“Solfasol’dan ve Açık Radyo’dan aynı ekip Nuriye’den sonra Esra ile Semih’in evine gidiyoruz. Gitme nedenlerimiz de kafamızda hazırladığımız sorularımız da benzer. Adaletsizlikler içinde adeta tepetaklak yuvarlandığımız şu günlerde onların direnişi hepimiz için kıymetli. Destek duygularımızı iletirken onların vereceği mesajları da duymak, herkese duyurmak istiyoruz. Belki de, onlardan çok kendimizle ilgili gitme nedenlerimiz, onların direnişi bizleri de sarmış durumda. Aslında, belki de hepimizi saran korkularımızdan, suskunluklarımızdan sıyrılmak istiyoruz. İşlerinden haksız yere atılan arkadaşlarımızın işe iade edilme imkanları üzerinde konuşmak ve yine Ankara’ya, onlarla bütünleşen Yüksel Caddesi’ne, Yüksel Caddesi’nde hapsedilen İnsan Hakları Anıtı’na dair de sormak istediklerimiz var. Elbette gözümüzde birer direniş sembolü olan Esra ve Semih’ten daha fazlası olan insan yanlarını da merak ediyoruz.”
Ali’nin sorusuyla başlıyoruz. Ali, Kant’ın sözünü hatırlatıyor sözlerine başlarken yine: “Adaletin olmadığı yerde yaşam değersizdir” diyor. “Sizden başka karı-koca açlık grevi yapan başka bir örnek var mı” diye soruyor.
Semih de, Esra da “bizim bildiğimiz kadarıyla yok” diyor. Rosenberg’ler akla geliyor. Esra, Mc Carthy Amerikası’nda casuslukla suçlanan Julius ve Ethel’in direnişlerinden nasıl etkilendiğini anlatıyor. Sonra söz Sacco ile Vanzetti’ye ve ardından Türkiye’de ilk açlık grevini yapan ‘Komünist’ şair Nazım Hikmet’e kadar geliyor. Semih, “Evet” diyor, “10-15 gün sürüyor galiba”. Esra da Oktay Rıfat, Orhan Veli ve Melih Cevdet Anday’ın da açlık grevine katılarak destek verdiğini, şairin annesinin köprüde eylem yaptığını hatırlatıyor. Semih de katılıyor: “Aydın sanatçılar da sahiplenmiş”.
Ali de “zaten aynı konuya gelecektim” diyerek, “siz toplumsal muhalefetin tırnak içerisinde demokratik toplumsal muhalefetin ve bu anlamdaki medyanın sizin direnme sürecinize yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz” diye soruyor.
Bir siyasi parti başkanı gelmişti. Bana demişti ki; ‘Siz bizim umudumuzsunuz’. Siyasi parti olan sensin, senin umut olman lazım, senin bir şeyler yapman lazım, ama orada iki eğitimci, işi için mücadele ediyor ve biz umut oluyoruz. Böyle garip bir durum, işte.
Semih yanıtlıyor önce. Toplumsal muhalefetin OHAL sürecinde KHK’lerle bir geri çekilme sürecine girdiğine ve iktidarın baskısını arttırdığına işaret ediyor. “Bizim eyleme başladığımız günlerde gözaltına alındığımızda, politik olan ya da olmayan herkes, kesinlikle tutuklanacağımızı düşünüyordu”. Sürekli gözaltına alındıklarını, darp edildiklerini ama tutuklanmadıklarını anlatıyor, Semih. Anıtın oradan ayrılmayınca, oturma eylemini devam ettirince çevreden desteğin çoğaldığını, bir “kırılma” yaşandığını anlatıyor. “Bu” diyor, “OHAL’de olsa, KHK’ler de olsa bir şeylerin ısrarla devam ettirilebilirse, yapılabileceğini gösterdi”. “Ama” diyor; “sendikalar olsun, sivil toplum kuruluşları olsun, demokratik kitle örgütleri olsun, siyasi partiler olsun aklınıza gelebilecek her türlü muhalif kesim yine geride kaldı”. Bu örgütlerden bireysel olarak gelenlerin olduğunu, onların da direnişlerine yeterince destek vermeyen örgütlerini sorguladıklarını da söylüyor. Yüz kızartıcı durumlar yaşandığını da söylüyor: “Hangi partiydi tam hatırlamıyorum ama bir siyasi parti başkanı gelmişti. Bana demişti ki; ‘Siz bizim umudumuzsunuz’. Hayır yani, siyasi parti olan sensin, senin umut olman lazım, senin bir şeyler yapman lazım, ama orada iki eğitimci, işi için mücadele ediyor ve biz umut oluyoruz. Böyle garip bir durum, işte!” diyor. “Biz iktidarın merhametini veya onların bize bir lütuf sunmasını istemedik. Biz halkın sahiplenmesiyle bir baskı olacağını, iktidarın mecbur kalacağını düşündük, yani halka güvendik. Halk da sahiplendi, nitekim… Sadece biz değiliz ki, ihraç edilmiş bir sürü kişi var. Size onlar bile sahip çıkmıyor gibi bir algı yaratıldı, ama biz bunun kırılabileceğini düşünmüştük”.
Kendi politik anlayışıma göre söylersem ‘halka öncülük edilir, ona yol gösterilir ve örgütlenmeye çalışılan bir kitledir halk’. Ama pratikte öyle olmadı. Burada halk, sivil toplum kuruluşlarının, partilerin, muhalefetin önüne geçti ve bizi sahiplendi.
Ceren atılıyor: “Öyle de oldu zaten.”
Semih devam ediyor: “Evet ama halk geldi. Sahiplendi. Açlık grevinde, bir süreçten sonra büyük bir sahiplenme oldu. Ondan öncesinde de, belki de orada eylem yaptığımız için, aç kalmıyorduk. Çünkü eylem bizi doyuruyordu. Açlık grevi kısmına geçtiğimizde ilk başta bir tutukluk vardı; sadece oturma eylemi yaptığımız zamanlardan daha fazla destek vardı, ama bir tutukluk vardı. Bir sıçrama olması gerekiyordu. Nasıl olur, ne zaman olur bunu bilmiyorduk. Bir anda 60’ıncı günlere geldiğimizde bir sıçrama oldu. Adeta bir patlama oldu”.
Ali, “Nuriye’yle görüşürken ‘bir üst platoya sıçramak’ diye kastettiğim de buydu, diye onaylıyor.”
Semih heyecanla devam ediyor: “Evet evet. Bir bakıyorsunuz, dün nasıldı, ya şimdi nasıl diyorsunuz. Devrimler de böyle oluyor, tıpkı”. Esra da destekliyor, sözü Gezi Direnişine getiriyor: “Haziran ayaklanması da bir anda olan bir şeydi”.
Semih devam ediyor: “Kendi politik anlayışıma göre söylersem ‘halka öncülük edilir, ona yol gösterilir ve örgütlenmeye çalışılan bir kitledir halk’. Ama pratikte öyle olmadı. Burada halk, sivil toplum kuruluşlarının, partilerin, muhalefetin önüne geçti ve bizi sahiplendi. Halk sahiplenince de, muhalefete bir güven geldi. Muhalefet de bizi sahiplenmeye başladı. Açıklamalar yapmaya başladı. Ben kendi sendikamdan örnek vereyim: Biz ilk 90 gün boyunca birçok defa gözaltına alındık; 30’a yakın kez ve hiçbir seferinde açıklama yapmadı, Sendika. Daha sonrasında bir kere açıklama yaptılar. 90’ıncı günümüzde bir gözaltı olmuştu. Sadece sosyal medya adresinde ‘serbest bırakılsınlar’ gibi bir açıklama yaptılar. Durumu geçiştiren bir açıklamaydı. Daha sonra açlık grevi sürecinde de hiç açıklama olmadı. Ama halkın sahiplenmesi artınca, yürüyüşler falan olunca, Sendika da ülkenin çeşitli yerlerinde eylem kararı aldı. Diğer siyasi görüşlerin de destek eylemleri oldu. Türkiye’deki muhalefet böyle!
Bu sahiplenme dünyanın her yerinde oldu. Dünyanın başka yerlerindeki sahiplenme Türkiye’dekinden biraz farklı oldu. Serbest bırakılmamdan sonra. Yurtdışı basından birçok kişi bana (ismini hatırlamıyorum ama) ‘sizin eyleminiz bizim ülkemizdeki OHAL karşıtı destek eylemlerinden çok daha önemli’, dedi”.
Ali: Benim gördüğüm son bir yıl içerisinde dünyada böyle benzer bir açlık grevi yok. Şiddet var, savaş var, baskı var ama demokratik haklarını bu dille arayan yok. Nuriye’yle daha önceden tanışmıyordunuz, değil mi?
Semih, Eskişehirli olduğunu ve KPSS’ye hazırlanırken bir ara Nuriye ile bir kitapçıda tanıştığını söylüyor. “Nuriye Abla’nın Thomas Mann’dan çeviriler yaptığı dönemde” diyor. Gezi sürecinde forumlarda da karşılaşmışlar. KPSS’ye hazırlandığı dönemler olması dolayısıyla çok katılamamış, Semih. “Ben Eğitim-Sen’liyim. O da Eğitim-Sen’li. İhraç edildiği dönemde bir şeyler yapmak istediğini söyledi. Biz de tabi ki destek oluruz, dedik. Açığa alındığım süreçte Eğitim-Sen’le bir şeyler yapmak istedim ama harekete geçiremedim sendikayı. Sonra ben ihraç edildim, beraber bir şey yapalım dedik. Sonra Nuriye Abla’yla da ‘bir yerden başlayalım, artık bir şeyler yapmamız gerekiyor’ derken, o tek başına oturma eylemine başladı”.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü’nü başlatmasında aslında bizim dinamizmi açığa çıkarmamızın etkili olduğunu söyledim ve gelen milletvekilleri de bunu doğruladı.
Ali: Açlık grevi eyleminizin kaçıncı günde başlamıştı?
Esra: 120
Semih: Evet 120. Şöyle: 120. günde başlamayacaktı aslında açlık grevi. 9 Mart’ta biz Meclise gitmiştik. 11 Mart’ta açlık grevinin başlayacağının bildirilerini dağıtıyorduk, ama gözaltına alındık. Gözaltına alınınca açlık grevine erken başladık. Açlık grevine engel olmak için yapılan bir gözaltıydı. Bize sorulan sorular da bu yöndeydi zaten. Bunu anladığımda, ben tek başıma açlık grevine başladım. Nuriye Abla’yı bilmiyordum. ‘Ben bir eğitimciyim. Yüksel Caddesi’nde eylem yapıyordum. Açlık grevine başlayacağımı ilan ettiğimde gözaltına aldılar beni. 11 Mart’ta başlayacaktım açlık grevine’ diye herkese anons ettim. Daha sonra avukatlarımız aracılığıyla öğrendiğime göre de Nuriye Abla da aynı şeyi yapmış, içeride.
Sen kendi örgütüne güvenmezsen, aidiyet hissettiğin yeri sahiplenmezsen, halk sana nasıl güvensin de bedel ödeme pahasına bir şeyler yapsın? Sizin yapmadığınız şeye, bir örgütün yapmadığı girişime halk neden kalkışsın?
Ali: Başlattıkları açlık direnişinin, korkan, sinen bir Türkiye’de, önemli bir sembol olduğunu, karşılık bulduğunu “isteseniz de istemeseniz de sizi bir yere taşıdığını” anlatıyor. “Sembol oldunuz. Toplumsal kazanımlar açısından bu eylemin bundan sonraki süreçte taşıyacağı başka değerler söz konusu olabilir. Mesela Türkiye çok önemli bir seçime yaklaşıyor. Siyaseti de çok iyi takip ediyorsunuz gördüğüm kadarıyla. Önümüzdeki dönemde OHAL’li Türkiye için bir adım daha var: otoriter faşist rejimin tescillendiği bir Türkiye ve bundan da insanlar bir hayli memnuniyetsiz. Bir taraftan hapishanelerdeki arkadaşları var. Ama öbür tarafta açlık grevinde siz varsınız. Sizin toplumsal muhalefetin birlikteliği ve ittifakı için de bir katkınız olabilir. Bu anlamda düşüncelerinizi öğrenebilir miyim?
Semih: Haklısınız, toplumsal muhalefeti birleştirdi bu eylem. Evet, halkın da içinde olduğu bir memnuniyetsizlik hali var. Kendi memnuniyetsizliğini bizim eylemimiz üzerinden ifade etme girişiminde bulunuyor insanlar. Mesela ben hapishanedeyken Kemal Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü’nü başlatmasında aslında bizim dinamizmi açığa çıkarmamızın etkili olduğunu söyledim ve gelen milletvekilleri de bunu doğruladı; çünkü Nuriye ve Semih dendiğinde herkes birlikte, ortak paydada buluşuyor, dediler. Herkes alkışlıyor. Coşkuyla doluyor. Bu, aslında eylemimizin bir yol açtığını gösteriyor. Bir umudu tetiklediğini, bir yol olduğunu gösteriyor ve bir kere o gedik açıldı. İnsanlar bunu gördü. Ancak insanların kendi sendikasına, örgütüne güveni kalmamış. Bu nedenle bir bedel ödeme ihtiyacı da hissetmiyor. ‘Arkamda kimse olmayacak, niye bedelini ben ödeyeyim ki’ diyor, insanlar. Örneğin HDP; eş başkanları tutuklanmış ama buna karşı, dişe dokunur bir girişim yok. Sen kendi örgütüne güvenmezsen, aidiyet hissettiğin yeri sahiplenmezsen halk sana nasıl güvensin de bedel ödeme pahasına bir şeyler yapsın? Sizin yapmadığınız şeye, bir örgütün yapmadığı girişime halk neden kalkışsın? Eskiden de çok baskı oldu ama insanlar ona rağmen, o bedeli ödeme cürretini gösteriyordu. Bu arkanda o gücü hissetmektir. Sonuç olarak, ‘ben haklıyım, meşruyum ve biz kazanacağız’ diyebiliyor. ‘Biz iyiyiz, iyi yoldayız’ diyebildiği bir durum oluyor.
Yüksel Caddesi’nde, İnsan Hakları Anıtı önünde eylem hakkı yeniden kazanılırsa, bizim eylemimiz kazanır.
Ali, 1977 1 Mayıs olaylarını, katliamın olduğu Türkiye’yi hatırlatıyor. 2’inci Milliyetçi Cephe’nin (MC) karanlık faşizan günlerini… Taksim Mitingi’ni engellemek isteyen MC Hükümeti’nin başındaki Demirel’in tehditlerine pabuç bırakmayan Ecevit’in cesaretle Taksim’de 700 bin kişi ile miting yaptığını ve kazandığını anlatıyor. “Şimdi” diyor “maalesef çok şey ıskalandı. Meydan boş kaldı. Onun için meydanı dolduran, kalabalıklar yerine, sembolik olarak sizsiniz”.
Esra: Bir şey söyleyeceğim bu noktada. Nuriye ile Semih açlık grevinde devam ediyorlar. Her şeye direndiler. Bunca şeyi aştılar. Ama bu bir yandan da tehlikeli bir şey. Birilerini kahramanlaştırıp, sanki olağanüstü güçleri olan insanlar bunları yaparmış gibi putlaştırma ve dolayısıyla kendini örgütlü görmeme sorunuyla karşı karşıyayız. Her sorun, faşizmin getirdiği her problem, Nuriye ve Semih’in eylemi üzerinden çözülmeyecek. Çözülmediği zaman da bir moral bozukluğuna sebep olabilir insanlarda. Bu çok önemli bence. Evet iki kişi ve Yüksel Direnişçileri böyle bir direniş sergilediler ama onlar da sadece aramızdan birileri. İki gün önce sokakta aramızda dolaşan insanlardı. Bunu böyle görmek lazım.
Faşizmin getirdiği her problem, Nuriye ve Semih’in eylemi üzerinden çözülmeyecek. … Evet iki kişi ve Yüksel Direnişçileri böyle bir direniş sergilediler ama onlar da sadece aramızdan birileri. İki gün önce sokakta aramızda dolaşan insanlardı.
Ceren sözü alıyor: Nuriye de, Semih de, Ankara dışından geldiniz; Ankara’da direniş başlattınız ve Ankara’nın merkezinde, Yüksel Caddesi’nde, Ankara’nın da sembolü olan İnsan Hakları Anıtı’nın önünde. Şimdi o İnsan Hakları Anıtı da tutuklu. Diğer yandan OHAL Komisyonu’yla birlikte işe iadeler de gündeme geliyor. İronik ama o anıt artık sizinle özdeşleşmiş durumda. Sizin işlerinize iadeniz gerçekleşirse İnsan Hakları Anıtı da serbest bırakılacak mı sizce, ne dersiniz?
Semih: Ben hapishanedeyken telefonda konuşurken Esra’ya Yüksel Caddesi’nde, İnsan Hakları Anıtı önünde eylem hakkı yeninden kazanılırsa, bizim eylemimiz kazanır diyordum. Bir yol açılır, kanal açılır, kazanılır diye bakıyordum. İnsan Hakları Anıtı’nı ve eylemimizi ben de birbiriyle bağlantılı görüyorum. Çünkü orada eylem yapan bizimle özdeşleşmiş, ekmeğini isteyen eğitimciler var. Orada tutuklandık ve biz tutuklanır tutuklanmaz, bariyerlerle çevrildi orası. Ne demek istiyorlar aslında; ‘biz, size saldıracağız, size baskı yapacağız’, diyorlar. Bir hak arama eylemini bahane ederek, ‘hak aranmasına müsade etmeyeceğiz’, demek istiyorlar.
…
Şunu da belirtmem gerek ben ‘tutuklu’ demiyorum. ‘İşgal’ var orada. Şimdi orada bir karakol kuruldu. Neden anıtın etrafı hala bariyerlerle çevrili? Nedir bunun anlamı? Bir de o bariyerler öyle bir hal almış ki, sadece İnsan Hakları Anıtı’nı çevreliyor; küçücük bir alanı. Şimdi bu nedir? AKP’nin, iktidarın zihniyetinin ne olduğunu görebiliyorsunuz. ‘Ben, herhangi bir eyleme veya herhangi bir hak arama girişimine asla müsaade etmeyeceğim’ demek bu. Orada karakol üzerine bayrak asmışlar, fotoğraflarda gördüğüm kadarıyla. Burası demek ki senin yurdun vatanın değilmiş ki, işgal edip bayrak asmışsın. Burayı işgal ettin, bizden aldın! Bizi de düşman olarak görüyorsun. Bu durum aslında ne kadar çarpık bir anlayışa sahip olduklarını da gösteriyor. ‘Vatan’ dedikleri şeye ne kadar ters düşen bir anlayış bu. Senin vatanın değil miydi orası yani? Bayrak asıyorsun, mobil karakol kuruyorsun.
Ceren: Nuriye’yle konuşurken öğrencilerinin sizinle ilgili hazırladığı sergiye konu geldi. Ben o sergiyi açlık grevinin yanında farklı bir eylem olarak değerlendirdim. Yüksel Direnişçileri’nin her gün sabah akşam yılmadan sokağa çıkması bunlar hep farklı eylem türleri. Tam bunlardan konuşurken Nuriye Gülmen aslında hiç resme, çizime ilgisi olmadığını ama tutukluyken kendi hücresini çizdiğini anlattı.
Esra: Evet ilk mektuplarında, fotoğraf çekmek yasak olduğu için kendi hücresini çiziyordu.
Ceren: Esra’yla senin müziğe olan ilginizi biliyoruz. Ben çok dinledim seni. Hem de çok beğenerek dinledim. İkinizin de sesi çok güzel. Tutukluyken olanakların çok kısıtlı olduğunu da biliyoruz. O sırada başka bir uğraş vs. ile ilgilendin mi, Semih?
Esra: Semih, aslında eski bir alışkanlığını geliştirdi. Okuma. Semih için bir tutkudur, okumak.
Semih: Evet hayatımın büyük bir kısmı, özelikle üniversiteye girdikten sonra, okumakla geçti.
Bizim eylemimiz kazanılmış bir eylemdir. … iktidarın makul sayıp karşılayabileceği küçücük bir şey olan, işimize geri dönme talebimizi kabul etmedikleri için kazandık. Kaybetme korkusuyla, hırsla, işimize dönme talebini yerine getirmiyor oluşlarıyla yenildiler.
Ali: Nasıl bir okumak? Edebiyat mı? Literatür mü?
Semih: Ben edebiyatı da kendi belirlediğim ilgi alanlarımla okuyorum. Tarihin bütün aşamaları ilgi alanıma giriyor. İnsanın varoluşu, canlıların varoluşu, dinler tarihi, Antik Yunan. Dinler tarihinde özellikle ‘Alevilik’, ‘Heterodoksi’, ‘Ortodoksi’ kavramları üzerinden okumalar yaptım ama doğru kavramlar değilmiş diye başka eleştiriler de okudum. Sonra isyanlar tarihini, örneğin Baba İshak hakkında okudum. Şu aralar 1848’lere yoğunlaşmış durumdayım. 1871 Paris Komünü çok bilinen, üzerine yazılmış çok kaynak olmasına rağmen, 1848’i çok bilmediğimizi düşündüm. 1848 ile ilgili romanlar okumak istiyorum. O dönemi anlatan. Tarihi romanlar değil dediğim. Mesela biyografi, ‘Romantik Sürgünler’de Herzenn o döneme yoğunlaşıyor. Marx’ın ‘Fransa’da Sınıf Savaşımları’ var. Engels, ‘Almanya’da Devrimler ve Karşı Devrimler’de 1848’i anlatıyor. Böyle işte. Romanlar da aynı şekilde. Mesela ‘At Sineği’, İtalya’da 1840 ve 50’ler döneminde geçiyormuş. Onu okuyacağım şimdi.
Ali: Dolayısıyla bu dönemde okumaya yoğunlaştın, tekrar
Semih: Evet bunu geliştirdiğimi düşünüyorum açıkçası. Bir de ben en son üniversitede Esra’ya 3 tane şarkı bestelemiştim. Tekrar gitarımı elime alayım dedim. Kabul edeceklerine dair bir umudum yoktu ama gitarımı zor bela içeri aldılar.”
Ali: Aldılar mı? Tutsak mı oldu gitar!?
Semih: (Gülüyor) Gitar almıyorlar normalde. Kitapta da sınırlama vardı 3 tane
Esra: Hepsi bizim için zor şeylerdi.
Semih: “Ben direnirim buna”, dedim. Olanları da bildikleri için, çünkü dışardan direnerek gelmişsin, sınırlama biraz esnetildi. Sadece benim üzerimden.
Ali: Sen hücrede çaldın o zaman?
Semih: Benim gitarım akustik gitar. Normalde onu da almıyorlar teli olduğu için. Misina alıyorlarmış eskiden de ve jaklı bir gitar, elektronik. Ona rağmen aldılar. İçerde iki tane beste yaptım.
Esra: Sanırım şiir yazdın daha önce de, di mi?
Semih: Şiir denmez yazdıklarma. Ben ‘şiirimsi’ diyorum. Kendimce bir şeyler. Ama hikaye yazdım, hem de birkaç tane…
Ali: Mapusluk üretkenliği arttırır, derler?
Semih: Evet. Limon kabuklarından bileklik, kolye vs. de yaptım. Duvar süsleri yapıyorum. İşleme. Kendimce, yani iyi diyebileceğim işlemeler. Sonra, yazı da yazdım.
Ceren: Müthiş şeyler bunlar, gerçekten çok güzel.
Semih: Biraz daha kalsaydım herhalde daha da üretirdim. (Gülüyor)
Ali: Nazım Usta, Balaban’a el verir. Ressam olur, Balaban. Orhan Kemal, Kemal Tahir pek çok insan. Hapishane insanda üretkenliği arttırıyor. Genelde de zeytin çekirdeğinden de tesbih yapılıyor (Gülüyor). İkiniz de öğretmensiniz. Öğretmenlik de yaptınız fiilen. Öğrenciler bu film şeridinde neredeler?
Semih: Ben açlık grevine ilk başladığım zamanlarda öğrencilerimden videolar geliyordu. Destek mesajları atıyorlardı. Telefonla arıyorlardı. Açlık grevi devam ettiğini televizyondan görünce çok üzülen öğrencilerim, velilerim oldu.
Esra: Kalbine bir şey olursa diye çok endişe edenler oldu.
Semih: Evet, “ya kalbine bir şey olursa” diye ağlayan öğrencilerimden birisine, annesi teskin etmek için “oğlum üzülme çok da kötü değil, az az yiyorlar” demiş.
Ali: Böyle böyle bir külliyat oluşuyor anladığım kadarıyla.
Semih: Duygusal bir bağ var, sonuçta.
Ceren: Tabi, bir de sınıf öğretmeni olunca öğrencilerle sürekli zaman geçiriyorsunuz.
Ali: Aynı yerde mi görev yaptınız?
Esra: Hayır, ben köyde çalışıyordum. İlçe olarak aynı ilçedeydik ama Semih ilçe merkezinde ben köyde çalışıyordum. Benim çok farklı bir bağım vardı, akraba gibiydik tüm köyle. Ben ihraç olduğumda sanki köyden cenaze çıkmış gibiydi. Hala daha konuşuyoruz bazılarıyla. Hep diyordum ki “ben işime geri döneceğim ve geleceğim”. “Ama halen gelmedin” diye arıyorlar bazen. Geçtiğimiz günlerde bir arkadaş Mardin’e geziye gitmiş. Benim çalıştığım köye de uğramış. Onlardan videolar göndermiş. Çok duygulandım gerçekten.”
Ali: Peki bu süreç senin açından nasıl?
Esra: Çok farklı bir süreç yaşıyoruz, daha önce söylense inanamayacağım bir süreç. En başta da konuştuk, tarihte olmamış bir şey. Ben açlık grevi eylemlerinin tarihe kazanımlarla geçtiğini bilsem de açlık grevine hep mesafeli yaklaşan bir insandım. Semih başlayacağı zaman da çok endişelendim ve mesafeliydim. Ama günler geçtikçe farkettim ki benim için de aslında beslenme söz konusu değildi. Zaman böyle hızla geçiyordu. Benim açlık grevine başlamam Semih’in tutuklanması üzerine oldu ve başlarken ancak birlikte sonlandırırız diye düşündüm. Tarihte bir örneği yok ama yapılamaz da değil bir yandan.”
Ceren: Son olarak buradan kendi direşinizle ilgili, OHAL’le ilgili, tek adam rejimi ile ilgili neler söylemek istersiniz?
Esra: Çok söyleniyor aslında ama kış biraz sert yaşanıyor. Mevsimsel olarak sert değil ama haklarımız, siyasal süreçler açısından sert geçiyor. Belki daha da sert günler göreceğiz ama bu sürecin sonunda Türkiye halkları olarak kesinlikle bahara ulaşacağız. Bunlar bir şeylerin çırpınışı aslında. Bu kadar baskıyı, bu kadar zorbalığı can havliyle yapılan çırpınışlar olarak düşünüyorum. Umut hiçbir yerde değil, dışarda bir yerde de, Avrupa’da dadeğil. Umut kendimizde, bizde!
Semih: Bizim direnişimiz çok ilginç bir kazanımı olan bir direniş. Bir eylem olur veya açlık grevi olur, birçok talebi vardır. İktidar o taleplerin kendine en makul gelenlerini karşılar ve böylece eylem bitirilir. Bizim eylemimiz ise ısrarla sürdürülen bir eylem. Bizim eylemimizde bir tane talep var, bir çok talep yok sadece bir tane talep var. Ama zamanla kendi talebini aşmış bir eylem. Politik, siyasi, sosyal her türlü kazanımı olan. Dünyayı ayağa kaldırmış bir şey, umut vermiş bir şey. Bir şeylerin yapılabileceğini gösteren bir direniş. Bundan daha büyük bir kazanım da yok aslında. Örnek olmuş. Neye örnek olmuş? En basitinden birlikte bir şeyler yapma, birileri için bedel ödeyebilme üzerinden bir örnek olmuş. Bizim bir sevdamız var. Beraber açlığı paylaşıyoruz ve çıkar ilişkileriyle kurulan düzenin, kapitalizmin empoze edildiği bir ortamda, sevdanın, aşkın bile tüketilmeye çalışıldığı bir iklimde fedakarlık, birliktelik, sevdanın eylemi bu. Şunu haykırıyoruz: Biz hala varız! Bizim soylu bir damarımız var, halk olarak.
Bizim eylemimiz, kazanılmış bir eylemdir. O küçük dediğimiz şey, yani iktidarın makul sayıp karşılayabileceği küçücük bir şey olan, işimize geri dönme talebimizi kabul etmedikleri için kazandık. Kaybetme korkusuyla, hırsla, işimize dönme talebini yerine getirmiyor oluşlarıyla yenildiler. İnsanlarda şöyle bir imaj oluşturmaya çalışıyorlardı. Ben geri adım atmadım, sen geri adım at, atmazsan yenildin. Ama öyle olmadı, biz kazandık!
Ali: Bu işi çok kötü yönettiler. Yani çıkarlarına hizmet eder bir şekilde olmadı. Dediğin gibi ilk başta iş oldu deseler…
Semih: Bunu isterlerdi, ama iş işten geçti. “Ben yaptım oldu, onlar geri çekilir” diye düşündüler. Ama bize uymadı! Bu nedenle de ters tepti. Kaybettiler!
* Bu söyleşi açlık grevinin 306. gününde 8 Ocak 2018’de yapılmıştır.
gazetesolfasol.com’da yayımlanmıştır…