10 C
İstanbul
16 Kasım Cumartesi, 2024
spot_img

Egemenler, Saray, saray soytarılığı, gelecek – Fikret Soydan

Sizin de gözünüze çarpmış mıdır? Adli yılın açılışından söz ediyorum. Erdoğan, Diyanet İşleri Başkanı Erbaş ve yargıç cüppeli birisi (herhâlde ismi artık önemli değil), hep birlikte dua ediyorlardı ve dahası Erdoğan konuşurken, muhtemelen Suudi Arabistan’dan, değilse Taliban’dan, entarili temsilciler karşısında oturtulmuştu (Yanlış anlaşılmasın, hiçbir halkın ya da kişinin giyim kuşamı ile ilgili değiliz. İyi ama bu resmî bir açılış ise, o kişiler protokol içinde olmalı, değilseler, muhtemelen gösterinin bir parçasıdırlar ve işte biz de buna vurgu yapmak istiyoruz). Adli yılın açılışında, TC devletinin (T Türkiye anlamındadır, C Cumhuriyet) ruhuna fatiha mı okunuyordu, yoksa “egemenler”, Erdoğan’a, Saray Rejimi’ne, “istediğini yapabilirsin” mi demişlerdi, yoksa “madem Saray Rejimi var ve madem soytarılık bu kadar ayağa düştü, öyle ise Erdoğan’dan da bir soytarılık izleyelim” mi dediler? Sahne, tam olarak bir soytarılık türü olarak organize edilmişti.

Yani size üç şık verdim. İstediğinizi seçebilirsiniz.

Biz ise, bu konuyu bahane edip, aslında egemenlik meselesini tartışmak istiyoruz. Bu arada var olan “yanlış” yorumlara da bir kenarından değinmiş oluruz.

* * *

Tarih boyunca egemenlik, her zaman zalimlik olmuştur. Öyledir, çünkü “egemen”, “yönetilen”in tersine, kendi kuralları ile yönetir. Üretim araçlarının sahibi olmak, başkalarının karşılıksız emeğine el koymak, sonuçta devlet denilen çarkın oluşumunun kaynağıdır. Egemen, devleti elinde tutan sınıf ve onun temsilcilerdir. Ve egemen, kendi egemenlik haklarından asla ve asla kendiliğinden vazgeçmemiştir. Demek oluyor ki, bundan böyle de “kendiliğinden” vazgeçmeyeceklerdir.

Yani, Saray Rejimi, seçimle değişmez.

Neden mi? Çünkü burjuva parlamenter seçim sisteminde, devlet değil, hükümetler değişir. Oysa Kılıçdaroğlu ve Akşener’in ısrarla pompaladığı gibi, Saray Rejimi bir hükümet değildir. Öyle ise, “yıkılması” gereklidir ve buna “yüreği dayanamayacak olan burjuva liberaller”, bundan böyle, gözlerini tamamen kapatsınlar, yoksa her gün yürekleri ağızlarına gelecektir.

Mesela bugün ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra perçinlediği, o zamanın (yani 1946’nın) “the great reset”i ile oluşturulmuş olan emperyalist kamp örgütlenmesinin hegemon gücü olma durumunu, kendiliğinden terk eder mi, buna razı olur mu? Olmadığı için, her yerde saldırgandır. Olmadığı için, birkaç ay önce NATO’yu ayağa kaldırmak için mesajlar verdiği ve Rusya ve Çin’e karşı arkasına topladığı müttefiklerinin itirazlarına rağmen, NATO güçlerini Afganistan’dan, kendi başına çekmezdi.

Egemen egemenliğini, allah rızası için terk etmez. Allahın izni ile almamıştır o egemenliği ve öyle dua ile de bırakıp gitmez. Tersine “dua” ile halkın aklını çelmeye çalışırlar. Demek ki, İslamî hareket içinde samimi inanmış olanlar, eğer zalimden yana değilseler, eğer mazlumdan yana iseler, isyan etmeyi, siyasal iktidara karşı mücadele etmeyi öğrenmelidirler.

Roma, hangi alandan “kalpleri okşayan” bir insanlık gösterisi ile çekilmiştir? Ya da hangi devlet bunu yapmıştır? Tarih boyunca hangi egemen, “yeter artık, insanlığa dönelim” diyerek egemenlik haklarından vazgeçmiştir?

Bunun örneği yoktur. Olmaz da.

Çünkü egemenlik, gerçekte toplumun diğer sınıf ve katmanlarının baskı ve şiddetle ezilmesi anlamına gelir. Çıkarları karşıt iki sınıf oluştuğunun, toplumun sınıflara bölünmüş olduğunun kanıtıdır bu. Bu nedenle egemen, diğer sınıfları ezerek o egemenliğini sürdürür.

Egemenin egemenliği, mülkiyet ilişkilerine, insanın insan tarafından sömürülmesini sağlayan üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanır. Mülk sahipleri, bunu sürdürebilmek için, şiddet ve zoru, kendi tekellerinde toplumu bastırma aracı hâline getirirler. Devlet de budur.

Devlet, günümüzde burjuvazinin, daha çok da burjuvazinin hegemon temsilcisi olan tekelci sermayenin devletidir. Bu önemli bir ayrım noktasıdır. Tekeller çağında, tekellerin egemenliği altında, eski “demokrasi” sözlerinin bir anlamı kalmaz. Yani, tekeller çağında, demek ki 1870’lerden başlayarak, dünyada burjuva demokrasisi adım adım tarihe karışmıştır. Tekeller, burjuvazi demek ise, tekellerin devleti de bir çeşit “tekeller demokrasisi”, bu anlamda burjuva demokrasisi olarak ele alınabilir. Tekeller demokrasisi, tekelci polis devletidir. Tekeller, egemenlerdir. Tekelci polis devleti, tekellerin hâkimiyet ilişkileri gibi, gözetmenlik meselesinin, iç savaş mantığı ile tüm toplumun kontrolüne doğru evriltilme isteğidir. Günümüz devleti, tekeller çağının devleti, iç savaş makinası olarak örgütlenmiştir. Fabrikada saniyelerin “verimli” kullanımı adına, kırbacın yerini almış olan gözetmenlik, toplumsal hayatta her şeyin meta ilişkileri ve zor yöntemleri ile denetlenmesi eğilimine dönüşmüştür. Pazarda pazar hâkimiyeti ve bunun gerektirdiği şiddet, tüm toplumun manipüle edilmesinin de teknik koşullarını hazırlar. Bu devlet, geleceğin sahibi olan, işçi sınıfına karşı örgütlenmiştir. Ve doğrusu egemenler, bu egemenliklerini ancak bu yolla sürdürebilmektedir.

Öylece, onların, insanlık belirtileri gösterip, bu iğrenç egemenliklerini terk edeceklerini sanmak, saflıktan öte bir anlama sahiptir. Zira saflıkta bir “temiz” yön vardır, oysa egemenleri böyle görmek, işçileri aldatmak üzere kurulmuş bir mekanizmanın parçasıdır, hiçbir biçimde temizliğin yanından geçmemiştir.

Baba İshak, Selçuklu’nun son dönemlerinde ayaklanmadan önce, uzun hazırlıklar yürütmeyi akıl ediyor. Yoldaşlarına, sürekli olarak sabırlı olmayı, anı beklemeyi öğütlüyor. Bir yandan, “yeni yaşam tarzı”nın kendi yoldaşlarınca benimsenmesini istiyor. Bu nedenle, “mülkiyet” ilişkilerini aşağılıyorlar. Bir hırka, bir avuç yiyecek yeter diyorlar. Diğer yandan ise, egemeninin egemenliğini yıkmak için, silahlı bir isyanı örgütlemeye çalışıyorlar.

Belki, devlet denilen örgütü, bugün olduğu kadar netlikle çözümlememiş olabilirler. Ama işin özünü anlamışlardır.

Bedreddin, aynı yoldan yürüyor. Bir yandan Börklüce liderliğinde “Ortaklar” kentini kuruyor ve “yârin yanağından gayri, her şeyde, her yerde, hep beraber” diyorlardı, ama diğer yandan da silahlı bir çatışmaya zorunlu olduklarını anlıyorlardı.

Her iki isyanda da, egemenin, egemenliğini kaybetmemek için neler yapabileceklerini anlayamadıkları anlaşılıyor. Börklüce, zalim dediği Osmanlı’nın, hiçbir suçu olmayan köylüleri, kadın ve çocukları katledeceğini, ormanları ateşe vereceğini düşünemiyor. Bugün Dersim dağlarını yakanlar, işte o egemenlerle aynı soydan gelmektedirler.

Demek, egemen, insan olmaktan çıkmış bir hâli ifade eder.

Nasıl ki, kapitalist “sermayenin kişilik bulmuş hâli” ise, aynı biçimde egemen, düzenin temsilcisidir, insan hâline girmiş egemenlik ilişkisidir. Hükümdarın oğluna daha çocukken “sen yönetmek için doğmuşsun” demesi bundandır. O insan değil, bir hükümdar, bir prenstir. Tabii bizim traji-komik Abdülhamid’imizin kendini seçilmiş olduğu konusunda telkin edenlere inanması biraz daha farklıdır, sadece şeklen değil, fıtrat olarak da. İlki hükümdardır, diğeri “efendilerinin” hizmetçisidir. Ama ikisi de insan şekline girmiş egemenlik ilişkilerinin yansımasıdır.

Demek ki, kendi iradeleri ve istekleri ile iktidarlarını terk etmezler.

Saray Rejimi, hükümetlerden farklı bir durumdur. Bu nedenle yapılmış seçimlerin sonuçlarını da tanımak istemezler. Kürt illerine, ilçelerine bakın. Hepsinde kayyum var. Hâlâ seçimden söz ediyor olmaları, aslında, “iki arada bir derede” diye ifade edilebilecek özel durumları nedeniyledir. Ne yeni Saray Rejimi’ni oturtabildiler ne de eskisi ile devam etmek istiyorlar. Meseleleri budur.

* * *

Resmi daha iyi görmek için, emperyalist efendiler arasındaki, sürmekte olan paylaşım savaşımını aklımızda tutmalıyız.

Türkiye, uzun süredir bir “ortaklaşa sömürge”dir.

Demek oluyor ki, sömürgedir, yarı-sömürge değildir.

Yarı-sömürge türü, başına “yarı” öneki gelmiş kavramlar, anlaşılacağı üzere, geçici bir durumu, süreci ifade ederler. Yani, bir ülkenin, çok uzun süre “yarı-sömürge” olarak kalması mümkün değildir. Ya sömürge olacaktır ya da kurtulup bu sömürge ilişkilerinden “bağımsız” bir ülke olacaktır.

Bağımsız bir ülke olmanın, çağımızda, Ekim Devrimi’nden beri, sosyalist bir ülke olmaya yönelmek dışında bir yolu yoktur. Bir kere sömürge oldunuz mu, zinciri parçalamanızın tek yolu devrimdir. Emperyalist efendilerin hizmetinde, kırıntıları tırtıklayarak “zengin” bir ülke olamazsınız.

Ekonomik olarak kalkınmak, gelişmek vb. bir ülkeyi bağımsız yapmaz. Tersine, bir ülke sömürge iken, tıpkı daha çok süt veren bir inek olma durumu gibi, daha çok üretebilir. Ama bu, onu bağımsız yapmaz. Devrim dışında bağımsızlık diye bir yol yoktur. Kalkınma iktisadı, çok açık olarak ortaya konduğu gibi, sömürge ilişkileri dışına çıkmayı ifade etmez.

“Ortaklaşa sömürge” hâli, İkinci Dünya Savaşı sonrası, Sovyetler Birliği’ne karşı kurulan anti-komünist ittifakın, buna bağlı olarak var olan emperyalist örgütlenmenin bir sonucu olmuştur. Türkiye, ekonomik olarak AB’ye, siyasal olarak ise ABD’ye bağlı bir ülke olmuştur. Bu durum, uzun Soğuk Savaş dönemi boyunca sorun olmadı. Hem ABD hem de Almanya bu durumdan memnun idi. Ama SSCB çözüldükten ve emperyalist Batı ülkeleri arasında dünyanın yeniden paylaşılması savaşımı öne çıkmaya başladıktan sonra, durum değişmiştir. TC, ya siyasal olarak (yani askeri, siyasal partileri, parlamenter sistemi, bürokrasisi, polisi, yargısı vb. ile) bağlı olduğu ABD’nin sömürgesi mi olacak, yoksa ekonomik olarak bağlı olduğu AB’nin bir sömürgesi mi olacak? Bu soru, bugün de geçerlidir. Hayatın “normal akışı”na bırakılmış olsa, ekonomik yapıya hâkim olanlar, siyasal alanı da ele geçirirler. Ama ABD bunu “hayatın olağan akışı”na bırakacak değildi, değildir.

İşte “yeni Türkiye”, “ılımlı İslam” modeli vb. bu koşullarda ABD politikası olarak, BOP’un bir uzantısı olarak ortaya çıkmıştır ve AK Parti ve Gülen hareketi, buna uygun projelerdir, her ikisi birden. Her ikisi de eski dönemde İslam’ın anti-komünist mücadele için kullanılmasına dayanan bu iki hareket, rastlantı sonucu “aynı yağmurda ıslanmadı.”

Elbette AB de, diğer emperyalist güçler de, bu “yeni proje” olarak ortaya çıkan güçlerin içinde yer etmeyi başaracaktır. Öyle olmuştur ve hâlâ öyledir. Bu nedenle, mesela bir adet Gülen hareketi yoktur, ABD’nin, İngiltere’nin, Almanya’nın, Fransa’nın vb. ayrı ayrı Gülen hareketleri vardır. Aynı şey AK Parti için de geçerlidir, hatta aynı durum, devletin kurumları için de geçerlidir, mesela Milli Eğitim Bakanlığı vb. de böyledir. TC devletinin kendine ait mesela bir dışişleri bakanlığı yoktur. Kim bilir içinde kimler cirit atmaktadır? Paylaşım savaşımı sonuçlanana kadar bu güçler, nüfuz alanlarını korumak isteyeceklerdir.

Öte yandan, ABD, ekonominin daha çok yeni alanlarında kendi gücünü geliştirmek istemektedir. Katar-Türkiye ilişkilerini de bunun bir parçası olarak ele almak gerekir, yerden bitmiş ve devlet ihaleleri ile zenginleşmiş inşaat şirketlerini de böyle ele almak gerekir. Bir koşulla, ekonomik alan, daha uzun vadede sonuç verebilir. Ve tabii, ABD, hegemonyası çözülen bir güç olarak, çok da zamana sahip değildir.

Bunları aklımızda tutalım.

Şimdi, egemen sınıfın Saray Rejimi organizasyonu, olağanüstü hâl örgütlenmesidir. Bu örgütlenme, henüz tutmuş değildir. Bu nedenle egemen sınıf içinde, devlet içinde bir tartışma söz konusudur. Bir grup, Saray Rejimi’nin ne pahasına olursa olsun devamında kararlı gibidir. Gibidir, çünkü bu sadece Saray’ın kararı ile gerçekleşemez. Diğer yandan ise, Saray Rejimi’nin, giderek devletin tümden çözülmesi sürecine girdiğini düşünenler vardır ve bunlar, “parlamenter sisteme” dönüşü tartışmaktadır. Bu iki kesim arasında çatışma vardır.

Erdoğan sonrası tartışması çerçevesinde, her biri, kendi konumundan “gelecek” çözümü oluşturmak istemektedir. Ama bu arada ABD-AB ilişkileri ya da beş emperyalist gücün arasındaki paylaşım savaşımı ve güç dengeleri, daha büyük bir belirleyendir. Yani, bunlar arasındaki anlaşma, ya da çatışma ya da her ikisi, süreci farklı etkilemektedir. ABD, hem Erdoğan ile hem de Saray Rejimi ile devam etmeye ihtiyaç duymaktadır. Ortadoğu’daki durumu, kaybetmekte olduğu hegemonyası nedeni ile TC devletini tetikçi olarak kullanmak istiyor. Bugüne kadar yaptığını daha fazlası ile yapmak istiyor. Suriye, Libya, İran vb. alanlarda TC devletini ileri sürmek istiyor. Bu nedenle Erdoğan’a ihtiyaç duymaktadır. Ama Erdoğan, sürdürülebilir bir görünüme sahip değildir. Saray Rejimi organizasyonu, Erdoğan’ı öne çıkarmıştır ama bu hâl aynı zamanda “yönetme güçlükleri” içermektedir.

Soylu ve ekibi, bu koşullarda, Erdoğan sonrası için aday olduklarını ilan etmek zorunda kalmıştır. Sedat Peker’in açıklamaları, Soylu’yu zora sokmuş, deşifre etmiştir. Eski bakan Bayraktar’ın açıklamaları, Soylu cephesinin bir yanıtı olarak ele alınabilir.

Söylentilere bakılırsa, Akar ekibi de bir başka proje olarak Erdoğan sonrasına hazırlanmaktadır. Acaba bu durum, İngiliz kanadının bir atağı mıdır? Perinçek, bu işin içinde gibidir.

Öte yandan AB içinden de, Almanya ve Fransa’dan da başka arayışlar olduğu anlaşılmaktadır. Bu konuda bir “uzlaşma” olup olmayacağı ayrı bir konudur. Ama ne çözüm bulurlarsa bulsunlar, bu çözümün tutacağı da belirsizdir. Çünkü emperyalist efendiler arasındaki hiçbir anlaşma kalıcı olma şansına sahip değildir.

Eğer meseleye sadece içteki aktörlerle sınırlı bakarsanız, yanılma ihtimaliniz artar. Meselenin paylaşım savaşımı ile bağlarını da düşünmek gerekir.

ABD, kaybettiği yerlerde, savaşı daha da büyütme yolunu seçtiğini açıkça göstermiştir. Suriye böyledir, Libya böyledir, en son Afganistan’da yapmak istedikleri de budur. Bunun genel bir ABD politikası olduğu açıktır. “Ben yoksam, gerisi kaos” tutumudur bu. ABD hegemonyası çözüldükçe ve bunu durdurma olanakları azaldıkça, savaş daha da büyüyecektir. Bunu söylemek mümkündür.

* * *

Saray Rejimi, devletin kolluk güçlerinin bir parçası hâline getirilmiş olan yargının yeni dönemini açarken, sadece “dua” etmekle başlamadı. Diyanet İşleri Başkanı, önemli bir imaj olarak öne çıkartıldı. Bununla da yetinilmedi. Erbaş, bir adım daha attı; adalet mülkün, mülk ise allahındır, dedi. Burada “mülk” devlet anlamındadır. Adalet mülkün temelidir dendiğinde, aslında adalet devletin temelidir demek isterler. Şimdi ise, devletin allahın olduğu söylenmektedir.

Demek oluyor ki, Saray Rejimi, allahın rejimidir. Onun başında bulunan, ama sadece bugün ve hâlâ bulunan Erdoğan da kutsanmıştır. Erdoğan, tüm unutkanlığına rağmen bunu unutmaz, buna sevinir. İyi ama bunu sevinen, gelecekte de orada oturacak olanın, allahın iradesi ile orada olduğu sonucunu kabul etmiş olur.

Eski çağlarda, tüm Ortaçağ boyunca, kral, tanrının yeryüzündeki temsilcisi idi ve kilise bunu onaylardı. Böylece “dünyevî iktidar” aslında tanrının gölgesi olarak sunulmuş olurdu. İktidar ve onun sahibi olan egemenler adına kral, egemenliğinin kaynağını kutsallığa dayandırırdı, tanrının yeryüzündeki gölgesi olurdu.

Şimdi, İslamî bir iktidar olma hevesini artırmış olan Saray Rejimi, Erbaş tarafından, allahın isteğinin ürünü olarak ortaya konmuştur. Erdoğan, bunu kendi üstüne alsa da, mesele daha derindir.

İktidar sürdüğü oranda allahın isteğinin ürünü bir durum olarak sunulacaktır, ama olur da iktidar yıkılırsa işçi sınıfı iktidarı alırsa, bu yeni durum, dine karşı gelmek olarak ele alınacaktır. Çünkü Erbaş, mesela Erbaş, allahın isteklerini bilmektedir. Gelecek olan işçi iktidarının allahın iktidarı olmayacağını, her ne yolla ise açık olarak bilmektedir.

Egemen sınıf içinde “Erdoğan sonrası” tartışmaları yoğunlaşmış iken, kaosu büyütme politikasına uygun olarak Saray Rejimi, allahın iktidarı olarak ilan edilmiştir. ABD’nin politikalarına uygundur.

Nasıl ki Soylu, “Süslü Sülü”, ABD’deki karar vericilere kendini “ben buradayım” diye sunmakta ise, benzer biçimde Erbaş, kendini göstermektedir.

Burjuva liberaller, burjuva muhalefet, ülkenin laik yapısına, bu durumun aykırı olduğunu söylemektedir.

İyi ama, TC devleti hiçbir zaman laik olmamıştır ki. TC devleti, en başından beri, dini kendi denetiminde kullanmıştır, kullanmaktadır. Herkesin vergileri ile Diyanet İşleri’ni ayakta tutmak, laik anlayış açısından çarpık değil midir? Bu ülkede Diyanet İşleri için vergi veren Ermeni, Rum, Süryani ya da Aleviler yok mu? Kaldı ki, mesele onların varlığı da değil. Halk, dinî inanışları için diyanet işlerine gerek duymaz, buna egemenler gerek duyar. TC devleti, hiçbir zaman laik olmamıştır. Diyanet İşleri’nin varlığı, tek başına laiklik diye bir şeyin ülkemizde var olmadığını göstermektedir.

Ama yargının açılış töreninde olanlar, aslında bir yandan bir Saray soytarılığıdır da. Soytarılıktır, çünkü, dua ile yargıyı açmak, aslında yargının gereksizliğini ilan etmek de demektir. Zaten laik olmayan bir devlette, diyanet işleri başkanının yargı açılışında dua etmesi, bir gösteri ise, bu gösteri Saray soytarılığı olabilir. Yoksa “bak biz laikliği yok ederiz” anlamına da gelmez. Gelmez, çünkü zaten TC devleti laik değildir. Erdoğan’ın hamlesi ise, komiktir. Sahnede üç adam, biri şahsım, diğeri şahsımın dinî temsilcisi, üçüncüsü şahsımın yasal dünyevî koruyucusudur. Demek Erdoğan, 3 bin kişi ile korunmakla yetinemiyor. Artık Erdoğan’a, dünyevî ve ruhanî koruma da lazımdır. Ama Erbaş’tan değil, onun ruhanî koruyucuları tarikat liderlerinden seçilmelidir. Zira bu, daha kuvvetli bir koruma olur: Onlarca tarikat lideri ve yargı bir anda, çok işe yarardı. Bunun ardından daha büyük bir sahne gerekir, tarikat liderleri, artı ordunun temsilciler, artı basın, artı Bahçeli, artı Perinçek, artı yargı, artı MİT, artı rektörler ve diğerleri, hepsi sahneye çıkmalı ve Saray Rejimi’nin hem allahın hem de dünyevî ihtiyaçların isteğinin ürünü olan bir iktidar olduğu ilan edilmelidir. Bunlar hep birlikte dua etmeli, fatiha okumalı ve Erdoğan’ı ebedî lider ilan etmelidir. Ama dikkat edilmeli, bunca cemaat bir araya geldiğinde, havanın cenaze merasimi gibi olmaması için, sahne öncesinde toplu afyon alma seremonisi yapılmalıdır. İşte o zaman iktidar uçacaktır.

Ayrıca Diyanet İşleri, ekonominin düzelmesi için, “uçuyoruz kimse görmüyor” akımına uygun olarak düzenli dua törenleri organize etmelidir. Koçlar, Sabancılar, Eczacıbaşılar, beşli inşaat çetesi vb. hep birlikte okunup üflenmeli, içlerindeki cinler çıkartılmalı, nazara karşı kurşun dökülmeleri sağlanmalıdır.

Kılıçdaroğlu ve Akşener ise, bu ayinlerde şeytana kanmış liderler olarak taşlanmalıdır.

İşçiler, Saray Rejimi’nden yakınanlar, işsizler, gerçeği söyleyen herkes ise açık olarak şeytan ilan edilmelidir. Bunların tüm üretimleri haram ilan edilmelidir.

Tüm bu törenlerde, beyaz entari giymiş İslam âlemi temsilcileri, seyirci olarak sahnenin karşısına konumlandırılmalıdır. Böylece, amin diyecek bir kitle de her zaman sağlanmış olacaktır.

Tabii tüm bunlar yapıldığında, Saray ahalisinde de büyük değişikliğe gidilmelidir. Eski usul Saray soytarıları temizlenmeli ya da görevleri daha geçerli işler olarak değiştirilmelidir. Mesela Mehmet Uçum, kendini uçmaya uyduramadığı için görevden alınmalı, Saray’ın dış duvarlarında uçurtmalar için dua eder vaziyette tutulmalıdır. Abdülkadir Selvi, Ahmet Hakan’ın omuzlarına çıkarak, Saray duvarlarının üzerinden Saray’ın içine sufle yapmalıdır. Yani Ahmet Hakan kendisinde ahlâk aranmayan bir dibek taşı, Abdülkadir Selvi ise yeni ezberlediği dualar eşliğinde sufleci olmalıdır. Bu arada pudra şekeri kutsal ilan edilmeli, afyondan sonraki en kutsal şey olarak ele alınmalıdır. Allahın, bu kulları için, bir tesellisi de olacaktır elbette.

Yargının açılışında gördüğümüz şey, aslında var olan durumun ilanıdır, büyük bir maskaralıktır. Saray Rejimi’ni ayakta tutmak için allahın da devreye sokulmuş olması, durumu değiştirmez.

Erbaş, bu sahneye yöneltilen eleştirilere karşı bir açıklama yapmıştır. Erdoğan’dan izin almadığı da açık bir açıklamadır bu. “Liderler olarak” hiçbir alan boş bırakılmamalıdır, diyor.

Demek ki, Erbaş, kendini lider olarak sunmaktadır. Saray’ın adalet mekanizmasının, okunup üflenmesi ise, boş bırakılmayacak bir alandır.

İyi ama, Erdoğan değil mi idi lider?

Dahası var, bugüne kadar dualı açılış yapmayan TC yargısı, liderler tarafından boş mu bırakılmıştı? İslam adaletsiz olur mu, diyor yeni “lider”. İslamî düşüncenin, inanışın adalet duygusundan söz etmiyor. Aslında, İslam’ın adalete egemenliğinden söz ediyor. Laik olmayan bir TC devletinin, laikmiş gibi görünmesinin canlarını sıktığını ilan ediyor. “Erdoğan sonrası” tartışmalarına, Erbaş’ın özgün katılımı, sahne alması böyle gerçekleşiyor.

Bundan böyle, borsa açılışları da Erbaş liderliğinde yapılmalıdır. Çünkü Erbaş diyor ki, öyle inanç tanrı ile kul arasında falan değildir. Boş alan bırakılmayacak ve dünyevî işlere el atılacak. Öyle de yapılıyor. Mesela afyon, kokain, eroin işi hayır dualarıyla başlatılıyor. Bu nedenle borsa da Erbaş ile birlikte açılmalı. Her sabah, gong vuruluşu hayır duaları ile başlatılmalıdır. Yeter mi? Elbette yetmez. Diyanet İşleri turizm alanında çalışan firmalarla hemhâl olmalı, onlar için yeni turizm sezonunu bizzat açmalıdır. Yeter mi? Yetmez. Hisarcıklıoğlu yerini hemen Erbaş’a bırakmalı ve odalar-borsalar Diyanet’e bağlanmalıdır. Yetmez, 5 müteahhit çetesi, din adına kılıç kuşanmayacaksa eğer, %10 da Erbaş için vermelidir. Yetmez, Koç ve Sabancı, her ay bilançoları ile birlikte Erbaş’ın yanına yüklü paralar götürmeli, bu bilançolar “helâl” bilançolar hâline dönüştürülmelidir. Merkez Bankası’nı da unutmamalı, bundan böyle MB başkanı, 5 vakit namaz kılarken pozlanmalı, faiz kararını ise doğrudan dualar eşliğinde Erbaş kutsamalıdır. Liderlerin hayatın hiçbir alanını boş bırakmaması gerekir. Bu nedenle Erbaş, genelev sektörüne de el atmalıdır, her yenisi mutlaka Erbaş’ın ziyareti ile açılmalıdır. Londra borsasında swap işlemleri için Erbaş, dua okumalı, ardından IMF programları halka açıklanmalıdır. Müteahhitler, her yeni konut projesinden bir “stüdyo” daireyi Erbaş liderliğine vermelidir. Gülen hareketi, her ne kadar bir terör örgütü ise de, onunla ilişkiler Erbaş tarafından dualara mazhar kılınmalıdır. Öyle 30 çocuğun cinsel saldırıya uğradığı kurslardan sonra “bir kereden bir şey olmaz” sözünü, artık sadece ve sadece lider Erbaş söylemelidir. Diyanet, her türlü ihalede bir kurum olarak yer almalıdır. MİT bundan böyle Diyanet’in kurallarına uygun olarak “görünmezlik” duası ile her sabah okunmalıdır. Covid-19 salgınına karşı diyanet hutbe okutmakla kalmamalı, Saray ve çevresinin aşılanması mutlaka yasaklanmalıdır. AB ile ilişkiler, Taliban’la ilişkiler Diyanet’e bırakılmalı, ABD ile ilişkiler ise sadece Erdoğan’a. Bundan böyle, her evlilik öncesinde Diyanet’in belirlediği usullerle zifaf gecesi ayarlanmalıdır. Ülkenin enerji alanındaki yatırımları, bizzat ruhanî liderliğe bırakılmalıdır. Cep telefonları gâvur icadı olarak mutlaka içindeki şeytandan kurtarılmalıdır. Yerli ve milli otomobili uçuracak dualar Erbaş liderliğinde yazılmalı ve okunmalıdır. Erbaş liderliğinde din, inanç, allah ile kul arasında bir ilişki olmaktan çıkarak, ticaret, adalet, hukuk, cinsel hayat ve bilcümle sanayi kollarını içermelidir.

Buna “çöküş” demek uygun olmaz mı?

* * *

Şimdi tekrar Saray Rejimi ve gelecek planlarına dönebiliriz.

Allahın iktidarı olarak ilan edilen ve kutsanan Saray Rejimi’nin geleceği konusunda emperyalistlerin, onların adayları olmak için çırpınanların planları işleyecektir.

Ama bir de halkın, işçi ve emekçilerin planları olmalıdır.

İşçi ve emekçiler, bu ülkenin sömürülen çoğunluğu, tüm mazlumlar, elbette kendi iktidarlarını kurma hakkına sahip olacaklardır. İster Müslüman olsunlar ister Hıristiyan. Mazluma dini sorulmaz denmiştir bir kere.

Madem sizin yasalarınız size göre ayarlanmaktadır, öyle ise halkın da kendi yasalarını, mücadele ile, sokakta, barikatlarda, direnişlerde oluşturma hakkı doğmuş demektir. Mademki, siz yasalarınızı çiğneyeceksiniz, öyle ise biz yönetilenler olarak daha büyük kalabalıklarla o yasaları asfaltlara gömme hakkına sahibiz demektir.

Madem bize açlık, bize işsizlik, bize yoksulluk kader olarak yazılmıştır, öyle ise bu kaderi size de bulaştırma, sizin iktidarınızı, sizin cennetinizi yıkma hakkına sahibiz demektir.

Cepheler nettir.

Sizin cennetiniz, bizim cehennemimiz üzerine kuruludur ve biz bu cehennemde yaşamayı artık reddediyoruz.

Burjuva egemenlik, çıplak hâle gelmektedir.

Bu, işçiler için geleceği kurma, kendi kaderlerini ellerine alma, tüm burjuva ve egemen sistem hurafelerinden kurtulma olanağının artması demektir.

Ve okur yazar takımı için bu durum bir dönüm noktası anlamına gelmektedir. Her yolla sistemi yeniden üretmek için kalem sallayanlar, artık iş göremez hâle gelecektir. En kötüsü ortada kalmaktır. Ortada kalanın top hâline geleceği bir süreçtir bu. Okur yazar olmak, bunu anlamaya olanak verir mi? Otomatik olarak değil. Bir bölümü, Saray’ın ve devletin merdivenlerinde “yararlı” işler arayacaktır. Ama ancak çok azı bu yeri bulabilecektir.

Gelmekte olan şey, bir devrimdir. Öyle nazlanarak gelmiyor. Tersine, ağır ağır dizlerinin üzerine doğrulan, üzerindeki toprağı silkelemeye başlayan bir işçi gibi geliyor, ağır ve kararlı.

Son Haberler

ÇOK OKUNANLAR

ÖZGÜR BİR DÜNYA İÇİN!

KALDIRAÇ DERGİSİ'NİN KASIM SAYISI ÇIKTIspot_img

ARTIK TELEGRAM'DAYIZ!

spot_img

DÜNYAYI İSTİYORUZ!

İŞÇİ GAZETESİ'NİN 218. SAYISI ÇIKTI!spot_img

Bizi takip edebilirsiniz

369BeğenenlerBeğen
851TakipçilerTakip Et
14,108TakipçilerTakip Et
1,920AboneAbone Ol