-0.6 C
İstanbul
21 Şubat Cuma, 2025
spot_img

Emperyalizm, sömürü, “medeniyet”: Afrika – Çınar Akay

Amerika’da altın ve gümüş madenlerinin keşfi, yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlerin bunların mezarı hâline getirilmesi, Doğu Hint Adalarının fethine ve yağmalanmasına başlanması, Afrika’nın siyah derililerin ticari amaçla avlandığı alana çevrilmesi, kapitalist üretim döneminin şafağının işaretleriydi. Bu masalımsı süreçler ilk birikimin ana uğraklarını oluşturur (K. Marx, Kapital 1. Cilt, Yordam Yay., s. 718).

Dünyamızın ekonomik evriminde yeni bir tarihsel aşamanın oluşmasını ta Ortaçağ’dan beri mümkün kılan ilk sermaye birikimini sağlayan en önemli etken gerçekten de iç ve dış yağma olmuştur… Ernest Mandel’in yapmış olduğu hesaba göre, 1660’a kadar Amerika’dan sökülüp alınan altın ve gümüşün, 1650-1780 yılları arasında Hollanda Doğu Hindistan Kumpanyası’nın Endonezya’dan topladığı ganimetlerin, Fransız sermayesi tarafından 18. yy boyunca zenci köle ticaretinden sağlanan kazançların, gene aynı dönem boyunca İngilizlerin bir yandan Antiller’deki köleleri çalıştırarak, bir yandan da Hindistan’ı yağmalayarak gerçekleştirdikleri kârların toplamı, 1800’lerde bütün Avrupa’daki sanayi alanlarına yatırılan sermayelerin toplamını aşıyor. 

1503-1660 yılları arasında Latin Amerika’dan Andaluzya başkentine tam 185 bin kilogram altın ve 16 milyon kilogram gümüş gelmiştir. Bu yüz elli yıl boyunca İspanya’ya aktarılan gümüş miktarı, tüm Avrupa rezervlerinin üç katını temsil etmektedir. Ve unutmamak gerekir ki burada söz konusu olan rakamlar resmî rakamlardır; dolaysıyla da gerçekliği bir hayli geriden izlemektedir. 

Günümüzde yapılan en güvenilir araştırmalar sömürge öncesi dönemde Meksika nüfusunun otuzla otuz yedi buçuk milyon arasında olduğunu ortaya koyuyor. And Dağları yöresindeki yerlilerin de sayısının buna eşit olduğu tahmin edilmekte. Orta Amerika’daki yerliler onla on üç milyon arasında, Aztek, Maya ve İnkaların toplamı ise sömürgecilerin ortaya çıkışından önce yetmişle doksan milyon arasında tahmin ediliyor. Bir buçuk yüzyıl sonra toplam nüfus yalnızca üç buçuk milyon. 

1870’ten önce Hindistan’ın ormanları müştereken idare ediliyordu; çiftçiler ormanlardan yemek yapmak ve ısınmak için odun, sığırları beslemek için yem elde ediyorlardı. 1870-80 arasında ormanların neredeyse tamamı, İngilizler tarafından gemi imalatı ve demiryolu inşasında kullanılmak üzere çitlendi (el konuldu). Çitleme hareketi ormanlarla da sınırlı değildi: Su kaynakları özelleştirilip toprağın yanında açık artırmayla satıldı, ilk kez meta hâline getirildi. Fakat sistemin asıl korkunç yanı 1876 yılında El Niño kasırgası bölgeyi vurup da devamında 3 yıllık bir kuraklık yaşanınca ortaya çıktı. El Niño sebepli kuraklıklar 19. yüzyılda bölgede bilinmeyen bir şey değildi, fakat çiftçiler bu dönemleri atlatmanın yollarını bulmuşlardı. Mahsul elde edemedikleri yıllarda tahıl stoklarını kullanıyorlardı, müşterek kaynaklar da hayatta kalmalarına yardımcı oluyordu. Fakat bu defa ellerinde bu emniyet sistemlerinin hiçbiri olmadığı için ortaya feci sonuçlar çıktı. Ormanlar çitlenmiş olduğundan çiftçiler hayvanlarını besleyecek yem bulamadı. Sığırlar sürüler hâlinde öldü, gübre kalmayınca da topraktan alınan verim düştü. Su kaynakları da çitlenmiş bölgelerde kaldığı için insanlar yağmur yağmadığında kullandıkları sulama sistemlerine erişemediler… Kuraklığın insan maliyeti korkunçtu: 10 milyon Hintli açlıktan öldü… Yirmi yıl sonra, 1896-1902 yılları arasında El Niño bir kez daha geldi, bu kez zayiat daha büyüktü. 20 milyon Hintli açlıktan öldü, böylelikle toplam ölü sayısı 30 milyona ulaştı 

Avrupalı tüccarlar, Marco Polo’nun 13. yüzyıldaki seyahatlerinden beridir Çin’in zenginliğine göz dikmişlerdi. Ama Çin muhafazakâr ve kendi kendine yeter bir yerdi. Avrupalıların sunabileceği hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Britanya Doğu Hindistan Şirketi Hindistan’ın geniş topraklarını kendi talebini yaratan bir metanın ekimine ayırarak bu sorunu 19. yüzyılın başında çözdü: Afyon. 1810’a gelindiğinde şirket Çinlilere yılda 350 ton afyon satıyordu. İmparatorluk hükümeti ticareti durdurmaya kalkıştığında Britanya savaş başlattı. Dolayısıyla, 1839-42 ve 1856-60 Afyon Savaşlarında Britanya imparatorluğu uyuşturucu tacirleri adına savaşmış oldu. 

Afyon Savaşlarıyla büyük yenilgi alan Çin’in kendi tahıl piyasası üstündeki denetimi kaybetmesi sonucunda, Hindistan’ı vuran kuraklıklar esnasında Çin’de de büyük kıtlıklar yaşandı, 30 milyon insan açlığa kurban verildi.

Afrika

Köle ticareti

1480’lerde Portekizliler, ıssız ekvatoral Principe ve Sao Tome adalarını keşfetti. Takip eden yıllarda Portekizli yerleşimciler bu adaların zengin volkanik topraklarında şeker kamışı yetiştirmeye başladılar. Bunun için Afrika kıtasından getirilen köle emeği kullanıldı. 16. yüzyılın başlarında Sao Tome, Avrupa pazarı için en büyük şeker üreticisi oldu. 15. ve 16. yüzyılın başlarında, büyük ölçüde Senegal ve Gambiya bölgesinden getirilen köleler Güney İspanya ve Portekiz’in çiftliklerine ve sömürgelerine taşındılar. Nijer Deltası ve Kongo Nehri bölgesinden alınanlar çoğunlukla Sao Tome adasına götürüldü. Afrikalı köle emeğine dayanan Sao Tome sömürge sistemi, Amerika ve Karayipler için de model teşkil edecekti.

Amerika nüfusunun, işgalden sonra yaklaşık 150 yıl içinde korkunç bir kırıma uğratılmış olması, elbette madenlerde ve tarımda çalışacak iş gücü ihtiyacını doğurdu. Doğrudan Atlantik üzerinden alınan ve köle olarak satılan ilk Afrika esirleri 1532’de taşındı. Daha sonra insan nakliyatında, istikrarlı bir transatlantik ticaret şekli gelişti, ancak yıllık rakamlar ilk 100 yıl boyunca nispeten küçük kaldı. Ancak 1630’lardan önce Hollandalılar, sonra Fransızlar ve İngilizler katıldıklarında Brezilya ve Karayipler’de şeker plantasyonlarında hızlı bir genişleme oldu. Köle iş gücüne olan talep arttı ve Batı Afrika’dan esir ticaretinin büyüklüğü muazzam oranlara ulaştı. 16. yüzyılda, yılda sadece birkaç bin olan rakamlar, 17. yüzyılda, yılda ortalama 20 bine yükseldi ve 18. yüzyılın büyük bölümünde yılda 50 ila 100 bin arasında arttı. 19. yüzyılda sayılar azaldı ancak ticaret 1880’lere kadar tamamen yok olmadı. Bazı tarihçiler bu büyük trafiğin kayıt altına alınmadığını ve ticaretin gerçek ölçeğinin burada belirtilenin iki katı olduğunu iddia ediyorlar. 

Tüm Avrupalı köle tüccarları kurbanlarını ele geçirme kısmında aktif değillerdi. Avrupalı tüccarlar kendi kapsamlı baskın seferlerine devam edecek askerî güce sahip değillerdi. Zaten, esirlerin daha ucuza alınabileceği ve riskin daha az olduğu kıyılar dururken, neden pahalı baskın seferlerine devam etsinler ki? Angola’da olduğu gibi iç bölgelere girdiklerinde Avrupa orduları ya askerî yenilgiye uğradı ya da hastalık yüzünden zayıfladı. Bununla birlikte, Kongo ve Ndongo krallıkları içinde, sahilde çok sayıda esir satışı sağlayan savaşlar başlattılar.

Ancak yine de kıta olarak Afrika’nın sömürgecilerin ilgi alanına girmesi biraz daha geç bir tarihe denk düşer. 1884 yılında toplanan Berlin Konferansı ile kıta, Avrupalılar arasında paylaşıldı. 

Berlin Konferansı: Kim nereyi yağmalayacak!

Berlin Konferansı Afrika yağmasına ciddi bir ivme kazandırdı. 1870’te Afrika’nın sadece %10’u Avrupalıların kontrolü altındayken 1914 yılında bu oran %90 civarına ulaştı. İngiltere Ümit Burnu’ndan Kahire’ye kadar uzanan çok geniş bir alanın yanı sıra Nijerya’ya ve kıtanın kuzey doğu şeridinde birkaç ticaret limanına da hükmediyordu. Fransa Batı Afrika’nın büyük bir kısmıyla Madagaskar’ı ve Ekvator bölgesinin bir bölümünü elinde tutuyordu. Almanya Namibya, Tanzanya ve Kamerun’u alırken, Portekizliler Angola ve Mozambik üstünde hak iddia ediyordu; Kongo da Belçikalılara kaldı. 

On dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar Afrika’daki Avrupalıların, bu koşullar altında yaşamak ya da çok daha sıklıkla görülen bir olgu olarak ölmekten başka seçenekleri yoktu. Batı Afrika “beyaz adamın mezarı” olarak biliniyordu. 1695 ile 1722 yılları arasında Kraliyet Afrika Şirketi tarafından Batı Afrika’ya gönderilen her 10 Avrupalı işçiden “altısı birinci yılda, ikisi ikinci yıldan yedinci yıla kadar geçen süre içinde öldü. Sadece biri İngiltere’ye geri dönecek kadar yaşayabildi.” Bu olasılıklar altında çoğu Avrupalı tüccar, Afrikalı tüccarların iç bölgelerle kıyı arasındaki ticarete hâkim olmasından memnundular. Gemilerini ticaret limanlarına getirirlerdi, mallarını satın alırlardı ve mümkün olduğunca hızlı bir şekilde geri dönerlerdi. 

Ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru hızlanan Afrika yağması kıtanın içlerine nüfuz etmek için yeni yollar arıyordu. Afrika’nın nehirleri, Avrupalılar tarafından kıtanın kalbine giden ve oradan gelen ana ticaret atardamarları olarak görülüyordu. Avrupalıların, kıtayı Avrupa ticaret ve sömürüsüne açabilecekleri “otoyollar”dı.

Yine de bu “otoyollar”ın kullanımı için iki büyük engel vardı. Birincisi başta sıtma olmak üzere salgın hastalıklar, ikincisi yerli halkın saldırıları karşısında işgalcileri avantajlı kılacak silahlar. 

1847’de kininin sıtmaya karşı tedbir amaçlı kullanılabileceğine dair bir İngiliz doktorun yayınladığı makale dönüm noktası oldu… Kısa sürede çok miktarda üretilmeye başlanan kinin, Afrika’ya gidişin maliyetlerini azaltmış ama sıfırlamamıştı. Geriye dengeyi tamamen Avrupalı fatihler lehine bozacak bir yenilik kalmıştı. Bu da makinalı tüfek idi. 

Henry Morton Stanley’in (Kongo’nun Belçika Kralı adına sömürgeleşmesinde önemli rol oynayan gazeteci) How I Found Livingstone (1872) adlı kitabında “genç gezginler” için eklediği bir tavsiye bölümü vardır. İyi bir çadır ve bedenin rahatını sağlayan birkaç şey. Ardından da en önemli şeyler, yani silahlar gelir. Avcı silahları hakkında birkaç öneriden sonra aşağıdaki yorumu yapar: “Bir savaş silahı olarak icat edilen en iyi silahın, London Eley mühimmatıyla techiz edilmiş Amerikan Winchester makinalı tüfeği veya bilinen adıyla ‘on altı patlar’ olduğunu tahmin ederim. Amerikan Winchester’i bir savaş silahı olarak tavsiye etsem de, gezginin bunu saldırı için alması gerektiğini kastetmiyorum, ancak en etkili savunma aracı olarak alınmalıdır.” 

Avrupa yapımı ateşli silahların köle ve altın karşılığı sıklıkla değiştirildiği Batı Afrika’da, silahlar adeta hayatın bir parçasıydı. Bu Afrika’yı sömürgeciler açısından aynı zamanda bir silah pazarı hâline de getiriyordu. Bunun için zamanla yalnızca Afrikalılara satılmak üzere silahlar üretildi. Doğal olarak bunlar daha kalitesiz ve işgalcilerin silahlarını daha geriden takip eden bir tekniğe sahipti. Avrupalılar işgallerde kuyruktan doldurma tüfeklere geçerken (ki bu hız ve hedef olmama açısından ciddi avantajlar sunuyordu) Afrikalılar hâlâ ağızdan doldurmalı tüfekler kullanıyorlardı. Bunun gibi birçok teknik yenilik (mermi kapsülü, yivli namlu vb.) işgalcileri Afrikalılar karşısında avantajlı kılıyordu. Ayrıca 1890 Brüksel Konferansı ile de Avrupalıların Afrika’da modern ateşli silahlar satımı yasaklandı. 

Sömürge yönetimlerinin kurulması

15. yüzyılda “yeni dünya”nın sömürgeleştirilmesinde kılıç ve haç başroldeydi. 19. yüzyılda bunların yanına “medeniyet/uygarlık taşıma” eklendi. Bugün ise “uygarlaştırma” yerini “demokrasi taşıma”ya bıraktı.

Bir İngiliz sömürgesi olan Kenya’da bağımsızlık mücadelesinin lideri olan Jomo Kenyatta şöyle der: “Avrupalılar geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda İncil bizim elimizde, topraklarımız ise beyazların elindeydi.” 

Kongo’yu ilk olarak 1483’te Diego Cao adlı Portekizli bir denizci keşfetti. Ülke 16. ve 17. yüzyıllarda, Portekiz sömürgeci istilasını öteki Afrika topraklarına yaymasında bir “sıçrama tahtası” oldu. Ama Afrika kurtuluş savaşları çağı açıldığında Kongo, sömürgeciliğe karşı savaşını Portekiz ile değil, daha sonradan sömürgesi olduğu Belçika ile yapacaktı.

Belçika’nın yaklaşık 80 katı büyüklüğündeki bu topraklara, Belçika Kralı II. Leopold kendisi adına yerli kabilelerle anlaşma yapan Stanley adlı bir gazeteci aracılığıyla sahip oldu. 1884’te toplanan Berlin Konferansı Stanley’in Kral Leopold adına yaptığı anlaşmaları geçerli saydı ve Kongo, Belçika’nın değil ama Leopold’un kişisel mülkü olarak tanındı. Ülkeye Bağımsız Kongo adı verildi. Bu bir kralın özel mülkü olmaktan gelen bir bağımsızlıktı ve bu ad yalnızca ülkenin sömürgeler bakanlığına bağlı olmadığı anlamına geliyordu. Leopold bu devasa kazanımını uluslararası zeminde meşrulaştırmak için insanî yardım ve hayırseverlik işleri peşinde olduğunu söylüyordu. Fildişi toplamakla başlayan macera, 1890’larda bisiklet lastiği ve daha sonra otomobil üretimi yükselişe geçince kauçuk üretimiyle devam etti. Yerli halkın büyük bir kısmı köleleştirildi ve kauçuk toplamaya zorlandı. Belirlenen kota kadar kauçuk toplayamayanların elleri kesiliyordu. Bir süre sonra bu durumun dünyada duyulması sert tepkiler uyandırdı. Leopold’un idaresinde on milyon Kongolu yani nüfusun kabaca yarısı hayatını kaybetmişti. Bu arada kral, bu ülkedeki kişisel haklarından vazgeçti ve hükümranlık haklarını Belçika ulusuna devretti.

İngiltere 1795 gibi daha erken bir tarihte Güney Afrika’da varlık gösterse de kıtaya dönük hamleleri 1870’li yıllarda yoğunlaşır. Afrika’da İngiliz sömürge politikasının en önemli figürlerinden biri Cecil Rhodes’tir. Güney Afrika’nın altın ve elmas madenlerini yağmalayan, Güney Afrika’da apartheid rejiminin mimarı, kendi soyadını işgal ettiği topraklara veren (Kuzey Rodezya bugünkü Zambiya, Güney Rodezya, bugünkü Zimbabve), Kahire ile Cape Town arasında bir demiryolu kurma hayali olan, 1890-1896 arasında Cape kolonisinin başkanlığını yapan kişidir. “Cape’in Napolyonu” adı yakıştırılan Cecil Rhodes’e göre Cape’in ihtiyaç duyduğu şey topraktı, yerli değil. “Üstün bir ırk çoğalırken Afrika’yı Pigmelere bırakacak değiliz ya… Betchunaland’dan ta Mankoarane’a kadar olan toprakları almakta bence hiçbir sakınca yok… bu yerliler bizim hâkimiyetimiz altına girmeye mahkûmlar… yerliye bir çocuk gibi davranmalıyız ve ona alkolü yasakladığımız gibi seçme ve seçilme hakkını da yasaklamalıyız.” Resmî görevlilere yerlileri kırbaçlama hakkını tanıyan tasarıyı desteklemişti… Doğal olarak keyfî tutuklamalar, savaş çıkartmaya yönelik kışkırtmalar, haberci ve ulakların katledilmeleri, “chartered gang”ın (beratlı çete) kullandığı yöntemler arasında bulunuyordu, kısaca Chartered denen British South Africa Company’ye bu ad takılmıştı… Bechuanaland’in yerlilerinin elinden topraklarını almak için alışılagelmiş yöntemleri kullanabildi ve Cape’te bu yerlilere sınırlı, satılamaz, devredilemez, ipotek edilemez birer hisse tahsis ederek, mirasçılarını madenlerde çalışmak zorunda bıraktı. 

Rhodes ve planına yatırım yapanlar Rozvi ve Mutapa imparatorluklarının eski altın madenlerinden haberdarlardı… Böyle bir plana karşı ana muhalefet odağı Zimbabve Platosu’nun batı yarısına hâkim olan Ndebele Krallığı’ydı. 1888’de Rhodes, Ndebele Kralı Lobengula’dan toprakları üzerinde bir tür maden arama “izni” koparmayı başardı. Lobengula, sadece bir avuç araştırmacının ülkesine girmesine izin verdiğini sanıyordu. Ancak imzaladığı anlaşma metni kasten kendisine yanlış tercüme edildi. Böylece bu anlaşma İngilizlerin madenleri sömürmesi için her türlü eylemi yapma özgürlüğü veriyordu. Lobengula’nın güçlü protestolarına rağmen, İngiliz hükumeti hileli imtiyazı kabul etti ve Rhodes’in yeni kurmuş olduğu İngiliz Güney Afrika Birliği tarafından Zimbabve’nin sömürgeleştirilmesini onayladı. 

Cezayir’in Fransız sömürgesi hâline getirilmesinde büyük rol oynayan general Bugeaud da Cecil Rhodes gibi 19. yüzyılın sömürgeci fatihlerinden biridir. Eylemci bir kralcı olarak, sömürgelerdeki yerli halka eğitim verilmesine şiddetle karşı çıkıyordu. Tiers’e bunu şöyle açıklamıştı: “Ulusun yaşaması ancak tarladaki ve fabrikadaki insanların, eğitime zaman ve güç ayırmayacakları ölçüde ağır koşullarda çalıştırılmalarıyla mümkündür.” Bugeaud’a göre toplum dört temel direk üzerinde yükseliyordu: çalışma, aile, vatan ve din. Farklı düşünen herkes yok edilmeliydi. General, demir gibi bir disiplin altında tutulmasının karşılığında, askerlerini yağma, tecavüz, eğlence için serbest bırakırdı. 

1842’de Miliana ile Cherchell arasında ne varsa ateşe verdi. “Savaşmıyoruz, yakıyoruz,” diye yazıyor Saint-Arnaud. “Tüm çadır topluluklarını, tüm köyleri, tüm kulübeleri yakıyoruz… Atlas Dağları’nın karına sığınan ne kadar çok kadın ve çocuk soğuktan ve sefaletten öldü… Evlere giriyor yağmalıyor, yıkıyoruz… Yürüyüş kolunun nereden geçtiğini hâlâ yanan alevlerden anlıyorum.” 1845’te Generel Pelissier Dahra mağaralarında bin kadar Arap’ı dumanla boğunca, Bugeaud yetkisini kullanarak ona kalkan olmuştu.

Tüm bunlar bu coğrafyanın da şahit olduğu ne çok katliamı akla getiriyor. Ermeni soykırımı, Pontus katliamı, 33 kurşun, zorunlu çalışma (Aşkale), Dersim katliamı ve mağaralarda kimyasalla katledilenler, boşaltılan köyler, yakılan ormanlar, Roboski katliamı, Şengal’de bilmem kaçıncı kırıma uğrayan Ezidiler…

Almanlar da, sömürge yöneticilerinin otoritesine karşı herhangi bir meydan okumaya karşı çok sert davranmak konusunda kötü bir üne sahipti. Sömürgeci zalimliği hakkında belki de en korkutucu olay, 1904 yılında Alman kontrolündeki Güney Batı Afrika’da gerçekleşti (bugünkü Namibya). Burada sürülerini bir sığır vebası salgınında kaybeden ve Alman ve Afrikaner (Hollandalı yerleşimcilerin -boerlerin- torunları) yerleşimciler tarafından topraklarından çıkarılmış olan çoğunluğu göçebe Herero halkı, yaklaşık 100 kişiyi öldürerek ve çıkarıldıkları orta Namibya topraklarının iadesini isteyerek sömürge yöneticileri ve yerleşimcilere karşı silahlandılar. Buna tepki olarak Alman Generali Lothar von Trotha “soykırım” emrini verdi: “Herero ulusu ülkeyi terke etmelidir. Eğer bunu yapmazlarsa, onları zorla çıkaracağım… Alman bölgesi içinde silahlı veya silahsız, sürüye sahip olsun veya olmasın, Herero kabilesinden herkes vurulacaktır. Bölgede hiçbir kadın veya çocuğa da izin verilmeyecektir; kendi insanlarının yanına gönderilecek veya vurulacaktır. Bunlar, güçlü Alman imparatorunun büyük generali olarak Herero ulusuna söyleyeceğim son sözlerimdir.”

Birçok Herero çöle kaçınca, Alman güçleri su kuyularını zehirledi. Bu askerî seferin sonunda, 20 binden daha azı hayatta bırakılarak yaklaşık 60 bin Herero katledildi. Daha da kötüsü sağ kalanların çoğu çalışma kamplarına yerleştirildi ve daha sonra sonuçları Nazi ırk üstünlüğü fikirlerine yem olacak olan tıbbî deneyler ve muayenelerin kobayı oldular. 1905 yılındaki isyanda Nama halkı Herero’ya katıldığı zaman onlar da benzer bir muameleye maruz kaldılar. Herero ve Nama halklarının neredeyse tamamen kökünün kazınması yirminci yüzyılın muhtemelen ilk soykırımıydı. 

19. yüzyıl boyunca sürdürülen sömürge politikaları, yerlilerin madenlerine, sularına, topraklarına el koyma, zorla çalıştırma, kapitalist dünyanın hukuksal düzenlemeleriyle özgürlük veriyormuş gibi gözüküp, kölelik hukukunu yerleştirme, katliam, aşağılanma, aşağı ırk olarak Avrupa’nın insan hayvanat bahçelerinde sergilenme, uzuvlarını keserek sakat bırakma gibi akla gelmedik daha bin türlü vahşet ve buna karşı ortaya konan isyanlarla şekillendi.

Bağımsızlık mücadeleleri

20. yüzyıla geldiğimizde ise 20. yüzyıl iki dünya savaşına tanık oldu. Birincisini bitiren Ekim Devrimi’ydi. Ekim Devrimi başlı başına, ezilen sömürülen sınıflara ve halklara umut ışığı oldu. İkincisi ise tüm emperyalist dünyanın desteğiyle Nazi Almanyası’nın Ekim Devrimi’ni boğmak üzere saldırmasıdır. Büyük bedeller ödenerek Nazileri yenilgiye uğratan Sovyetler Birliği dünyanın ezilen halklarına, ulusal kurtuluş mücadelelerine, bağımsızlık ve sosyalizm mücadelelerine bir kez daha umut oldu. Ezilen halklar için umut olan şey, emperyalizm için saldırılması gereken, yok edilmesi gereken şeydi. Bunun için soğuk savaş, demir perde söylemi ve içeride komünist cadı avı devreye sokuldu. Ayrıca emperyalist ülkelerde Keynesyen politikalarla, hem ekonomiyi toparlamak hem de görece bir refah sağlayarak işçi sınıfının devrimci fikirlere yakınlaşmasının önüne geçilmeye çalışıldı.

Öte yandan İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinden birkaç yıl sonra Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nin Birleşmiş Milletler’de kabulü de yine Sovyetler Birliği’nin dünyada yarattığı etkiye karşı bir ön alma hamlesidir. Kendisini Sovyetler Birliği karşısında “özgür” dünya olarak tarif eden emperyalistler diğer taraftan klasik sömürge politikalarına devam edemezlerdi. Üstelik buralardan gelişecek daha radikal zaferler, sömürgeleri sadece bağımlı oldukları emperyalist güçlerden koparmayacak, kapitalist sistemden de koparacak riskler taşıyordu. Elbette klasik sömürge politikalarına son verseler de bu politikalar sayesinde halklar arasında ektikleri etnik düşmanlıklara güveniyorlardı, tüm bu yıllar boyunca ekonomik olarak yalnızca emperyalist ülkenin hammadde deposu olmaktan ileri gitmeyen bir ekonominin yönetime kim gelirse gelsin elini kolunu bağlayıp, onu tekrar emperyalist ülkenin ekonomik “yardımlarına” muhtaç edeceğine güveniyorlardı, içeride sömürge yönetiminden kalma yapılanmaya güveniyorlardı, feodal kalıntılara ve işbirlikçi burjuvalara güveniyorlardı ve en sonu tüm bunlar işe yaramaz ise tabii ki darbelere güveniyorlardı.

 Bunun üzerine İngilizler 1947’de Hindistan’dan çekildi, Fransa da Suriye ve Lübnan’dan çekildi. Mısır’da 1952 yılında yaşanan darbeyle İngiliz işgali sona erdi. 5 yıl sonra Gana bağımsızlığını elde ederek İngilizlerin hâkimiyetindeki sömürgelerde bir bağımsızlık dalgasını tetikledi. 1960’a gelindiğinde Fransa Batı Afrika’daki sömürgelerinden çekilmeye başlamıştı. Yine 1960’ta 17 Afrika ülkesi bağımsızlığını kazanmıştı

Afrika’da bağımsızlığını kazanan ya da bağımsızlık savaşı yürütmekte olan birçok hareket, Afrika sosyalizminden etkileniyordu. Afrika sosyalizmi kıtanın hemen her tarafında yürümekte olan bağımsızlık mücadelelerinin her birinden etkilenerek, kamu mülkiyetinin ağırlıkta olduğu, sömürge sermayesini mümkün olduğunca dışarıda bırakan, eğitim, sağlık, barınma ve altyapı yatırımlarını önceleyen ve ekonomik kaynakların “geleneksel” Afrika değerlerine uygun bir şekilde paylaşılması gerektiğini savunan bir yaklaşım içermekteydi. Aslında kapitalizmden tam bir kopuş değil ama bir tür kalkınma yolu olarak görülüyordu. Kwame Nkrumah yönetimindeki Gana ve Julius Nyerere yönetimindeki Tanzanya gibi ülkelerde hayata geçen toplumsal adalet çabalarına Afrika sosyalizminin ilkeleri yön veriyordu. 

1955 yılında bağımsızlığını yeni ilan etmiş Afrika ve Asya ülkeleri fikir alışverişinde bulunmak, ekonomik işbirliği yönünde adımlar atmak ve Batılı güçlerden gelebilecek her türlü sömürgecilik ve yeni sömürgecilik biçimine direnme niyetlerini ortaya koymak üzere Endonezya’nın Bandung şehrinde bir araya geldi. Kendi çıkarlarını hem ABD’nin hem de Sovyetler Birliği’nin gücüne karşı korumak istiyor, Soğuk Savaş’ta taraf olmayı reddediyorlardı. 1961’de, bu kez Belgrad’da bir araya gelerek Bağlantısızlar Hareketi’ni kurdular. İlk başta Nehru (Hindistan), Abdülnasır (Mısır) ve Nkrumah’ın (Gana) yanı sıra Yugoslavya Devlet Başkanı Tito ve Endonezya’nın ilk bağımsız başkanı Sukarno tarafından kurulan Bağlantısızlar Hareketi zaman içinde Küresel Güney’deki neredeyse bütün ülkeleri bünyesine katarak barış, bağımsızlık, dış müdahale karşıtlığı, ırkçılık karşıtlığı ve ekonomik adalet gibi konuları öne çıkaran güçlü bir birliktelik hâline geldi. 

Doğal kaynakların, madenlerin ve önemli sanayi kollarının kamulaştırılması, yabancı mallara yüksek gümrük vergileri, toprak reformu, eğitim-sağlık ve altyapı yatırımlarına ağırlık vermek gibi politikalarının yanı sıra Bağlantısızlar Hareketi’ne üye olmak emperyalistler için alarm zillerinin çalması demekti. Ve emperyalizm Latin Amerika’da ABD ve CIA eliyle elde ettiği darbe deneyimlerini Afrika’ya, Ortadoğu’ya ve Asya’ya taşımaya başladı.

Afrika’da en çok göze batan ülke Gana’ydı. Gana 1957’de bağımsızlığını kazanan ilk Afrika devletlerinden biri olunca bağımsızlık sürecinin lideri Kwame Nkrumah da ülkenin seçimle başa gelen ilk lideri olarak göreve başlamıştı. Gana sömürge ekonomisinin tüm özelliklerine sahipti. Kakao başta olmak üzere, kereste, palmiye yağı, altın, elmas, boksit ve manganez gibi hammadde ihraç ediyor, gıda ürünleri yerine kakao gibi ihraç ürünlerine öncelik veriyor, maden zenginliklerini büyük İngiliz tekelleri denetliyordu. Tarım zenginliği dev firma Unilever’in bir kolu United Africa şirketinin elindeydi. Nkrumah Gana’nın üretim kapasitesini artırdı, tarımda emperyalistlerin ihtiyacı için geliştirilen tek tip ürün temelli tarımsal üretim yerine çeşitli ürünlerin ve daha çok gıda maddelerinin üretildiği bir tarımsal üretim politikasına yöneldi, üretici ve tüketici kooperatifleri kurdu, Avrupa’dan gelen ithal mallara bağımlılığı önemli derecede azalttı, ekonomide devlet sektörünü harekete geçirdi, madenleri kamulaştırıp yabancı şirketlerle ilgili düzenlemeleri sıkılaştırdı, ücretsiz sağlık ve eğitim hizmetlerini başlattı, altyapı projelerine ağırlık verdi. Nkrumah, Afrika’nın geri kalanının bağımsızlığını savunan en güçlü seslerden de biriydi. Kıtanın ekonomik ve siyasi işbirliği üzerinden birleşmesini, sömürgecilerin kendi işlerine geldiği için oluşturup beslediği bütün yapay ayrımların sonsuza dek yok edilmesini savundu. “Afrika kıtası tümüyle kurtulmadan, Gana’nın bağımsızlığı anlamsızdır,” diyordu. 1962 ve 1964’te iki kez suikasta uğradı. İkinci suikasttan sonra şunları söylüyordu: “Gana toplumunda bugün, aslında, bir savaş durumu vardır. Karşı-devrimci güçler halkın sosyalizme doğru ilerlemesini şiddet ve anayasa dışı eylemlerle durdurma yolunda yeni kanıtlar verdiler.” Nkrumah’ın vizyonu Afrika’yla sınırlı değildi. Sukarno gibi o da Bağlantısızlar Hareketi’nin kurucularından biriydi ve 1950’lerde, 60’larda gerçekleştirilen Batı destekli darbeleri gördükten sonra bu müdahaleleri her fırsatta eleştiriyordu. 1965’te, önemli bir iz bırakan Yeni Sömürgecilik adlı kitabı yayınlandı. “Yeni sömürgecilik nedir? Sömürgeci devletin bir toprağa görünürde siyasal bağımsızlık vermesi, fakat ekonomik sisteme hâlâ egemen olarak bu ülkenin ekonomisinde ve dolayısıyla devlet mekanizmasında ağır basmasıdır… Siyasal iktidarın yerli gericiler elinde kalması için gerekli tedbirleri alırlar. Ordu, polisi denetlerler… yabancı sermayenin tüm ekonomik üretime egemen olması için gerekli tedbirleri alırlar… Sendikalar ve öteki halk hareketlerini bölerler… Böylece, kendilerine bağlı kukla devletin, kukla hükümeti kanalıyla, dizginlerini ellerine geçirince, o ülkeye, hükumetine ve halkına dilediklerini yapmakta serbesttirler. İstedikleri olmazsa, o zaman siyasi ya da askerî darbeler yaptırarak, emirlerini yerine getirecek yeni gerici rejimler kurarlar.”

Bütün bunlar yüzünden Nkrumah doğrudan hedef hâline geldi. İngiltere ve ABD onu koltuğundan indirme planlarına daha 1961’de başlamıştı. 1966’da istediklerini yaptılar. Nkrumah resmî bir ziyaret için ülke dışındayken CIA destekli bir darbeyle hükümet devrildi, yerine bir cunta geçti. Cunta, ekonominin yönetimini IMF ve Dünya Bankası’na teslim etti, ülkenin varlıklarını özelleştirdi, yabancı şirketlerin önündeki engelleri kaldırdı ve Gana’yı tekrar bir hammadde ihracatçısı konumuna getirdi. 

Kongoluların sömürgeci Belçikalılara karşı direnişi, mesihçi bir eylem olan Kimbangizmle başladı. Ülkede beyaz egemenliğine karşı gözle görülür, somut hedeflere yönelik bir dinsel yapı oluştu; halk vergi vermeye karşı çıktı, plantasyonlar yakılıp yıkıldı, beyazlardan gelen her türlü madde geri çevrildi. Ardından başka çatışmalar patlak verdi, ayaklanmalar geride bir direnmenin varlığını anımsatacak bir iz bırakmamacasına bastırıldı. 1944’te Halk Gücü’nün ilk eylemi baş gösterdi. Yeni bir sesti bu: Bu kez saldırı, sömürge yönetiminin siyasal yapısına karşıydı. Eylem şiddetle bastırıldı. 100 ayaklanmacı hemen kurşuna dizildi. 1959 Şubatı’ndaki halk ayaklanması, sömürgeciliğe karşı mücadele sürecinin habercisi oldu. 1958’de Patrice Lumumba’nın kurduğu Kongo Ulusal Hareketi (M.N.C.) partisi giderek güçleniyor, öteki partiler üzerinde etkin bir duruma geliyordu. Stanleyville’de beş partinin birlikte düzenledikleri olağanüstü kongrede Belçikalıların tek başlarına düzenledikleri seçimlere katılmama kararı alındı. Bunun üzerine Belçikalılar harekete geçti. Kanlı olaylardan sonra Lumumba tutuklandı. Bu arada M.N.C. karar değiştiriyor ve partinin gücünü göstermek için seçimlere katılmaya karar veriyordu. Parti Stanleyville’de oyların yüzde doksanını aldı. Başkanı cezaevinde bulunan parti, bölge halkının büyük çoğunluğunu temsil ettiğini göstermişti. 

Kongo’nun bütün parti önderleri, 2 Ocak 1960’ta Belçikalılarla yapılacak yuvarlak masa toplantısına katılmak üzere Brüksel’e gittiler. Toplantı açılır açılmaz M.N.C. temsilcisi: “Lumumba olmadan bu toplantı yapılamaz, başkanımız derhal buraya getirilmelidir,” dedi. Tüm delegelerin baskısı üzerine Belçika hükümeti Lumumba’nın serbest bırakılması için Katanga’ya telgraf çekmek zorunda kaldı. Lumumba serbest bırakıldığı gibi bir uçakla Brüksel’deki toplantıya getirildi.

Bağımsızlık 30 Haziran 1960’ta ilan edildi. Belçika Kralı törende bulunmak üzere Leopoldville’ye gitti. Törende dedesi Leopold’e övgüler yağdırıp, bağımsızlığın kendisinin Kongolulara bir bağışı olduğunu ileri sürüyordu. Cumhurbaşkanı Kasavubu da kendi konuşmasında Belçika’ya teşekkür ediyordu. Aynı törende başbakan olarak Lumumba konuşmasında, sömürgeci yönetim sırasındaki köle kanunlarını, açlık ve sefaleti, ırk ayrımını, işkenceleri ve katliamları hatırlattı. Bağımsızlığın Kongo halkının mücadelesi sonucu kazanıldığını anlattı. 

Patrice Lumumba görevinde daha iki ayı yeni tamamlamıştı ki, doğrudan Başkan Eisenhower’ın emriyle, Belçika-ABD işbirliğiyle hayata geçirilen bir kanlı darbe esnasında katledildi. ABD, Lumumba’nın Kongo’daki zengin madenlere erişimlerini zorlaştırmasından endişe ediyordu. Ülkedeki uranyuma nükleer programları için, kobalta da jet motorları için ihtiyaçları vardı. Lumumba vuruldu vücudu parçalara ayrıldıktan sonra bir varile konulup yakıldı. Batılılar onun yerine askerî diktatör Mobutu Sese Seko’yu geçirdi. Dünyanın en acımasız diktatörlerinden biri olan Mobutu, ülkeyi ABD, Fransa ve Belçika’dan aldığı desteklerle kırk yıla yakın bir süre yönetti, bu desteklerin önemli bir kısmını da ülke dışındaki şahsî hesaplarına aktardı. Mobutu’nun uzun idaresi boyunca Kongo’nun (kendisinin yeni belirlediği adla Zaire) kişi başına düşen geliri her yıl ortalama yüzde 2,2 kadar düşerek müthiş bir çöküş yaşadı. Kongolular Belçika sömürgesi oldukları dönemde bile yaşamadıkları ölçüde bir yoksullukla yüzleşti. 1962 ile 1991 yılları arasında ABD Mobutu rejimine kalkınma yardımı olarak 1,03 milyar dolar, askerî yardım olarak da 227,4 milyon dolar ödedi.

Uganda’nın bağımsızlık dönemi lideri Milton Obete 1962’de ülkenin seçimle başa gelen ilk başbakanı olmuştu. Obete’nin 1969’da parlamentoda onaylanan “Sıradan İnsan Kararnamesi”nde şöyle deniyordu: “Uganda’da Cumhuriyetin bütün evlatları için tam güvenlik, adalet, eşitlik, özgürlük ve refah koşulları yaratacağımıza ant içeriz. Madde ve insan kaynaklarının az sayıda insanın çıkarı için sömürülmesini reddediyoruz; yoksullukla, cehaletle, hastalıkla, sömürgecilikle, yeni sömürgecilikle ve apartheid’le var gücümüzle savaşacağımızı taahhüt ediyoruz. Demokratik ilkelerle uyum hâlinde hareket etmek zorundayız; siyasi iktidar azınlıkların değil halk çoğunluğunun denetiminde olmalıdır.” Uganda’nın eski sömürgecisi olan İngiltere bu sola kayıştan rahatsızdı. Obete hükümeti aralarında ünlü birkaç İngiliz bankasının da yer aldığı önemli özel şirketlerden bazılarını kısmen kamulaştırmaya başlayınca bu rahatsızlıkları daha da arttı. İngiltere İsrail’in de desteğiyle Obete hükümetini devirmek üzere 1971’de Uganda’ya müdahale etti, yerine geçmesi için de önceden sömürge ordusunda subay olarak görev yapmış olan İdi Amin’i işaret etti. Amin anayasayı askıya aldı, ülkenin ordu tarafından yönetileceğini ilan etti, Asyalı nüfusu zorla ülkeden attı ve Uluslararası Af Örgütü’nün topladığı kanıtlara göre kendisine muhalif 500 binden fazla insanı katletti.

Portekizliler Gine-Bissau ve Kabo Verde’nin bağımsızlık lideri Amilcar Cabral’ın öldürülmesini destekleyerek Afrika’nın en ünlü entelektüellerinden birini ortadan kaldırmış oldular. 

Angola’nın bağımsızlık sürecindeki lideri olmanın yanı sıra başarılı bir şair ve kararlı bir toplumsal reform yanlısı olan Agostinho Neto’ya karşı uzun bir savaşı desteklediler. Neto Portekizli sömürgecilere karşı verdiği mücadele için ABD’den destek isteyince reddedildi, çünkü ABD’liler sömürge yönetimi işbaşındayken Angola’nın petrolüne erişebilmeyi daha çok önemsiyordu. Angola sonunda bağımsızlığını kazanıp da Neto ülkenin başkanı olunca, ABD Neto’nun petrol kaynaklarını kamulaştırmasından endişe ederek azılı isyancı lider Jonas Savimbi’yi güçlü bir şekilde desteklemeye başladı. Bu şekilde başlayan iç savaş 2002’ye kadar devam etti ve Angola’yı enkaza çevirdi.

Tabii bu resimde Güney Afrika da vardı. Hem ABD hem İngiltere, Nelson Mandela ve Afrika Ulusal Kongresi iktidara gelecek olursa Amerikan ve İngiliz şirketlerinin denetimindeki zengin altın, elmas ve platin madenlerini kamulaştırır korkusuyla 1980’lere kadar apartheid rejimini destekledi. 

Sömürgecilik sonrası Afrika’ya en çok müdahalede bulunan ülke ise Fransa’ydı. Frankofon Afrika 1960’ta kâğıt üstünde bağımsızlığını elde edince Fransa bölgenin doğal kaynakları üstündeki hâkimiyetini kaybetmekten endişe etmeye başladı. Dönemin içişleri bakanı François Mitterand, şaşırtıcı bir dürüstlükle şunu itiraf etmişti: “Afrika olmazsa Fransa’nın 21. yüzyılda bir geleceği olmaz.” Başkan Charles de Gaulle ve halefleri bu yönde bir gidişatı engellemek için sürekli örtülü müdahalelerde bulunup bağımsızlığını yeni kazanan Afrika ülkelerinin başına kukla liderler geçirdiler. Bu liderlere Fransa’da alaycı bir tabirle “kara valiler” deniyordu. “Françafrique” adıyla bilinen bu siyaset, Afrika konusundaki baş danışman Jacques Foccart’ın öncülüğünde hareket eden ve devletin (sonradan Total adını alan) petrol şirketi Elf Aquitane tarafından fonlanan gizli bir hücre tarafından yürütülüyordu. Bu yapı Kamerun’un ilk seçimlerine hile karıştırarak adaylardan birini zehirleyip yeni başkan Ahmadou Ahidjo’yu kendi elleriyle seçti ve Fransa’nın çıkarlarını koruması karşılığında 22 yıl iktidarda tuttu. Gabon’un ilk başkanı Leon M’ba’yı da kendi elleriyle seçtiler, o ölünce yerine Omar Bongo diktatörlüğünü kurdular. Gabon petrolüne doğrudan erişim sağlamalarını mümkün kılması karşılığında Bongo’yu 42 yıl boyunca desteklediler. Fildişi Sahili’nde yine Fransa’nın desteklediği Felix Houphouet-Boigny 1960’tan 1993’e kadar iktidarda kaldı. 

Ve son bir örnek Thomas Sankara. 33 yaşındaki Sankara 1980’lerde Burkina Faso’nun başkanı olduğunda gündemin en üst sıralarında borç meselesi vardı. Afrika’nın Che’si diye bilinen Sankara en çok 1987 yılında Addis Ababa’da, Afrika Birliği Örgütü’nün merkezinde, kıtanın dört bir yanından gelmiş devlet liderleri ve bakanlarla dolu bir salonda yaptığı konuşmayla hatırlanır. Dinleyiciler, karşısında bütün cesaretiyle konuşan bu adamın sözlerine kendilerini kaptırıvermişti. Adam hiç kimsenin cesaret edemeyeceği şeyler söylüyordu. Büyük bir şaşkınlıkla duyduklarına inanamayarak birbirlerine bakanlar vardı. Daha endişeli görünenler de vardı, adeta Sankara’nın sözlerini bitiremeden oracıkta vurulacağından endişe eder gibiydiler. Sankara’nın coşkusu salona dalga dalga yayıldı ve sözlerini bitirdiğinde dinleyicilerden kulak patlatan bir alkış yükseldi. Neredeyse bir devrim patlak verecek gibiydi. 

Sankara’nın sözlerinin hedefinde Fransa’nın, yani temsil ettiği bölgedeki eski sömürgeci gücün Cumhurbaşkanı vardı. Sankara’nın sömürge sonrası düzene yönelttiği saldırı bu sistemin tam merkezini, borç meselesini hedef alıyordu. Sankara, “Borç meselesi, kökeniyle birlikte ele alınmalıdır,” diyordu. “Borcun kökeninde de sömürgecilik vardır. Bizi borçlandıranlarla daha önceden bizleri sömürgeleştirenler aynı güçler. O zaman da bizi yönetiyorlardı, şimdi de yönetiyorlar. Fakat bu borçları biz istemedik. Dolayısıyla ödemeyeceğiz de. Borç, yeni sömürgeciliktir. Afrika’nın son derece kurnazca yapılmış bir plan uyarınca yeniden fethedilmesi anlamına gelir. Hepimiz birer finans kölesi hâline geliyoruz. Borçlarınızı ödeyin diyorlar. Bunun ahlâkî bir mesele olduğunu söylüyorlar. Fakat öyle değil.” Sankara bu cümlelerin ardından son noktayı şöyle koyacaktı: “Bu borcun geri ödenmesi mümkün değil. Ödemediğimiz takdirde alacaklılar açlıktan ölmeyecek. Buna şüphe yok. Fakat ödeyecek olursak biz açlıktan öleceğiz. Buna da şüphe yok.” Sankara hem Burkina Faso’nun borcunu temerrüde düşürme tehdidini savurduğu hem de bu fikirlerini kıtanın geneline yaymaya çalıştığı için oldukça tehlikeli biri addediliyordu. Afrika genelinde borçları reddetmeye yönelik bir hareket örgütlüyordu ve Batı’daki alacaklılara göre bu hareketin engellenmesi gerekiyordu. Sankara bu konuşmasından 3 ay sonra, Fransa’nın desteğiyle gerçekleştirildiği düşünülen bir askerî darbe esnasında öldürüldü. Darbenin sonucunda iktidara Blaise Compaore adlı bir diktatör geldi, yirmi yedi yıl boyunca ülkeyi yönetti.  

Kaynaklar

Jason Hickel, Bizi Ayıran Uçurum. Metis Yayınları, 2023.

Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Alan Yayıncılık, 1988.

Devrimler ve Karşı Devrimler Ansiklopedisi, Gelişim Yayınları, 1987.

Neil Faulkner, Marksist Dünya Tarihi, Yordam Kitap, 2016.

Marc Ferro, Sömürgecilik Tarihi, İmge Kitabevi Yayınları, 2002.

Erik Gilbert, Jonathan T. Reynolds, Dünya Tarihinde Afrika, Küre Yayınları, 2019.

Kevin Shillington, Afrika Tarihi, İnkılap Yayınları, 2020.

Son Haberler

ÇOK OKUNANLAR

ÖZGÜR BİR DÜNYA İÇİN!

KALDIRAÇ DERGİSİ'NİN ŞUBAT SAYISI ÇIKTIspot_img

DÜNYAYI İSTİYORUZ!

İŞÇİ GAZETESİ'NİN 222. SAYISI ÇIKTI!spot_img

ARTIK TELEGRAM'DAYIZ!

spot_img

Bizi takip edebilirsiniz

369BeğenenlerBeğen
851TakipçilerTakip Et
14,108TakipçilerTakip Et
1,950AboneAbone Ol