Samandağ’da orta hasarlı bir evin balkonundan aya bakıyorum. Sokak ıssız ve karşıdaki evler yıkılmış. Ayın ışığı dışında bir ışık yok. Yolda yürüyen, balkonda oturan, bir yaz akşamını şenlendiren çocuk koşuşturmaları, hiçbir şey yok. İnsanın içine işleyen bir ıssızlık.
Evin sahipleri çadırdan eve gönderilmişler, çadır hayatının bütün zorluklarına rağmen gelmek istememişler evlerine. Çünkü binaları hasarlı. Çadırları ortadan kaldırmak isteyen devlet, ağır hasarı olmayan evlere girip yerleşmelerini istemiş insanlardan. Deprem anını hala dehşetle hatırlayan insanlardan, yıkıntıların ortasında hayatlarını yeniden kurmaları istenmiş. Balkona çıkalım dediğimde gözlerinde beliren tereddütü kelimelere dökmeden bana eşlik eden ev sahibi, kızının, “annem ilk defa balkonda oturuyor, yalvarsak da çıkmıyor bu sıcakta” sözlerine karşılık, “bütün komşularım gitti, bakmaya dayanamıyorum” diyebiliyor derin bir kederle.
Etrafa bakıyoruz, yıkılmış evlerin boşlukları, bir zamanlar hayat olan mahallenin sadece hayaleti var şimdi. Kaldırmak gerçekten çok zor. Soru sormaya çekiniyor insan ama konuşacak başka şeyimiz yok. Birlikte bir felakete sarılıyor, sonra birbirimizden gözlerimizi kaçırıyoruz. Evin küçük kızı diyor ki, “ben deprem olduğunu düşünmedim, sandım ki o anda bütün dünyada kıyamet kopuyor.”
Samandağ’da yağmur yağdığı için suların bastığı çadırların ortasından geçiyorum. Çadırlar kaldırımdalar, sokak önlerinden akıyor, yağmurla balçık haline gelmiş yolda ayaklarım çamura gömülüyor ve kırılmış ızgaradan kirli sular fışkırıyor. Çadırların dibinde derin bir balçık ve kirli sular. Adamın biri çadırın önünde oturmuş, elindeki sigaranın dumanını seyrediyor. Aklıma akşamki balkonda anlatılan hikayeler geliyor. Arabistan’da çalışıp bir kaç ev almış birinin hikayesi. Adama bakıyorum. Hiçbir şeyi kalmamış, evlerin hepsi yıkılmış, geride bir sigara dumanı.
Samandağ’da yürüyorum, bir zamanlar muhtemelen cıvıl cıvıl olan mekanlardan geriye sadece tabelaları kalmış. Kocaman kır kahveleri, yeme içme yerleri, yazlık düğün bahçeleri. Ey burada yaşayanlar neredesiniz şimdi?
Otobüste yanımda oturan genç kadın, “kimse ekmedi toprakları” diyor, “sebze meyve bulamıyoruz, bulsak da alamıyoruz.” Yardım için gönderilmiş bakliyatlar pişiyor çoğu evde. “Ama en çok su” diyor, “su yok ve almakla başa çıkamıyoruz.” Kış için yakacak temini yaparken, komşularının “onları yakabileceğini mi düşünüyorsun” dediklerini aktarıyor. Evi hasarlı ama başka bir yere taşınacak gücü yok, iki küçük çocuğuyla oturacak o evde ve şimdiden taşıdığı talaşları yakacak ısınmak için. Çünkü hepsi o günlerde çok üşümüştü.
Devleti o bölgede bir defa gördüm, otobüsle Hatay’a yaklaştığımız bir noktada. Otobüs durdu ve içeri girip kimlik kontrolü yaptılar. “Niye” diye sordu o genç kadın, bir cevap vermediler.
Soran olursa deyin ki, felaketin ortasında oturan, bakışları felakete benzeyen bu insanların birbirinden başka kimseleri yok. Yedi ay geçmiş üzerinden ve hiçbir şey yapılmamış azcık gündelik hayatlarını kolaylaştıran. Soran olursa deyin ki, ülkenin belki de en güzel topraklarında, kadim bir geçmişin mirasıyla yaşayan bu güzel insanların korkudan başka bir şeyleri kalmamış. Ben Musa dağına bakıyorum, bir zamanlar bu topraklardan kovalanmış insanların gölgeleri hala dolaşıyor dağlarda.
Sosyalist gençlerden oluşan kalabalık bir grup yedi aydır Samandağ’da açılan yaralara merhem olmak uğraşıyor. Aralarında buralı olan gençler de var ama diğerleri başka şehirlerden gelmişler. Mahallelerde ilaçlama yapıyorlar, gündelik işlerine koşuyorlar insanların, çocuklar için yetişkinler için atölyeler düzenliyorlar ve her şeyden önemlisi, onlardan biri gibi olmuşlar. Herkes tanıyor birbirini, evlerin, çadırların kapıları açık bu çocuklara. Bütün işlere koştururken çok güzel hepsi. Yıkıntıların ortasında dayanışmanın şefkatli ümidini büyütürken çok güzel hepsi. İnsan insana yardım ediyor hey, insan insana, bıraksalar, hep yardım etse. Eder zaten. O zaman dağılacak bu karanlık bulut. Nar ağaçlarından geçince zeytinlikler çıkıyor karşıma, onun solunda mandalina bahçeleri. Doğaya bakınca yıkıntılar aralanıyor. Sonra devleti bir kez daha görmüyorum ama işitiyorum. Dikmece’ye eyleme gidecekler buradakiler. Zeytinliklerin olduğu araziler kamulaştırılıp binalar dikilmesin diye.
“Gülderen Mahallesi‘ndeki 61 parsel 14 Nisan tarihli Cumhurbaşkanı Kararı ile kamulaştırılırken, TOKİ’nin Dikmece ihalesini alan şirket de nisan ayı sonunda bölgedeki çalışmalarına başladı.
Dikmece’de 1415 adet konut inşaatı ile altyapı ve çevre düzenlemesi ihalesini alan Sarıdağlar İnşaat, kamudan aldığı çok sayıda ihaleyle biliniyor.
Topraklarının ellerinden alınmasına tepki gösteren Dikmecililer, protesto eylemi düzenledi.”
Böyle yazmıştı haber siteleri.
Samandağ’da deniz kenarında yürüyorum, dalgaların kıyılarını dövdüğü bir zaman. Atıklarla dolu her yer. Bir yerde yarısı olmayan bir terlik görüyorum. İnsanların yazgısının eşlik edicisidir nesneler, her şeyin özeti gibi, yarısı olmayan bir terlik. Orada kumların arasında, onu bir zamanlar taşıyan ayaklardan kopmuş duruyor. Yeniden Musa dağını arıyor gözüm. Her acı bir öncekiyle birleşip genişliyor, hiçbir şey geçip gitmedi derken, bir arkadaş bana molozların döküldüğü yeri gösteriyor. Bir kuş cennetinin dibine, denizin kıyısına dökülmüş molozları. Bir dağ oluşmuş orada yıkıntılardan, kuşlar yaşayamayacak. Musa dağından inip belki o noktada bir gemiyle uzaklaşmıştı eski Samandağlı Ermeniler. Kuşlar gidecek, geçmişte gidenler ise dönemeyecek. Biz birbirimize çok fenalık yaptık diyorum yarısı kalmış terliğe, biz birbirimize neden bu kadar kötülük yaptık ki. Bu kadar insanı depremin öldürmediğini herkes biliyor. Sapasağlam duran binalar bunun ispatı. Birbirimizi öldürdük, yine öldürüyoruz. Öldürürken bir bardak su bile vermeden.
Sizi zeytin ağaçlarının, kuşların, Musa dağının, kurtaracak kimse gelmediği için günlerce yaşayan yakınlarının ölümünü tecrübe eden insanların ve en çok da yaşlı kadınların ah’ına bırakıyorum. Bölgeyi terk etmeden devlet bir kere daha çıkarsa karşıma böyle söyleyeceğim.
Ey burada bir zamanlar yaşamış olanlar, neredesiniz şimdi.