15.7 C
İstanbul
22 Kasım Cuma, 2024
spot_img

DOSYA | 17. Karaburun Bilim Kongresi 7-10 Eylül tarihleri arasında gerçekleştirildi

7-10 Eylül tarihleri arasında gerçekleştirilen 17. Karaburun Bilim Kongresi'nde yapılan sunumları derledik.

“Kapitalizm ve Yıkım” başlıklı 17. Karaburun Bilim Kongresi 7-10 Eylül tarihleri arasında Karaburun’da gerçekleştirildi. Birçok sunumun yanı sıra belgesel, kısa film gösterimi ve Geri Döneceğiz İnisiyatifi’nin performans gösterisi yapıldı. Antakya Sanat Kolektifi, “Öyle Bir Yere Geldik Ki… Hiçbir Sokağın Adı Yok” isimli şiir, fotoğraf ve metin sergisini açtı. Cinsiyetsiz Tangonun Yıkıcılığı, Bir Kadının Hayatını Öykülemek; Otoetnografik Bir Çalışma ve Kavramsal Haritalama ve Forum Tiyatro Aracılığıyla Dirime ve Yıkıma Disiplinlerötesi Bir Bakış atölyeleri yapıldı.

7 Eylül Perşembe – 1.gün

“Yerel yönetimlerde deneyimler” başlıklı Karaburun oturumu ile başlayan kongre, Dersim Belediye Başkanı Fatih Mehmet Maçoğlu, Fındıklı Belediye Başkanı Ercüment Şahin Çervatoğlu, Karaburun Belediye Başkanı İlkay Girgin Erdoğan ve İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in konuşmaları ile başladı.

Karaburun oturumu sonrası yürütücülüğünü Mehmet Türkay’ın yaptığı “Kapitalizm ve Yıkım” başlıklı açılış oturumu yapıldı. Oturumda sunum yapanlar ve konuları ise şu şekilde:

– Ender İmrek – “Dünyada Kapitalizmin Yol Açtığı Yıkım, Ekonomik-Politik Sorunlar ve Toplumsal Mücadelenin Yönü”

-Melda Yaman – “Kriz’e Toplumsal Yeniden Üretim Çerçevesinden Bakmak”

– Ümit Akçay – “Küresel Yeniden Yapılanma Işığında Türkiye Kapitalizminin Dönüşümü”

Kocaeli Dayanışma Akademisi Oturumu: Toplum İçin Bilim Kaygısı Taşıyan Yeni Akademik Çalışmalar ve Kapitalist Yıkıma Karşı Üniversiteleri Yeniden Düşünmek

Dayanışmanın Kaynağı Olarak Göçmen Ağları

Açılış oturumu ardından ilk oturumlar yapıldı. Kocaeli Dayanışma Akademisi (KODA) akademisyenleri sunumlarını gerçekleştirdi. “Dayanışmanın Kaynağı Olarak Göçmen Ağları” sunumu yapan Cihan Aslan, kapitalizm kıskacında göçmenler ve göçmen ağlarından bahsederken devletlerin uyguladığı göçmen politikalarının altını çizdi.

Türkiye’de Yoksul Gençlerin Hip Hop Müzik Kültürü

Aslan’dan sonra Elif Sinem Arıkan “Türkiye’de yoksul gençlerin Hip Hop Müzik Kültürü” sunumunu yaptı. Hip Hop kültürünün tarihsel olarak nasıl ortaya çıktığından bahsederken, bir Hip Hop kültürü olarak rap müziğinden bahsetti. Rap müziğin gençler üzerindeki etkisi ve ilişkisini açıklayan Arıkan, gençlerin sınıfsal konumları dışında kimliklerini ve yaşadıkları sosyoekonomik etmenleri bu müzik türü üzerinden tanımladıklarına değindi. Bir müzik türü olarak rapin, etrafında gençlerin kolektifleştiği ve kentle, yaşamla ilişkisini anlatmak için kullandığı bir alan olduğunu söyledi. Sunumuna devam eden Arıkan, Türkiye’de rap müziğin gelişiminden bahsederken medya aracılığıyla popülerleşme ve devletin toplumsal alanlara müdahaleleri sonucu rap müziğin yaşadığı sosyomekansal değişime değindi. Sınıfsal çelişkileri içerisinde barındıran rap müziğinin kapitalizmin yıkımının gençler üzerindeki etkilerinin anlaşılması için önemli bir konu olduğuna değinerek sunumunu bitirdi.

Beyazperdede Sınıf Mücadeleleri: Türkiye’de Sınıf Mücadelesinin Kurgusal Sinematik Arşivi

“Beyazperdede Sınıf Mücadeleleri: Türkiye’de Sınıf Mücadelesinin Kurgusal Sinematik Arşivi” konusu ile oturuma Ömer Furkan Özdemir devam etti. Türkiye’de emek tarihi, işçi filmleri ve sınıf mücadelesinin beyazperdede temsiliyetine değinen Özdemir, Türkiye sinema tarihi ve dönemleri hakkında bilgi verdi. Özellikle 1960-1980 yılları arası dönemden bahseden Özdemir, sansür kurulunun repliklerden, sinemaya ithal edilen filmlere kadar olan müdahalelerini açıkladı. 1960-1980 arası beyazperdeye taşınan 16 işçi filmini ve sınıfsal içeriğini analiz etti.

İlk gün oturumları tamamlandıktan sonra Geri Döneceğiz İnisiyatifi’nden Bilgin Neşe’nin yazdığı, Canser Dayanır’ın anlattığı “Bir Antakya Anlatısı” / Kentimizin Hikâyesi” performansı Nergis kafede sergilendi. Kafede aynı zamanda Antakya Sanat Kolektifi’nin “Öyle Bir Yere Geldik Ki… Hiçbir Sokağın Adı Yok” isimli sergisi de 7-10 Eylül tarihleri arasında sergilendi.

8 Eylül Cuma – 2.gün

Toplumsal Travmanın Dinamiklerinden Güçlenmenin Olanaklarına: Eleştirel Psikolojik Pencereden Yıkım

Kapitalizmin Yıkıntıları Arasında Sınıf Atlayan Psikoloji

Psikolojide hakim anlayışın toplum ve bireyde yarattığı/yaşattığı ruhsal ve fiziksel tahribatları olduğunu söyleyen Sevgi Türkmen, deprem özelinde, psikolojide uygulama alanlarını eleştirel psikoloji ve pedagoji ekseninde tartışacağını belirterek sunumuna başladı. Psikolojinin sınırlarında herkes ve her şeyin açıklanmaya çalışıldığından bahseden Türkmen, iş yerlerindeki sömürü yerine “tükenmişlik sendromu” üzerinden konuşmalar yapıldığını söyledi. Parker’dan örnek vererek psikolojide ana akım dışı tartışmaların ön açıcı olacağını belirtirlen eleştirel psikologlar ve muhaliflerin kendi kavramlarını örgütlemesinin altını çizdi. Depremin ilk günlerinde depremzedelerin bir doktor görmesi ya da psikolojik yardım almasının önemini vurgularken hastalık algısının yok edilmesi gerektiğini söyledi. Türkmen ayrıca uygulama alanlarında da ölçek ya da envanter yerine beraber konuşmanın ve eleştirel psikologların da bunu yapması gerekitğini vurguladı.

Travma’nın Tarihsel Olarak Kavramsallaşması ve Psikologların Praksisi: Depremde Ne Oldu?

Türkmen’den sonra Gökçeçiçek Korkmaz travmanın tarihsel olarak kavramsallaştırılmasını eleştirel psikolojik perspektiften ele alarak toplumsal hareketlerin travmanın kavramsallaştırılmasındaki etkisiyle psikoloji praksisi arasındaki ilişkiye baktığı sunumunu gerçekleştirdi. 19.yy’da modern bilimin tanımları ve ötekileştirme üzerine konuşan Korkmaz, cadı avları ile birlikte histerinin tanımlanmasından bahsetti. Travma sonrası süreçler ve terapiler üzerine bahsettikten sonra sosyal politik travmatizasyon örneği olarak Irak Savaşı’na değindi. Travmayı belirleyen sömürü ilişkileri ile birlikte travmanın toplumsal yapısına da değinen Korkmaz, deprem sürecinde devletin aldığı tutumu üzerine konuştu.

Depreme Getirilen Açıklamalar ve Toplumsal Güçlenmeye Etkileri

Aslı Aydemir ise deprem sürecine tanıklık eden ve depremi doğrudan yaşayan özneler ile toplumsal hareket arasındaki ilişkiyi tartıştığı sunumunda travma tanımı yaparak travma sürecine dair açıklama yaptı. Travma sürecini atlatmak üzere yapılması gerekenlerin yolunu çizen Aydemir aynı zamanda komplo teorilerine de değinerek öznelerin bundan nasıl etkilendiğinden ve egemenler tarafından doğal afet durumlarında bu komplo teorilerinin nasıl kullanıldığından bahsetti. Travma yaşayan öznelerin deprem gibi bir süreçte nerede konumlandığının, diğer öznelerin birbirleriyle nasıl karşılaştığının ve birbirleriyle temaslarının toplumsal bir hareket yaratımında ve toplumsal olarak güçlenmede elzem olduğunun altını çizdi.

Kolektif Travma Mahallinde Sorumluluğun Sosyal Psikolojisine Dair Bir İnceleme: Depreme Yönelik Faaliyet Gösterenlerin Paylaştığı Duygu ve Anlatılar

Deprem bölgesinde gönüllü olarak bulunanlardan toplanan verilerle oluşturulan deprem bölgesinde sorumluluğun sosyal psikolojisi araştırmasını sunan Sercan Karlıdağ, çalışmanın 54 farklı kurumdan verileri topladığını belirtti. 5 kategoride incelenen çalışma amaç ve edimler, motivasyon, duygular, sosyal değişim stratejisi gibi başlıkları içermekle birlikte Karlıdağ, sosyal psikolojik bir muhayyilede, sürdürülebilir kamusal diyalog ve kolektif iyi-oluşa giden yolda “sorumluluk” nosyonu için normatif ve etik/politik zeminin olanakları üzerine tartıştı.

Toplumsal Travmaya Müdahaleler Karşısında Çocukların Konumu

Deprem sonrası çocukların toplumsal konumu ve toplumsal travma anlarında çocuklara yaklaşım ile ilgili sunum yapan Burcu Çolak, çocukların yetişkinlerin gölgesinde iyileşme olanaklarına erişme haklarına sahip olmadıklarını belirtti. Toplumsal travmalarda çocuk alanına yaygın yaklaşımlar ve sakıncaları, devletin hali hazırda ihmallerle dolu çocuk koruma mekanizmalarının kriz anlarında ne durumda olduğu gibi soruları tartışırken çocukların başlarına bir şey gelen nesneler değil özneler olduğunun altını çizdi. Birlikte özneleşmek üzerinden kadın kooperatifleri örneğini veren Çolak, kolektif hafızadan bahsetti.

Ezilenlerin Estetiği

Barış Yıldırım’ın oturum yürütücülüğünü yaptığı Ezilenlerin Estetiği paneli ise Yıldırım’ın girizgahı ile başladı. Yıldırım, siyasal iktidarı elinde tutanların Türkiye topraklarında kültürel hegemonyayı tamamen ele geçiremediğinden bahsederken, Türkiye solunun kültürel alanda ne kadar derine işlediği ve kalıcılığını sürdürdüğünü söyledi.

Kültürel Hegemonyanın Politik Ekonomisi: Gezi’den Bugüne Müziksel Tınıların Sınıf Savaşı

Yıldırım’ın ardından ilk konuşmacılar Duygu Aralan ve Ali Cenk Gedik “Kültürel Hegemonyanın Politik Ekonomisi: Gezi’den Bugüne Müziksel Tınıların Sınıf Savaşı” başlıklı sunumunu gerçekleştirdi. Gedik kültürel hegemonyanın ekonomi-politiğini kuramsal olarak açıkladı. 1960’lardan başlayarak Gezi Direnişi’ne kadar kültürün ekonomi-politiğini açıkladı. Gezi’de ortaya çıkan çeşitli müziklerin analizini yaptıktan sonra tınının tanımını yaptı. Müzikolojiden de bahseden Gedik, 1950-1960’lardaki positivist paradigma çöküşü ile etnomüzikolojinin ortaya çıkışı ve tınının kültürel alan incelemelerine dahil oluşunu açıkladı. Aralan ise “indie” kavramına ve Türkiye’deki karşılığına değindi. Bir müzik tarzı olarak punk müziğin, müzik tekellerine karşı “kendin yap” tavrı ile ortaya çıktığından bahsetti. Daha sonra Gezi’de ortaya çıkan direnişin müziksel karakteri ve geçirdiği dönüşümü özellikle ‘Üçüncü Yeniler’ olarak tanımladığı Adamlar, Yüzyüzeyken Konuşuruz, Büyük Ev Ablukada ve Son Feci Bisiklet gruplarına odaklanarak açıkladı. Grupların tınılarını dinleyicilere dinleterek dinleyicilerin analizlerini sordu. Bu grupların indie rock içerisinde konumlandıklarını ancak politik söylemlerden uzak durarak punk müziği hayata geçirdiklerini söyleyerek konuşmasını bitirdi.

Özgürleşmiş Emek: Sanat

İstanbul Üniversitesi lisans öğrencisi Ege Can Özgür ise “Özgürleşmiş Emek:Sanat” isimli sunumunu gerçekleştirdi. Sanatın yeniden tanımlanması gerektiğini öne süren Özgür, sanat tanımlamasını diyalektik bir yaklaşımla tarihsel olarak açıkladı. Sanatın kapitalist sistem ile birlikte günümüzde edindiği anlamdan bahsederken özgürleşmiş ve özgürleşmemiş emek tanımları ile birlikte yabancılaşmayı açıkladı. Sanatın emek ekseninde tanımlanması gerektiğini söyledikten sonra Marksist literatürden örnekler vererek sanat tanımını tartıştı.

Afetin Sanatı, Yıkımın Ağıdı Mümkün mü? / 21. Yüzyılda Anlık Dijital Tanıklık ve Deprem Olgusunun Müzikle İfade Olanakları

Gazeteci Burcu Taner ise 6 Şubat Kahramanmaraş Depremleri sonrası YouTube platformunda deprem sonrası dolaşıma sokulan müziklerin incelendiği çalışmasını açıkladı. Derinlemesine mülakat ve söylemsel analiz yaptığı çalışmasında deprem sonrası yaşananların sanatla ifade edilip edilemeyeceği üzerine tartışan Taner, deprem denince ilk akla gelen eserlerden biri olan “Arıx” türküsünün yanı sıra Kahramanmaraş Depremleri için özel olarak bestelenmiş Cem Adrian’ın depremin sonrasında dinleyicilerin beğenisine sunduğu “Hüküm” şarkısı, Zeynep Baksı Karatag’ın “4:17”, Cem Demirel’in “Şubat/ Büyük Deprem”, Taladro’nun “Sesimi Duyan Var mı?”, Ender Tekin’in “6 Şubat Sabahı”, İbrahim Dizlek’in 6 Şubat Gecesi (Oy Ben Ölem) ve kendi şarkısı olan “Sızım Kaldı” şarkılarının analizlerini sundu.

Sinema Tarihinde Halk Temsillerinden Yamyamlığa: Sinemasal Politik İmgenin Değişen Tarihi

Akademisyen Burak Bakır, sinemanın I. ve II. Dünya savaşları arasında nasıl bir propaganda ve eğitim aracı olarak kullanıldığından bahsederek sunumuna başladı. Sovyetler, Holywood, Fransız sineması ve Alman sinemasından örnekler vererek sinemada kullanılan imgeleri derinlemesine analiz eden Bakır, savaş öncesi ve sonrası halkların durumundan bahsetti. 1960 sonrası Bergman ve 1970 sonrası Fassbinder’in sinematografilerinde kullandıkları imgeler ve insan ilişkileri üzerinden anlattığı mikroilişkileri anlatan Bakır, bu iki yönetmen üzerinden iktidar ve güç gibi denklemlerin insan ilişkilerinde yerini sisteme bağlı olarak tartıştı. Bergman ve Fassbinder’de görülen imgelemlerin Bela Tarr’ın Torino Atı filmini inceleyerek sunduktan sonra sunumunu Fassbinder’in şu sözü ile bitirdi “insanlık tarihi insanların birbirlerini sömürmesinin tarihidir”.

Kapitalizmin Yıkım Projeleri

Kapitalizmin Neden Olduğu Yıkım ve “Kapitalizmin Yıkımı” bağlamında MEGA PROJELER

Kapitalizmin sermaye birikim sürecine dair yaşadığı kriz ve bunun doğrultusunda kullandığı mega projelerden bahseden Özgül Saki, mega projelerin ekonomi-politiğini ele alırken üretim süreçlerinin mekansal ve zamansal parçalanmasında, toplumun militarizasyonunda bu projelerin rolünü değerlendirdi. Latin Amerika ve Ortadoğu coğrafyasından örnekler verirken mega projelerin çok uluslu şirketler aracılığıyla yürütüldüğünü ve savaş politikaları ile ilişkisini açıklayan Saki, ulus devlet ihtiyacının altını çizdi. Mega projelerin yol açtıkları ekolojik yıkım ve kadın emeği üzerindeki etkilerini tartıştığı son kısımda ise mega projelerin patriyarkanın güçlenmesiyle ve göç-mültecilik ile ilişkisini açıklayan Saki, sunumunu birleşik mücadele hattı vurgusu yaparak bitirdi. 

Enerji Projelerinin Neden Olduğu Yerinden Edilmeler ve Sosyal Kabul İlişkisinde Ekolojik Yıkımın Yeri

Derya İnce, sunumunda enerji projelerinin neden olduğu kalkınma kaynaklı yerinden edilmeler ve sosyal kabul ilişkisini ele alarak Birecik Barajı, Yusufeli Barajı ve Muğla İkizköy, Gerze Termik Santralleri üzerinde durdu. İnce, enerji projeleri ile birlikte ortaya çıkan yıkımın ekolojik tahribat düzeyinden bahsederken yerel halkın da gördüğü zararlardan bahsetti. Enerji projelerinin etkisi ile açığa çıkan yerinden edilme olgusunu değerlendirirken “kalkınma kaynaklı yerinden edilme” kavramsallaştırmasını yaptı. Yapılması planlanan enerji projelerinin kaynaklarının öneminin altını çizdi. Ayrıca bahsedilen projelerin uygulandığı/uygulanacağı mekânda projeye tepki, itiraz, direniş gibi karşı çıkışların söz konusu olabileceğinden ve o mekândan uzaklaştıkça itiraz boyutunun azaldığı ve projelerin desteklendiğine dair bir analiz yapılmasından bahsetti. Yerel ve yerelden uzaklaştıkça sosyal kabulün değiştiği o yüzden analiz çerçevesinin bütünlüklü olması gerektiğinden bahsederek 3 örnek üzerinden sunumunu bitirdi.

Türkiye’deki Jeotermal Santrallerinin Politik Ekolojisi: Büyük Menderes ve Gediz Grabenleri Örneği

Deniz Mine Öztürk, Büyük Menderes ve Gediz Graben’lerinde artan Jeotermal Enerji Santralleri (JES)’I incelediği sunumunda Türkiye’nin son yirmi yıldaki kalkınma planları, stratejik planları, enerji market raporları, iklim değişikliği eylem planları, ilgili kanun değişiklikleri ve ilgili bakanlıkların açıklamalarından bahsetti. Sunuma “jeotermal enerji adil mi?” sorusu üzerinden ilerlemeyi hedefleyerek başladı. Jeotermal Enerji Santralleri (JES)’lere karşı çıkanlar ve savunanlar üzerinden bir söylem analizi gerçekleştirilirken JESlerin ne olduğuna, rezervlerin nasıl oluştuğuna dair bir giriş yapıldı. Öztürk, başlarda HESlere karşı yükselen direnişler gibi JES ve RES üzerine de direnişler ortaya çıktığını söyledi. JES rezervlerinin özellikle Ege Bölgesi’nde yoğun fakat Anadolu’da az olduğunu dolayısıyla kullanımının da lokalleştiğinden bahsetti. Sunumuna JES rezervlerini anlatarak devam eden Öztürk, Türkiye’deki rezervlerin %10’unun elektrik enerjisi üretimine uygun olduğunu vurguladı. 2000’lerde ısınma için 1.25 milyon konutta kullanılabileceği tartışılan JES’lerin medya üzerinden reklamlar ile desteklendiğini söyleyen Öztürk, bu rezervlerin uygun olmamasına rağmen elektrik üretimi için kullanılmaya başlandıktan sonra bu tartışmaların bıçak gibi kesildiğini söyledi. Ayrıca medyada yapılan reklamların ortadan kaldırıldığını belirtti. Öztürk yaptığı söylem analizinde ise JES’leri savunanların “kalkınma”, “bağımsızlık”, “istihdam” gibi klasik argümanları kullanırlarken, JES’lere karşı olanların ise kendilerine bir fayda sağlanmadığını, bazı durumlarda ise JES’lerin gelişlerini düşman işgaline benzettiklerini aktardı. JES ihtilaflarının Türkiye’deki neo-liberal enerji politikalarına entegrasyonun ve otoriter yönetiminin bir yansıması olduğunu belirterek sunumunu bitirdi.

Sokağın Bilgisi

6 Şubat’ın Aynasında Türkiye’de Değişenler ve Değişmeyenler

Buse Mine Lülenler 6 Şubat depremlerinin yaşanmasının ardından Türkiye’de hükümetin tıpkı 1999 depreminin ardından süpürüldüğü gibi bir temizlik yaşanacağının düşünüldüğünü belirterek bu inancın yanlışlığını, 1999 ile 2023 arasındaki köklü farklılıklarla bakılarak görülebileceğini anlattı. Oturumun bütünlüğü anlamında kongreye yollağı bildiri çerçevesinden farklı bir anlatımda bulunacağını belirterek depremde sol kurumlar tarafından gösterilen dayanışma ve sol kurumların tutumları için iki uçlu bir “kaba materyalist anlayış” eleştirisi yaptı; “çeşitli ve sınırlı ölçekteki direnişleri ileri taşıyarak, büyüterek devrime yürüneceğini savunan anlayış” veya “görmezden gelen anlayış” diyerek ikisini de olumsuzladı, Fauerbach’ın 1. ve 3. tezlerini referans gösterdi.

AKP İktidarında Grev Hakkının Durumu: Geleneksel Grevlerin Sonu mu?

Aykut Günel tarafından yapılan sunum “Grevlerin, sınıf mücadelesinin evrensel eylemleri” olduğu vurgusuyla başladı. Tarihte bilinen ilk grevin milattan önce mezar kazıcıları tarafından ücret ödenmediği için gerçekleştirildiğini belirten Günel, grevin tarihi şiddetin tarihidir diyerek grevin insanların birbirini sömürmesi kadar eski bir olgu olduğuna ve modern dünya grevinin karakteristiğini bütün insanlık tarihindeki grevlerden aldığını da not etti. 

Grevin sendikal haklar bütününde değerlendirildiğinden bahseden Günel, sarı sendika tartışmalarının ötesine geçilmesi gerektiğini vurgulayarak günümüz Türkiyesi’nde makbul sendikaların yaratıldığını, tek tip sözleşme ile tek tip grev hakkının var olduğunu belirtti. Bu durumu “12 Eylül 1980 darbesinden bugüne kadar Türkiye’de sendikacılık yasa yoluyla tek tip, işkolu düzeyinde ve merkeziyetçi biçimiyle varlığını sürdürmektedir. İşkolu sendikacılığı ve işyeri/işletme düzeyli toplu pazarlık sistemi ile birlikte sendikal sistem daha başlangıçta topal olarak kurulmaktadır. Bu topal sistemin yarattığı birçok engeli aşıp, sendikal örgütlenmenin gerçekleştiği noktada ise, Türkiye’deki toplu iş sözleşmesi ve yetki sistemi devreye girmektedir. İşverenlerin sendikalaşmayı engellemek ve süreci uzatmak adına yaptıkları yetki itirazları, sendikal haklardan ikincisinin de işçiler açısından kullanımını neredeyse imkânsız hale getirmektedir. Üç sacayağından ikisinin kırık olmasına rağmen, iki engeli de aşıp TİS sürecine gelindiğinde ise, yine yasa yoluyla “izin” verilen kanuni greve nasıl zor yollardan ve prosedürlerden sonra ulaşıldığını görmekteyiz. Başlangıcından bitişine kadar her aşaması yasa yoluyla belirlenen, tarafların iradesine her aşamada müdahale edilen TİS süreci sonucunda eğer taraflar arasında anlaşma “hala” olmamışsa ve grevleri ertelenmemiş/yasaklanmamışsa, işçiler nihayetinde grev “hakkını” kullanma fırsatına sahip olmaktadırlar. Sendikal hakların her birinin kullanımına ilişkin böylesine engellerin olduğu ve yasaklar ve izinler bütününün egemen olduğu bir çalışma ilişkileri sisteminde, grev hakkından söz etmek mümkün müdür? Tüm bu durum ve sürecin sonucunda ise Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) standartlarındaki sendikalaşma, toplu iş sözleşmesi ve grev haklarını değil, Türkiye standartlarındaki sendikal hakları görüyoruz: Makbul sendikalar, makbul toplu iş sözleşmeleri ve makbul grevler” şeklinde özetleyen Günel, AKP’li yıllarda 90 bin işçinin greve çıktığını, 195 bin işçinin ise greve “yasal olarak çıkamadığını” belirtti. 

AKP iktidarını grev hakkı bağlamında “özel bir konuma” getiren durum ise grev erteleme/yasaklama mekanizmasıyla grev hakkını yürütmenin yani kendisinin idaresinde kullanılabilen bir “hak” haline getirmesiyle birlikte “kanuni grev hakkının” sonuna gelindiğine işaret eden Günel, önümüzdeki dönem WildCat( Vahşi Kedi)/Düzensiz grevlerin önde olacağını, düzensiz grevlerin hem işverene hem de sendikaya karşı olma niteliği olduğunu da belirtti. Günel, sunumunu “eskiden grev özgürlüğü rejiminden grev hakkı rejimine geçmiştik, şimdiyse grev hakkı rejiminden grev özgürlüğü rejimine tekrar döneceğiz ve bu sürecin nüveleri işçi direnişlerinde bulunabilir” diyerek bitirdi.

 “Çoklu Kriz Ortamında Çoklu Adalet Arayışı: Akbelen”

Akbelen Direnişçileri’nden Deniz Gümüşel, bugün yaşanan durumu “ekonomik, ekolojik, iklim krizi ekseninde almak gerektiği kadar hukuk, siyasi temsiliyet ve demokrasi krizi” ekseninde değerlendirdi.  

Akbelen Direnişi başladığında “konu 3-5 ağaç değil, 3-5 ağaç için bu ne yaygara” diyerek iktidarın söylemini vurgulayan Gümüşel, “konunun gerçekten de sadece 3-5 ağaç olmadığını, birçok meselenin aynı anda var olduğunu, Akbelen mücadelesinin bir ekoloji mücadelesi örneği” olduğunu belirtti. 

Akbelen’de yaşanan durumda “müştereklerin mülkiyet ve kullanım hakkının değiştiğini” söyleyen Gümüşel, devlet tarafından İkizköy mahallesininin kamulaştırıldığını ve sonrasında da Limak Holding’e maden işletme hakkı ile devredildiğini anlattı. 2017 yılında Işıkdere köyüyle başlayan bu süreçte Işıkdereliler yaşam alanlarından uzaklaştırıldı, köyün diğer mevkilerinde yaşayan İkizköylüler ise Işıkderelilerin zorunlu göç haline ve yoksullaşmasına şahit oldular. Bu şahitlik, İkizköylüler için “ne yapmalıyız” sorusunu gündeme getirirken ekolojistlerin ve avukatların dahiliyetiyle birlikte köylere İkizköylülere haklarının anlatıldığını belirten Gümüşel, köylülerin haklarını fark ettikçe mücadeleye daha çok eğildiklerini de vurguladı. 

İki yıl boyunca direniş çadırlarında köylüler ve ekolojistlerin birlikte uyuduğunu ve bu yüzden Akbelen’in genel ekoloji hareketlerinden biraz daha farklı olarak kent ve kırın işbirliğini gösterme niteliği olduğunu belirten Gümüşel, mülksüzleştirmeye karşı başlayan sürecin ekoloji mücadelesine dönüştüğünü de söyledi. 

Sunumda, İkizköy’de yaşananın yaşam hakkı ihlali olması kadar sağlık hakkının ihlalini de barındırması ile ekolojik krize dikkat çekilirken, açılan bir çok davanın “sermaye lehine bir süreçle” işletilmesiyle hukuk krizini olduğu da ortaya kondu. 

Demokrasi ve siyasi temsiliyet krizini “ sol ve siyasi partiler ekoloji mücadelesinin siyasi bir mücadele olduğunu bu süreçte idrak ettiler fakat İkizköylüler için onların haklarını mecliste ya da siyasi alanda savunan sadece bir avuç insan vardı ve kimse İkizköylülerin hakkını savunmaya talip değildi, İkizköylüler her düzlemde kendilerini temsil etmek zorunda kaldı” diyerek açıklamaya başlayan Gümüşel, solun Akbelen gibi tabandan gelen toplumsal bir hareketle nasıl ilişkileneceğini bilmediğine, tabandan başlayan hareketi üst ölçekli/temsilli bir toplumsal harekete dönüştürmeyi başaramadığına vurgu yaparak “kapitalizmin olmadığı bir dünyada doğayla nasıl ilişkileneceğimizi bilmiyoruz ve bu yüzden geleceğin siyasetini nasıl öreceğimiz de bir soru işareti olarak kalıyor” dedi.

Ayrıca ekoloji hareketinde sürekli olarak “işçiler ve ekolojistlerin” karşı karşıya getirilmeye çalıştığını ifade eden Gümüşel, emek ve ekoloji mücadelesinin birbirini içeren ve birbirinden bağımsız olmayan bir hat geliştirmesi gerektiğini ve aralarında yazgı birliği olduğunu söyleyerek sunumunu bitirdi. 

9 Eylül – 3.gün

Politik Bir Mesele Olarak Çocuk ve Aile

Çocuk İstismarının Kapitalist-Emperyalist Sistem İçerisindeki Yerinin İncelenmesi

Çocuk istismarının kapitalist-emperyalist sistem içerisindeki yerini inceleyen çalışma Sosyalist Kadın Hareketi’nden İrem Koç ve İdil Özkurşun tarafından sunuldu. İrem Koç sunuma başlarken çocuk istismarı üzerine yapılacak çalışmalar ya da geliştirilecek mücadele hattının içinde yaşadığımız kapitalist-emperyalist sistemi dışlayan ya da çocuk istismarının sisteme içkin yönlerini ele almayan bir biçimde yapılamayacağından bahsetti. Çocuk istismarına karşı geliştirecekleri mücadele hattının tarihsel süreç içerisinde çocukların nasıl sömürü öznesi haline geldiğini ve sınıflı toplumlarda çocukluk kavramının tanımlanma sürecini açıklayarak sunacaklarını belirtti.

Koç, tarihsel süreçte özel mülkiyetin ortaya çıkışı ile birlikte değişen toplumsal ilişkiler ve aile ilişkilerine değinirken çocuğun değişen konumundan da bahsetti. Üretim ilişkilerindeki sınıfsal savaşımın karakterinin, aile ilişkilerindeki değişime yol açtığını söylerken çocukların erken yaşta iş gücüne katılımı, aile içi şiddet, çalışma ortamında şiddet gibi çocukların maruz kaldığı sömürü konularına da değindi. Emperyalistlerin sömürge ülkelerdeki ekonomi-politikalarından bahsederken baskı aygıtı olarak kullandıkları din, milliyetçilik, ırk gibi kavramlara değindi. Egemenlerin hakimiyeti sürdürmek için başka bir baskı aygıtının “çocukluk” tanımına dair tarihsel süreçte yaptıkları müdahaleler ve inşasından bahsederken sözü İdil Özkurşun’a verdi. Özkurşun ise “çocukluk” kavramının egemenler tarafından inşasıyla birlikte, çocuğun toplum yaşamın içinde bir özne olarak değerlendirilmek ya da tartışılmaktan ziyade, toplumsal yaşam içerisinde edilgen bir nesne olarak konumlandırılmaya yaklaştığından bahsetti. Emek-sermaye çelişkilerinden ve sınıf savaşımından bağımsız bir çocukluk sorunu düşünülemeyeceğini söyleyen Özkurşun toplumun, çocuklar da dahil olmak üzere, yeni üretim ilişkilerine bağlı olarak yeniden örgütlemek üzere bir mücadele hattı çizilmesi gerektiğini vurguladı.

Polen Ekoloji Oturumu: Felaketler Çağında Emek, Gıda Güvenliği ve Hayvan Özgürlüğünü Yeniden Düşünmek

Felaketler Cağı ve Endüstriyel Tarım Uygulamaları: Gıda Egemenliği İçin Agro-Ekolojinin Savunusu

Sunumuna Emine Şenyaşar’ı selamlayarak başlayan Umut Şener, felaketler çağında yıkımın etki ettiği alanları biyoçeşitlilik, iklim ve jeomorfoloji olarak tanımladı. Tarımın yeniden tanımlanması gerektiğinin vurgusunu yapan Şener, tarım ve hayvancılık yerine tarım faaliyetleri tanımının kullanılması gerektiğinin altını çizdi. Gıda güvenliğinin yanında agroekoloji ve kooperatif uygulamalarının deprem gibi afet durumlarında yaşam kooperatifleri oluşturmak için öneminden bahsetti.

10 Eylül – 4.gün

Çıkışlar ve Çıkışsızlıklar

Normalin Hegemonyasından Toplumun Olumsallığını Sorgulamaya Açmak

Dicle Dilan Özmen “Normal nedir?” ile başlayan sunumunda sorgulama sürecini “Öteki nedir?” sorusuna götürerek başladı. Kapitalizmde ilk ötekileştirilenlerin engelliler olduğundan bahseden Özmen bunu Fordist üretim tarzını örnek vererek yaptı. Fordist üretim tarzındaki bant sistemine iki kollu, iki bacaklı insanlar uygun oldukları için, bu üretim tarzına uygun olmayanlar üretim sürecinin dışına atıldığı ve ötekileştirildiğini vurguladı. Neoliberalizm ile ötekileştirilenlerin “çeşitlilik” olarak kapsam içine alınarak direnişlerinin önüne geçildiği ve bu yolda bir siyaset izlendiğinin altını çizdi. “Öteki” olarak yaratılan ortak kimliklerin kolektif örgütlenmeyi kolaylaştıran, destek sağlayan, deneyim ortaklığı sayesinde güvenli alanlar yaratan etkisine ve bir direniş biçimi olmasına değinirken, egemenlerin hegemonyası karşısında yaratılan bu birlikteğin önemi ve direnişi üzerinde vurgu yaparak sunumu bitirdi.

Sınıf Savaşımı, Devlet, Saray Rejimi ve Çıkış

Kaldıraç Temsilcisi Hakan Dilmeç, Marksizmde devlet tartışmasının önemli bir yer tuttuğunu belirterek devletin egemen sınıfın yönetilen/ezilen/sömürülen sınıfa karşı baskı aygıtı olduğunu ortaya koydu. Dilmeç, devletlerin her zaman sınıf savaşımına göre şekillendiğini; günümüz devletinin iç savaşa göre örgütlendiğini ve günümüz devletini “tekelci polis devleti” olarak tanımladıklarını ifade etti. Seçimlere değinen Dilmeç, seçimlerin verili düzeni meşrulaştırmak dışında anlamının olmadığını, dünyada seçimlere katılım oranlarının düzenli şekilde düştüğünü; sandığa gitmeyen nüfusun sistemle bağını kesmiş olsa da düzeni değiştirmek üzere örgütlenmediğini kaydetti. Türkiye’deki seçimlere bakıldığında ne kadarının hayali oy olduğu bilinmese de katılımın yüksek olduğu belirten Dilmeç “aman seçimleri bekleyin, her şey çok güzel olacak” propagandasının, genel olarak solun da bu propagandayı güçlendiren tutumunun bu oranda etkisi olduğunu söyledi.

Türkiye’de 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından başlayan devletin yeniden organizasyonunda “Tek adam rejimi”, “süreç içinde faşizm”, “faşizm”, “gelen faşizm”, “sultanizm”, İslamofaşizm”, “Saray Rejimi”… isimlendirmelerin kullanıldığını kaydeden Dilmeç, tüm tespit ve isimlendirmelerde ortak noktanın büyük oranda AKP ve Erdoğan olduğunu, burjuva muhalefetin sürecin dışında ele alındığının altını çizdi. TC’nin hem çözüldüğünü hem çözülüşünü durdurmak üzere yeniden organize edilmiş haline “Saray Rejimi” dediklerini, Saray Rejimi’nin yağma, rant, savaş ekonomisi üzerine kurulduğunu söyleyen Dilmeç, “Uluslararası tekeller ve “ulusal” tekellerin ortak yapımıdır. Yani burjuva muhalefet de Saray Rejimi’nin bir parçasıdır, rejimin inşasındaki her aşamada görevini yerine getirmiştir. “ şeklinde konuşmasına devam etti.

Bugün gelinen noktada dünyadaki krizi aşmak için emperyalist paylaşım savaşının öne çıktığını, burjuvazinin NATO eli ile saldırganlığını arttırdığını; bunun karşısında dünya çapında işçi-emekçilerin, halkların hiç bitmeyen irili ufakli eylemleri, direnişleri, grevleriyle sisteme karşı isyanının sürdüğünü vurgulayan Dilmeç, bu tablo içindeki en büyük eksikliğin ezilenlerin, sömürülenlerin kendi bağımsız hattı ile örgütlü mücadele sürdürmemeleri olduğunu belirtti. Türkiye’de son seçimlerde solun büyük bir bölümünün bu hattı oluşturmaktan uzak durmasının temel sorun olduğunu söyleyen Dilmeç, Saray Rejimi’nin seçimle gönderilemeyeceğini; bunun için coğrafyadaki tüm direnişlerin aynı hatta “Birleşik Emek Cephesi”nde birleşmesinin tek çıkış yolu olduğunu işaret etti.

Lozan’ın Yüzüncü Yılında Türkiye ve Ortadoğu

Mehmet Enes Atik, TC’nin 100 yılda geldiği nokta ve çıkışsızlığı incelerken bunu Lozan süreci ve güncel politik durum üzerinden yaptığı karşılaştırmalar yaptığı bir anlatımla aktardı. Lozan’ın emperyalist bir barış anlaşması olduğundan bahseden Atik, Osmanlı’nın imzaladığı Sevr’den sonra gerçekliği tartışılan bir Kurtuluş Savaşı sonrasında iyileştirmeler içeren bir emperyalist barış anlaşması olarak Lozan’ın imzalandığını söyledi. Bahsedilen iyileştirmeleri TC devletinin nasıl başarabildiğini anlayabilmek için sınırların dışına, dünyaya bakmak gerektiğini savunarak analizlerini aktardı. I. Paylaşım Savaşı’nı bitiren en büyük etmenin Ekim Devrimi olduğun belirten Atik, Sovyet’lerin Türkiye olan etkisinden ve bu etkinin yok edilmesi üzerinden bir gerekliliği aktardı. Lozan ile birlikte Kürdistan coğrafyasının bölünmesinin temellerinin atıldığını söylerken, TC’nin özellikle Ermeni, Rum ve Kürt halkları üzerinden bir imhaya giderek kurulduğu ve bunun devletin ayaklarından birini oluşturduğunu söyledi. 100 yılda gelinen süreç içerisinde bu ayağın parçalanmaya yüz tutmuş durumda olduğunu söyleyen Atik, seçim sonrası yaşanan yenilgi ile ortaya çıkan umutsuzluktan bahsetti. TC’nin ayakları bu sunumda da tarif edildiği üzere sağlam basmıyor diyerek sosyalizm vurgusu ile sunumunu bitirdi.

Radikal İslamcı Grupların Türkiye Siyasetine Eklemlenmesi ve Pratiklerinin Dönüşümü: Davetçi Selefiler Örneği

Sena Tuğlu radikal islamcıların AKP’ye entegrasyonu üzerine yaptığı çalışmasının selefi yapıların çıkardıkları dergiler üzerinden bir analizini aktaracağını söyleyerek sunumuna başladı. Vakıf merkezi İstanbul olan, Medeniyet İlim Kültür Eğitim ve Dayanışma Vakfı’nın yayınladığı, yayın yeri İstanbul olan Medeniyet Düşünce ve Kültür Bülteni üzerinden yürütülen çalışmada, derginin 2010 – 2015 yıllarında çıkan sayıları üzerinden sunumu yaptı. Türkiye ve diğer devletlerdeki radikal islam hareketlerinin devlet ile ilişkilenmesine bakarken Türkiye’de bu grupların devletle içli dışlı olduklarını vurguladı. Zaman içerisinde oy kullanmayı bile reddeden bu yapıların AKP’ye oy verme çağrısı yapar hale gelmelerinin altını çizen Tuğlu, özellikle 15 Temmuz ile bu yapıların bir İslam devletinin kurulması için demokrasinin bir yol olabileceğini tariflemeye başladığını belirtti. Tuğlu ayrıca dergilerde tüm konular hakkında erkekler yazdığını aktarırken kadınlar yalnızca aile ve çocuk üzerine yazılar yayınlayabildiğini de aktardı.

Demokrasi ve Sosyalizm İlişkisine Dair: AKP Sonrası da Devam Edecek Bir Proje Olarak Yeni Türkiye

Otoriterleşen devletleri anlayabilmek için sınıf mücadelelerini ve kapitalist üretim biçimini incelemek gerektiğine dair vurgu yapan Tayfun Yıldırım, konuları liderlere atamanın Marksizme uygun olmadığından bahsetti. Bonapartist rejimin kendisinde bile konuyu Bonapart’ın oluşturmadığı, oluşan durumun Bonapart’ı liderliğe ittiğini tarifleyen Yıldırım, AKP döneminde de benzer bir durum olduğundan söz etti. Egemenlerin hedeflerine göre devletin bir dönüşüme uğradığını ve bunun başını AKP’nin çektiğini söyleyen Yıldırım, AKP politikalarının kendi zenginlerini yaratıyor gibi göründüğünü fakat bu görünüşün kısa vadeli bir süreci tariflediğini belirtti. Var olan politikaların uzun vadede burjuvazinin ortak çıkarları yürütmek üzerinden olduğunun altını çizdi.

Son Haberler

ÇOK OKUNANLAR

ÖZGÜR BİR DÜNYA İÇİN!

KALDIRAÇ DERGİSİ'NİN KASIM SAYISI ÇIKTIspot_img

ARTIK TELEGRAM'DAYIZ!

spot_img

DÜNYAYI İSTİYORUZ!

İŞÇİ GAZETESİ'NİN 218. SAYISI ÇIKTI!spot_img

Bizi takip edebilirsiniz

369BeğenenlerBeğen
851TakipçilerTakip Et
14,108TakipçilerTakip Et
1,920AboneAbone Ol