‘Emek’ köken itibarıyla “doğum anında çekilen acı” anlamı taşıyor. Daha genellersek çalışmak acı çekmekle ifade ediliyor…
Sınıflı toplumlardan başlayarak günümüze kadar uzayan uzun tarihsel süreçte çalışan emekçilerin tarihi her daim acı ile işkence ile anıldı.
Köleci toplumda köleler, feodal toplumda köylüler, kapitalist toplumda ise işçi ve emekçi kesimler sadece karınlarını doyurabilmek için ölesiye çalıştırıldılar. Ürettiklerinden çok azını kendileri aldı, en büyük pay ise azınlık olan asalak sınıflara kaldı.
Köleler efendilerini, köylüler feodal beylerini, işçiler ise mülklere zorla el koyan burjuva sınıfını mutlu etti.
Çoğunluğun ölesiye çalışması azınlığın mutluluğu oldu…
Bu lanet döngü zaman zaman kırıldı. İlk köle ayaklanması olan Spartaküs ve arkadaşlarını kim unutabilir. Roma’nın dengelerini altüst ettiler. Belki yenildiler ama köleliğin de büyük darbe almasına vesile oldular
Yüzyıllarca süren feodal toplumun tarihi köylü ayaklanmalarıyla doludur. Köylüler ve toplumun alt kesimleri sömürü çarkını yerle bir etmeye yönelik bilinen yüzlerce isyan gerçekleştirdiler.
Hele ki kapitalizm koşullarında ayaklanmalar zirve yapmış ve eşitlikçi, özgürlükçü, paylaşımcı toplumun on yıllarca süren örnekleri sergilenmiştir.
Bu ayaklanmalar sonucunda 70 gün süren Paris komünü 70 yıllık Sovyet deneyimini yaratmayı başarmıştır.
Bugün için reel dünyada küçücük bir ada ülkesi olan Küba, dünya emekçileri için kutup yıldızı gibi parıldamayı başarmaktadır.
Sovyet deneyiminin yenilgiye uğraması işçi ve emekçi hareketini büyük bir savrulmaya taşıdı. Ne ki Sovyet deneyiminin yenilgisi ile kendisini sonsuz bir sistem olarak kutsayan kapitalizmin foyası çok erken döküldü. Aradan yirmi yıl geçmedi ki dünyanın her yerinde anti-kapitalist eylemler patlak verdi.
Kapitalist sistem bir avuç burjuvanın dışında kalan milyarlarca insana küçücük bir umut ışığı dahi olamadı. Açlık, yoksulluk, kapitalist efendilerin çıkarları için yürütülen savaşlar işçi ve emekçilerin zaten acı ve işkence ile dolu yaşamlarını daha da çekilmez hale getirdi.
Bugün dünyada ve ülkemizde işçi ve emekçilerin giderek daha çok başkaldırmaya yöneldiklerini görüyoruz. Başkaldırıların burjuvazi açısından bakıldığında henüz korkulacak eşiğe gelmediği aşikardır.
Egemen asalak takımı için ‘korku eşiğini’ eylemlerin düzen içi taleplerin dışına çıkması ve mevcut burjuva ulus devletleri hedef alması oluşturur.
İşçi ve emekçiler ne zaman ki mevcut devlet yapılanmasının özünü kavrarlar ve kendilerinin bağımsız bir sınıf olduğunun farkına varırlarsa işte o zaman kapitalizmin sonu yakınlaşmış olacaktır.
Binlerce ideolojik aygıtla düzene bağlanan ve iliklerine kadar bölünüp parçalanmış işçi ve emekçi kitlesi dikkatli bir gözle baktığında bu ayrılıkların yapay olduğunu açıkça görecektir.
Aynı koşullarda sömürülen ve acı çeken işçiler için Türk, Kürt, Arap vb farklı milliyetlerden olmanın hiçbir önemi yoktur. Ya da farklı din ve mezhebe bağlı olmak bir işçi için sömürünün şiddetini arttırıp azaltmamaktadır.
Kapitalist sistem hangi milliyettten yada dinden olursa olsun sömürüsünü acımasızca sürdürmektedir. Yaşaması da buna bağlıdır.
Soru şudur; nasıl oluyor da bir avuç burjuva bu lanet olası kapitalist sistemi ayakta tutabilmektedir?
Aslında yanıt sorunun içinde saklıdır.
Burjuvazi sistemini kendi amaçları doğrultusunda örgütlediği devleti aracılığıyla ayakta tutmaktadır. O devlet, yasaları ve onlarca birbirine bağlı aparatlarıyla ahtapot gibi toplumu sararak nefes alamaz hale getirmekte oldukça ustadır.
İşçi ve emekçilerin özgürleşebilmelerinin yolu bu yapılanmayı paramparça etmekten geçmektedir.
Aksi halde emekçi olmak acı çekmek ve işkence görmek anlamını taşımaya devam edecektir…