direniş, o oyunla birlikte birden tekrardan canlandı, insanlar toparlandı, moraller yerine geldi ve sonraki çabalarla birlikte devam etti. Sürekli işçi direnişlerine gidiyorduk, buralara da oyunlar hazırlamıştık ve işçiler tarafından çağırılıyorduk…”
Devrim ve sınıf ne yapmasını istiyorsa onu yaptı Bekir. Ne “ben yazarım” dedi ne de “ben şairim.” Neye ihtiyaç varsa oydu. Bir şair, bir yazar, bir tiyatrocu, bir işçi…
Dostta yarattığı moral kadar, düşmana saldığı korkunun sonucunda gözaltına alındı Bekir.
Ama en önemli eylemini yapmasına da engel olamadılar.
Erdal Eren için bir ağıt yaktı Bekir. Öyle güzel, öyle naif…
Bekir, Erdal Eren ile aynı gün katledildi. 13 Aralık!!
Yılların hiçbir önemi yok bu ayrıntıda. Erdal Eren için şiir yazdıktan bir süre sonra gözaltında katledildi. O şiirinin yayınlandığı Kaldıraç dergisinin Aralık sayısını göremedi. Tıpkı Erdal gibi, “büyük görevin bilinciyle, davaya tüm varlığını katan her insan gibi içi rahattı.”
KENARDAKİLERE…
Herkes söyledi,
O, yaptı.
Sessizce akan bir ırmaktı
Çağlayanların şamatasına
olgun bir gülümsemeyle baktı
Uçuruma ulaştığında
-biliyordu-
bir şelale olacaktı.
Herkes konuştu,
O, yaptı.
Sabırla kaynayan bir kaynaktı
Mertebesini
Yaşamın ayrıştırıcılığına bıraktı.
Büyük görevin bilinciyle
davaya varlığını kaptan her insan gibi
içi rahattı.
İşkencelerden geçirdiler Bekir’i. Devlet,karşısına dikilen iradeleri teslim almak için bugün de olduğu gibi o günlerde de her yolu denerdi. Bu yöntemlerden sadece biriydi işkence… Bekir’de geçti o tezgahlardan ama yılmadı. Korkmadı!
Korkutamadılar!
Hem devrimci bir işçi, devrimci sanatçı, bir işçi neden korksun ki sistemden!
Katlettiler Bekir’i. Bir daha şiir yazamasın, oyunlar oynamayasın diye. Bekir gözaltına alındığında aynı yerde olan başka bir devrimci yıllar sonra kaleme aldığı mektubunda o anları, korkanların korkusunu, Bekir’in direnişini şöyle anlatıyordu;
“Gözaltına alınışımın beşinci günü (12.12.97) akşamı isminin Burhanettin olduğunu öğrendiğim, Bursa’da gözaltına alındığı belirtilen kişiyi getirdiler. Bankonun karşısındaki hücrede olduğum için kayıt işlemlerine tanık oldum. Kayıt sırasında moralinin oldukça iyi olduğunu gördüm. Karamsar hiçbir hava yoktu. Ancak yoğun hakaret ve küfüre maruz kalıyordu. Üzerinde büyük bir psikolojik baskı oluşturmak istedikleri belli oluyordu. Hücreye koymadan sorguya götürdüler. Tahminen üç-dört saat sorguda kaldı. Getirip yanımdaki hücreye koydular. Bu arada hakaret ve küfürler devam ediyordu. Aradan tahminen bir, bir buçuk saat geçmişti ki tekrar götürdüler. Gördüğüm işkencelerden dolayı halsizdim ve uyumuşum. Bundan sonra nelerin yaşandığına tanık olamadım. 13 Aralık cumartesi sabahı yoğun gürültülerle uyandım. Dışarıda müthiş bir koşuşturmaca yaşanıyordu. Bunun ayak seslerinden anlıyordum. Bilinçli bir panik havası yaratılmaya çalışılıyordu. Gardiyanlardan birinin polise seslendiği duyuldu “Abi koş adam kendini asmış”. Sanki biz gözaltında olan diğer insanlara bu özellikle duyurulmaya çalışılıyordu. Daha sonra bizleri teker teker başka kısıma aldılar. Nedenini sorduğumuzda polislerden biri “temizlik yapıldığını” başkası ise “müdürün denetime geldiğini” söyledi. Olağandışı bir şey olduğu kesindi.”
Mehmet Ali Yazıcı, gözaltında sürekli kontrol edildiklerini ve intiharın söz konusu olmadığını yazıyordu.
“Bir kez daha tekrar etmek istiyorum: Kayıt esnasında ve ilk sorgu sonrasında Burhanettin Akdoğdu’nun moralinin ve ruh halinin çok iyi olduğuna tanık oldum. Yoğun hakaret ve küfürler işkencede direndiğini kanıtlıyordu. Katledilmesinin sorumlusu Ankara Emniyet Müdürlüğü ve Siyasi Şube’nin işkenceci polisleridir.”
Devrimciler sessizce girerler insanların hayatına. Öyle şatafatlı gösterilere, gürültülere hiç gerek duymazlar. Usulca girer, yer edinirler. Bir daha kimse söküp atamaz onları hayatın ortasından. Bekir, herkese, özellikle de sanat yapanlara devrimci sanatın nasıl olduğunu çok net bir şekilde gösterdi.
Bir bedel ödenmesi gerekirse, o ödemeliydi!
Öncü olunması gerekiyorsa, o olmalıydı!
Devrimci sanatçı halkıyla, sınıfıyla yanyana yürüyen, ona hem öncülük eden hem de öğrencisi olandır dedi Bekir.
Hepimiz, kendisine devrimci sanatçı diyen herkes Bekir’in dizeleriyiz…
* Kaldıraç Yayınevi tarafından yayınlanan Savaşçının Türküsü adlı kitapta Bekir Kilerci’nin şiirleri, öyküleri, makalelerinin yanı sıra O’nun için yazılanlar ve fotoğraflar da yer alıyor.