6 Şubat 2023 sabahı, saat 04.17’de, bir deprem gerçekleşti. Aynı gün, öğlen sularında ikincisi geldi. Her ikisi de 7.5 manyetik şiddetin üzerindeydi. Maraş, Antep, Malatya, Adıyaman, Hatay yıkımın daha şiddetli olduğu yerler oldu.
Üst üste iki deprem, çevre denizlerde oturmuş ABD gemilerinin varlığı, acaba bu deprem de 1999 depremi gibi, Gölcük depremi gibi bir Amerikan yapımı deprem mi tartışmalarını da beraberinde getirdi.
Sanmıyoruz.
Ama, savaşın yoğunlaştığı, TC devletinin ABD ve NATO adına tetikçilik yapmaya çok hevesli olduğu, bu uğurda Libya’da, Suriye’de, Irak’ta, Kafkaslarda operasyonlar yaptığı bir dönemde, böylesi büyük ve art arda, aynı gün içinde iki büyük depremin meydana gelmesi, her türlü soru için zemin hazırlıyor.
Lakin, bu doğru bir tartışma metodu değildir.
Değildir, çünkü, zaten depremin kendisi, TC devletinin tutumu yeterince açıktır. Esas tartışma da buradadır. Doğal felaketler, toplumsal felaketlerle katmerlenince ortaya çıkan ağır manzara sorunu büyütmektedir. Bu nedenle, depremin nasıl tetiklendiği, aslında bambaşka bir tartışmadır ve doğrusu, yaşananları anlamayı da kolaylaştırmaz.
Çıplak gerçek ortadadır: İkisi de 7.5 şiddetinden büyük iki deprem, aynı bölgede, aynı gün içinde, birkaç saat farkla gerçekleşmiştir. Bunun az rastlanır olması meseleyi değiştirmez.
Deprem, sabah saat 04.17’de gerçekleşmiştir.
Saray Rejimi, depremi, öncelikle 7.5 şiddetinin altında ilan etmiştir. Bu, klasik yalan söyleme tutumunun devamıdır.
Her zaman, her konuda, Saray Rejimi, TC devleti yalan söylemekte tereddüt etmez. Öyle ki, devletin yetkilileri bir şey söylüyorsa, halk bu söyleneni, “bu kesinlikle yalan” diye dinlemektedir. Diyelim ki, “deprem 7.4 şiddetinde” dediklerinde, halk, “demek 7.4’ten fazla olursa, bu durumda bazı uluslararası yasalar olabilir, bunlar da depremi 7.5’in altında söylemektedir” diye düşünür. Diyorlarsa enflasyon %65’tir, halk bu rakamı, hiçbir biçimde uzmanca bir çabaya girmeden 3 ile çarpmaktadır. ENAG’da yer alan çok değerli bilim insanları bizi affetsin, ama, halk devletin enflasyon açıklamalarını kolaylıkla 3 ile çarpar ve gerçeği bulur durumdadır. Enflasyon %195’tir.
Halkın devleti tanıma “içgüdüsü” çok eskilere dayanır. Katliamlara, kıyımlara dayanır. Özellikle 2015 sonrası dönemde, bu tanıma süreci daha da gelişmiştir ve 2017’den başlayarak Saray Rejimi’nin ortaya çıkışı ile, bu süreç daha da açık hâle gelmiştir.
Mesela, bir TV muhabiri, bir gazeteci, samimi olarak depreme niye yardım edilmediğini sorabilir. Gerçekten de bu soruya yanıt arıyor olabilir. Ama halk bilir ki, Saray, o anda, yeni rant alanları hesabı yapmaktadır. İster siyasal rant ister parasal rant, ama mutlaka rant hesabı yapmaktadır.
Erdoğan, mutlaka ve mutlaka, imamlara danışmıştır. Falına bakma eğilimi, korkak diktatörlerde daha çok yaygındır. Hitler acaba fala baktırır mıydı? Muhtemelen, nadiren, en çok korktuğu anlarda. Bunu tam da bilmiyoruz. Ama emin olun Erdoğan, her gün falına baktırıyordur; acaba bugün ölecek miyim (her canlı ölümlüdür ama ben de mi), acaba bugün işçiler saraya yürür mü (zaten benim, koskoca Cumhurbaşkanı olarak benim altında imzam bulunan kâğıdı yırttılar ve greve çıktılar. Gel ki, o kâğıdı imzalamayacaktım, tüm suç bu Mehmet Uçum’un), acaba bugün şu “lanet” kadınlar yine bir yeri karıştırır mı (zaten onlara, elbiselerine baktığı Dolmabahçe ofisinden Gezi eylemleri sırasında güvenilmez damgasını vurmuştu), ya gençler harekete geçerse, hem bu gençler molotof da kullanmaktadır. Falcıya bunları sormakla işe başlamaktadır. Konu, para kazanmak olunca, Erdoğan’ın fala ihtiyacı yoktur. Onun yollarını biliyor ve kendisini, “para işlerinden çok anlayan asrın lideri” olarak görüyor. Ama konu eğer iktidarını sürdürmek için ABD’den destek gelecek mi sorusu olunca, uzmanlarına danışmaktadır. Bir tek aşk meselelerinde falcı lazım, bir de hani şu halk denilen şeyin sarayı basma ihtimaline karşı fal işe yaramaktadır.
Deprem olunca, Erdoğan, diyelim ki 40 saat ortada yoktu. Birçokları onun ülkeyi terk ettiğini bile düşündü. Ülkeyi terk etmemiş ama ortada yoktu.
Bu konuda çeşitli tartışmalar var.
İlkine göre, Erdoğan uyuyordu ve kimse onu uyandırmaya cesaret edip, deprem oldu efendim, diyemedi.
İyi ama bu durum, 40 saat süremez.
Bu görüşü savunanlar, hemen pes etmiyor. Sonra uyanmıştır ama gidip hocalara, falcılara sorması gerekmiştir, diyorlar.
Bir görüşe göre ise, Erdoğan ve Saray derin bir âlem partisi yapmaktaydı. Bu nedenle kimse onlara ulaşamadı. Korktular, kesip, “deprem var” efendim diyemediler. Ya da dediler ama, âlemde yer alan bir derin hoca, “efendim deprem kader planında var” demiş olabilir. Bu durumda, “kader planı” gibi, sadece “kader” sözünü aşan bu açıklama, herkese uygun gelmiştir ve parti 40 saat daha devam etmiştir.
Bu görüşü de tutarlı bulmayanlar çok. Mesela, bu arada dünyanın yardım gönderme taleplerini nasıl kabul etmiştir? Rusya’dan yardım, Antep havalimanına inip de, boş yere bekletilmeye alındığında Erdoğan hâlâ ortada yoktu. Demek Erdoğan, bu arada Rusya ile görüşmüştür. Bu durum, ilk iki görüşü tutarsız hâle getirmektedir. Erdoğan’dan bağımsız kimse karar almayacağından, demek ki varsa bile âlem, 40 saat sürmemiştir.
Üçüncü bir görüşe göre ise, Saray, hep birlikte, deprem haberi ile uyanmış, hemen kaçış planı üzerine çalışmaya başlamıştır. Çünkü Saray ve Erdoğan, “deprem” denilince, bir “sosyal deprem” yani devrim anlamışlardır. Bu durumda, paraların sayılması, kaçış için gerekli hazırlıkların yapılması, helâlleşme, imamların duaları vb. 40 saat almış olabilir. 40 saat geçince, aslında bir doğal afet olarak depremin gerçekleştiği, yoksa işçilerin saraya doğru yürüyüşe geçmediği ancak anlaşılmıştır.
En tutarlı senaryo bu gözüküyor.
Dördüncü açıklama; bunlar beceriksizdir, bu nedenle işi ellerine yüzlerine bulaştırdılar. Ki, bu da doğru değildir. Yine de bizi çok ilgilendiren bir konudur “becerisizlik” tarifi. Liyakatsizlikten bu hâldeyiz açıklamaları, aslında AK Parti’yi, Saray Rejimi’ni eleştirirken, gerçeğin binde birini söyleyip, devleti kurtarma/aklama girişimidir. Şimdi bu “liyakatsizlik” örtüsü, bu kez deprem sahasında, Erdoğan’ı eleştirirken Saray Rejimi’ni aklama yolu olarak “beceriksizlik” hâline gelmiştir.
Elbette bizce konu daha derindedir. Ama ortada bir sorun olmalı, gecikmeyi açıklamak için bir “şey”e ihtiyaç var.
Yoksa, Saray Rejimi’nin bu denli “hinoğluhin” adamı varken, nasıl olur da bunlar, Malatya’da yerleşik 2. Ordu’yu hemen, 04.30’da harekete geçirmezler ve nasıl olur da, aynı anda maden ocaklarını tatil edip madencileri sahaya sürmezler? Mesela Altun bunu akıl ederdi. Çünkü böylece, tüm sahada, kontrolü sağlarlardı. Ölü sayısını gizlemek daha kolay olurdu, insanların dayanışma aktiviteleri az olurdu vb.
Bunları yapmak için, Altun çok zeki sayılır. Daha az zeki olanları bunları düşünebilirdi. Mesela Bilal. Altun, elbette, bu durumdan, “Allah’ın lütfu” tutumu nasıl çıkar diye kafa yormakla meşguldü. Mehmet Uçum, hukuk sorunları ile ağırlaşan kafasında bu sorunu hemen çözerdi.
Yok efendim, askeri devreye sokmaları için protokol varmış da onu iptal etmişler gibi açıklamalar uyduruktur. Akla her gelenin söylendiği bir ülkedeyiz ve herkes kendi uydurup da söylediğini bir başkasından duyunca sorgulamadan inanıyor; fenası, artık buna da gerek yok, kendi kendine kurduğu şeyi yüksek sesle söylüyor ve o kendi sesi de olsa söyleneni duyunca onu gerçek sanıyor ve inanıyor.
Öyle ya, haber alma kanalı kalmayınca, duyulan ses ne söylüyorsa, videolarda ne varsa o gerçek olarak, sorgulanmadan baştacı yapılıyor.
Yasaların asla kaale alınmadığı bir ülkede, kim ordunun protokollerini hesaba katar? Kimse katmaz. 10 ilde olağanüstü hâl ilanının nasıl ilan edileceği bile belli değildir, acaba Erdoğan KHK mi yayınlar, yoksa meclisten yasa mı çıkar, bilen yok. Bu durumda protokollerin ne önemi var?
Efendim ne imiş, askeri sahaya sürmediler çünkü “darbe olur” diye korktular. Bunu insan kendi kendine söyleyip inanmadan önce o ilk duyduğu anda, gülmeye başlar. NATO’suz darbe olur mu? Olmaz. NATO darbe yapacaksa, “orduyu deprem sahasına görevlendirme” manevrasını mı bekler? Asla.
Soru ortadadır, ne askeri devreye sokmuşlardır, ne de madencileri. Ne iş makinalarını devreye sokmuşlardır, ne inşaat işçilerini, ne de uluslararası yardımları.
Hepsinde, “geç kalmışlardır.” Peki bilmeden mi geç kaldılar? Ya da “beceriksizlik” midir bu?
Bir deprem felaketinde, hemen her felakette olduğu gibi, insanoğlu zamanla yarışır. Çünkü su, nefes alma, donmama gibi şeyler, nihayetinde zamana bağlı olarak işlemektedir. Bir süre sonra oksijensiz kalırsınız, bir süre sonra kan kaybından gidersiniz, bir süre sonra susuzluktan ölürsünüz, bir süre sonra soğuktan ölürsünüz. Konu deprem olunca, ilk saatler çok daha fazla önemlidir. 72 saat deniliyor. Oysa uygulamalara bakınca, Erdoğan, ancak 40 saat sonra ortaya çıkıyor. Sahne ayarlanıyor ve banttan bir yayın yapılıyor.
Korkaktır.
Saray Rejimi’nin her tuğlasını korku salmıştır.
İşte size üçkâğıtçının, kolpacının şahı! Depremde ortalık yıkılıyor, beyefendi, reis, “asrın lideri”, banttan yayın yapıyor. Bölgeye gidemiyor.
Peki “seçim var, seçime kadar sabredin” diyenler, Saray’ın bu geç kalma hâlini nasıl açıklarlar? Oysa oy almak, seçimi kazanmak oya bağlı idi ise, ancak atak, hızlı bir görüntü çizmekle mümkün olabilirdi. Ordu ve madenciler, helikopterler vb. bunun en iyi yoludur. İsterse hiç adam kurtarmasınlar, bu yolla görüntüyü kurtarırlardı.
Ya seçim önemli değil, çünkü zaten olmayacak -yani deprem olduğu için olmayacak değil, zaten olmama ihtimali olduğundan olmayacak (lütfen düşünün, biz neredeyse bir yıldır seçimin olma ihtimalinin ABD emirlerine bağlı olduğunu söylüyoruz)- ya da seçim için oy önemli değil. Oy ne olursa olsun, sandıktan çıkacak olan, önceden bellidir. 2015’te seçimleri kaybetti Erdoğan. Sonra, referandumu kaybetti ve çaldı. Sonra Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetti ve CHP yardımı ile yine çalmayı başardı. Tüm burjuva muhalefet, Saray Rejimi’nin bir parçası olduğu için, Erdoğan’ı meşru ilan etti. Ona seçilmiş dediler. Oysa seçilmemişti.
Demek ki, bu işler için ille de doğal bir afete, depreme vb. gerek yok. Karar mercii ABD’dir, NATO’dur. Onların kararının sandıklar aracılığı ile onaylanmasıdır seçim. Belki de efendiler, egemenler, artık, bu onaya o kadar da ihtiyaç duymuyorlar.
Bu ülkede gerçek anlamı ile bir demokratik seçim olsa (ki tarihi boyunca hiç olmamıştır. Ve bugün dünyada bir tek Batılı ülkede dahi demokratik seçim yoktur. ABD buna örnektir; Amerikan halkının “özgür ve demokratik” bir seçimle, hava ile el sıkışan bir savaş müptelasını seçtiğini mi iddia edeceğiz?), Erdoğan barajı geçemez. Ama artık o noktada değiliz. Saray Rejimi, seçimle gitmez. Bir sosyal depremle gider.
Can Dündar, “depremle geldi, depremle gidecek” diyor. 1999 depremi sonrası Erdoğan’ın geldiğini söylüyor. Bu aslında tarih olarak tutuyor. Ama gelmesinin nedeni o değildir. Gün geceden sonra gelir ana gece günün nedeni değildir. Erdoğan 1999 depreminden sonra geldi ama nedeni o değildir. Erdoğan, AK Parti, bir projedir ve ABD’de pişmiş bir projedir, NATO onaylıdır. Gidişi de iki yolla olabilir; ya getirenler götürür ya da işçi sınıfı ve emekçiler. Bu ikinciler Saray Rejimi’ni indirirse, bu elbette bir depremdir, ama Can Dündar’ın dediği gibi bir doğal deprem değil, bir sosyal depremdir, mesela devrim gibi. Yoksa, desteğini kaybetmek anlamında söyleniyorsa “gidecek” sözü, Erdoğan o desteği zaten çoktan kaybetmiştir. 2015’ten bunu biliyoruz. “Desteği çalmıştır.” Milletimizin gördüğü en başarılı hırsızdır, Allah’ın cebinden peygamberi çalmakta usta nadir yeteneklerdendir.
Saray Rejimi’nin Maraş merkezli depreme neden 40 saat içinde müdahale etmediği bir sorudur ve sanırım bu soru, “depremi HAARP teknolojisi ile mi yaptılar yoksa doğal bir deprem midir” tartışmasından çok daha önemlidir.
Öte yandan, bizim liberal solcularımızın açıkladığı gibi, bu 40 saat müdahale etmeme durumu, “beceriksizlik” değildir. Hırsızlıkta, rantta, yalanda, algı operasyonunda bu denli becerikli olan bir Saray Rejimi’nin, göstermelik hamlelerle harekete geçmesi, hiç de zor olmazdı.
Elbette, sahada devletin beceriksizliği var. Ama önce, müdahalede gecikme var.
Mesela diyelim ki 72 saat sonra müdahale edilirse, becerikli de olunursa, bir işe yarar mı? Elbette yaramaz. sadece insanları ölüme terk etmeye yarar.
Saray Rejimi’nin suçu beceriksizlik değildir. Bu liberal solun, ne denli yanılgılı düşündüğünün kanıtıdır. Saray Rejimi’nin suçu, insanları ölüme terk etmektir, ülkeyi bir toplu mezarlığa çevirmiş olmaktır. Bu taammüden cinayet işleme suçunun kendisidir, katliam suçudur.
Saray Rejimi, bununla yargılanacaktır.
Ne burjuva muhalefet, ne liberal sol, bu suçu, “beceriksizlik, liyakatsizlik” hâline çeviremeyecektir.
Bu durum, silahla cinayet işleyerek eşini öldüren bir kocayı, silah bulundurmakla suçlamak gibidir, 6 yaşındaki kızını veren adamı sevgisizlikle suçlamak gibidir. Suçların en ağır olanını temel almak gerekir. Elbette Saray Rejimi birçok “beceriksizlik” yapmıştır. Ama Saray Rejimi, TC devleti, öncelikle, halkı ölüme terk etmekten suçludur.
Ve bu suç, deprem günü başlamaz.
Bu suç, kapitalist sistemin konut politikalarına kadar iner. TC devleti, en azından 1999 depreminden başlayarak, izlediği rantçı şehirleşme politikaları ile, insanları ölüme terk etmiştir. Deprem paralarını vergilerle toplayıp, tekellere, inşaat firmalarına, bankalara peşkeş çekmekle insanları ölüme terk etmiştir. Diyelim ki E5’in kenarındaki çirkinlik abidesi olan Fikirtepe, depremle yıkıldığında mı suçlu olacaklar? Hayır. Onlar, şu anda orada binlerce insanı dolandıran müteahhitlerin ortaklarıdır ve suçludurlar. Onlar orada, ev değil, mezar yapmaktadırlar. Ülkenin her yanında bu vardır, Saray Rejimi, konut değil, mezarlık yapmaktadır. Bu demektir ki onlar dünden başlayarak insanları ölüme terk etmiş bulunmaktadırlar.
Dine, Allah’a inandıkları, kadere inandıkları için o binalar öyle çürük yapılmamıştır. Hayır. Onlar, daha fazla kâr, rant için bu binaları ucuza yapıp pahalıya satmışlardır. İnandıkları şey paradır. Ancak deprem olunca, isyan çıkmasın diye, kaderden, kader planından söz etmektedirler.
Erdoğan, Soma’da fıtrat demişti. Orada da inandığı şey para, kâr, rant idi. Fıtrat, aslında işçileri aşağılamanın yoludur. Fıtrat aslında işçileri ölüme göndermenin yoludur. Kendisi binlerce koruma ile dolaşıyor. Reis olmanın, asrın lideri olmanın da fıtratında suikast var, demiyor. Koruma alıyor. Maden ocağına inen işçilere sıra geldi mi, işin içine fıtrat giriyor. Saray hep birlikte “fıtrat”ı işliyor; camilerinden ilkokullarına, Kur’an kurslarından TV programlarına her yerde.
Hocalara, ulema diye sunulan tarikatlara danışmıştır ve “kader planı” demiştir. Bu söz emin olun, bir şeyhten çıkmıştır. “Kader planı”, günlük hayatımızdaki “kader işte” sözü ile aynı değildir. “Kader planı” daha kapsamlıdır. Mesela bir şeyh eğer kendi kızı ile cinsel ilişkiye girerse, bu kader olmaz, bu “kader planı” olur. Onlara sorarsanız, yaratan, sanki onlar için bir çeşit tuzak kurmuştur. Samimi olarak inananların inançlarını bu denli hor ve kibirle kullanmak, az bulunur. “Bu kadar cahillik ancak eğitimle kazanılır” sözündeki gibi bir anlam taşır “kader planı”. Kader planı, eğitilmiş ve dini kullanmakta sınır tanımayan bir aklın ürünüdür. Bunlar kadar soysuzu, bunlar kadar katili, bunlar kadar hırsızı, bunlar kadar rantçısı bu milletin karşısına hiç çıkmamıştır.
Buna bakarak, Erdoğan’ın 40 saat boyunca, kimlerle ne görüştüğü konusunda bir fikir edinebilirsiniz. Bu derin bir korkudur. Saray, korkudan titremektedir. Doğal depremin korkusundan değil, ardından gelebilecek olan olası bir sosyal depremin, bir ayaklanmanın korkusundan titremektedir.
Bu nedenle, askerleri ve madencileri sahaya sürmemiştir. Ne askerler, ne madenciler bu acıların yaşandığı bir yerde, halk ile yakınlaşmaktan kaçamazlar. Halk ile yakınlaşmak, organize olmak, örgütlü olmak, Saray’ın en büyük korkusudur. Bu nedenle, kendilerine en çok bağlı güçleri, mesela SADAT’ı, mesela tarikatları sahaya sürmüşlerdir.
Enkaz altından bir kişi canlı çıkacakken, ekipleri durdurup, bunu bize bırakın diyenler, ardından da “tekbir” diye bağıranlar, SADAT kontrolündekilerdir. 40 saat içinde gelen yardımların büyük bölümünü engelleyip, onları İdlib’e, Suriye’nin TC devleti tarafından işgal edilmiş alanlarına taşıyanlar da SADAT ve IŞİD organizasyonlarıdır.
TC devleti, Suriye’nin kendi kontrolündeki alanlarında yaşananlarla ilgili hiçbir bilgi vermemektedir. İdlib acaba yerle bir olmuş mudur? İdlib’e yardım götürmek için Hatay’a giden tırları kaçırmak tercih edilmiş bir devlet politikası mıdır? Sahaya askerin girmesi hâlinde, bu işin SADAT’ın kontrolünü azaltma ihtimali, nesnel olarak var mıdır? Madencilerin sahaya girmesi, gönüllülerin sahaya girmesi, tüm bu operasyonları tehlikeye mi atacaktır?
İşte yanıt buradadır.
O 40 saatlik gecikmenin nedeni, SADAT’ın devreye sokulmasıdır. SADAT, ancak bu kadar sürede devreye girebilmiştir.
Bu süre içinde, bölgeye koşan yardımlaşma grupları, eğitimsiz ama gönüllü insanlar, ellerinden geleni yapmışlardır. Ama SADAT’a sahanın kontrolünü vermek isteyen Saray Rejimi, en kritik zaman olan 72 saatin üçte ikisini, en kıymetli saatleri boşa harcamıştır. Bu durum, bir katliam politikasından farksızdır. Bu nedenle Saray Rejimi’nin suçu, halkı ölüme terk etmek suçudur.
Tüm yağmalardan bizzat SADAT organizasyonu sorumludur. Ortada videolar var. Bu videolarda, tırların önünü kesen araçların plakaları bile görünmektedir. Tırları İdlib’e, IŞİD ve gruplarına taşıyanlar bellidir. Halka, “kader planı” diyenler, IŞİD’e, El Nusra’ya yardım etmekte kaderci değildirler.
Saray Rejimi budur.
Bu kokuşmuş, çürümüş bir burjuva egemenliktir. Bu, sömürge bir ülkede, kâhyalık görevini yürütenlerin halka karşı tutumudur. Bu, Saray Rejimi’ni ve onun ekonomik temeli olan yağma rant ve savaş ekonomisini sürdürme davranışıdır.
Bu, devletin halka karşı yürüttüğü iç savaşın devamıdır. Bu iç savaş, Kürt halkına karşı açılan savaşa sıkı sıkıya bağlıdır. Gezi Direnişi sonrasından başlayarak, Saray Rejimi’nin organize edilmeye başlandığı 2015’te ilerleyerek, nihayet Saray Rejimi ile tüm ülkede bir iç savaşa başlamışlardır. Ülkemizde uygulanan yasalar, iç savaş yasalarıdır. İşte bu depremde “devlet yoktu” demek yanlıştır. Devlet budur ve görevi de budur. TC devleti, işçi ve emekçilere karşı, halklara karşı iç savaş yürütmektedir. İçeride ve dışarıda savaş politikası budur. Halkı kendine düşman görmektedir.
Yangınlarda da bunu gördük.
Sellerde de bunu gördük.
Bu beceriksizlik değildir.
Bu Saray Rejimi’nin bilinçli politikasıdır.
Bu, çürüme ve kokuşmanın hâlidir.
En büyük afet, bizzat devletin kendisidir.
Bugün, Maraş, insan cesetleri ile doludur. Elbistan’dan yükselen koku, gerçekte, çürümüş burjuva egemenliğin kokusudur. Bu, benzetme değildir, gerçeğin kendisidir. İslahiye diye bir yer kalmamıştır. Hatay, ortadan neredeyse kalkmıştır. Saray Rejimi, Adıyaman’da yaşayanlara insan muamelesi yapmamaktadır. Tüm halklar, Saray Rejimi için, neredeyse böcekler, küçük varlıklar olarak görülmektedir. Saray Rejimi’nin kibri budur.
İşte bu kibir, “kader planı” açıklamasını yapmaktadır.
Utanmadan, Erdoğan, yarın daha rahat olacağız, öbür gün daha da rahat olacağız, diyor. Enkazlar, altındaki ölülerle birlikte yok edilecektir. Daha şimdiden, emin olun, depremin ikinci, üçüncü gününden başlayarak Saray Rejimi, enkaz kaldırma çalışmalarını hangi inşaat şirketlerine verecekleri ile meşguldür. Bilal Oğlan, şimdiden paraları saymaya başlamıştır.
Ölülerin üzerlerinde kimlikleri yok diye, kayıtsız olarak toplu mezarlara atılması, SADAT uygulamasıdır. Sabahın 04.17’sinde kendini pijamaları ile sokağa atan, ayakları çıplak insanların kimlikleri olmasını beklemek, tam bir iç savaş uygulamasıdır. Oysa o insanların bulundukları adres kayıtları vardır. Bu telâş, aslında kayıp sayısını gizlemek içindir.
Tüm deprem bölgesinde, yağmacılığın baş mimarı devlettir, Saray’dır, SADAT’tır. Kur’an kursu enkazından insan yerine, kasaların aranılarak çıkartılması, orada devletin olduğunu gösterir.
“Burada devlet yok” cümlesi yanlıştır.
Orada tam da bir devlet var. İşte TC devleti tam da budur. Paranın, rantın peşine düşen, insanları ölüme terk eden, IŞİD’e yardım eden, soyan ve yağmalayan bizzat devletin kendisidir.
Deprem karşısında devletin tüm organları ile tutumu, aslında devletin gerçek yüzünü ortaya koymaktadır.
Birer asalak olarak halkın, işçi ve emekçilerin sırtına yapışmış olan bu rejim, yağma-rant ve savaş ekonomisinin gereklerini yerine getirmektedir. Bu konuda da hayli mahirdirler, hayli beceriklidirler.
İnsanlar, kendi elleri ile, kendi kayıplarını enkaz altından çıkartmak için mücadele vermektedir. Elleri ile molozları kazanlar, gözyaşlarını kaybetmektedir. Ve bu yolla, bu devlete karşı çetin bir mücadelenin gerekliliğini öğrenmektedirler.
Hastahanelerin önleri sıra sıra cesetlerle doludur. Ve bu durum karşısında halkta var olan yardımlaşma isteğinin zerresi, iktidar sahiplerinde yoktur, hiç olmayacaktır da.
SADAT ve paramiliter güçler deprem faaliyetlerini yönetmektedir. Bu nedenle, İçişleri Bakanı Soylu, ortada yoktur.
Diyarbakır Tabipler Odası’nın kriz masasına dâhil edilmesini kim önlemektedir? Sahaya ulaşmış gönüllü insanların kurtarma faaliyetlerine katılmasını kim engellemektedir? Yardımları kim aşırmakta ve kim İdlib’e göndermektedir? Milyonlarca insan neden Ahbap gibi organizasyonlara yardım için güvenirken, devlete zerre kadar güvenmemektedir?
Ülkenin beşte birini, yaklaşık 18 milyon insanı kim ölüme terk etmiştir?
İşte “kader planı” bu kibrin, bu egemenlerin tutumudur. Burjuva egemenlik budur. Saray Rejimi budur.
Cumhurbaşkanı Yardımcısı, utanmadan, “10 adet iş makinası kiraladık” demektedir. O makinaları, acaba delil oluşturacak unsurları temizlemek için mi kiraladınız? Oysa birçok iş makinası bölgeye ücretsiz olarak gönderilmektedir. Bu iş makinaları devletin el koyması gereken makinalardır. Bu makinalara el koyan devrimciler, suçlu ilan edilmektedir. Marketleri halka açanlar, asla ve asla yağmacı değildir. Yağmacılık sizin işinizdir. Marketleri halka açan devrimciler, oradaki ürünleri gerçek anlamı ile sahiplerine, ihtiyacı olanlara dağıtmaktadır ve halk, bu konuda son derece vakurdur. İhtiyacının fazlasını alma derdinde değildir. Canının, sevdiklerinin hayatının derdinde olanlar, yağmacı olmazlar. Lüks villaların içine girip barınma sorununu çözmeye çalışan halk yağmacı değildir. AVM’leri korumak için jandarmayı devreye sokanlar, bankaların kapılarına asker ve polis dikenler, polisleri sivil giydirip Erdoğan’ın etrafına toplayanlar kimlerdir, bu bellidir, açıktır.
Deprem karşısında Saray’ın tutumu, halkı, insanları ölüme terk etmek olmuştur. Kendi siyasal çıkarları, siyasal, ekonomik rantları için, bize “siyaset yapmayın” diyorlar. Bugün, bu gerçekleri görmek, göstermek, bu yolda siyaset yapmak, halkın, insanların en doğal, gerekli savunma yöntemidir. Siyasal rant peşinde koşanlar, iktidar sahipleridir, egemenlerdir, Saray Rejimi’dir.
Saray Rejimi, bu süreçten bir “Allah’ın lütfu” çıkartma peşindedir. Bu nedenle buna “kader planı” demektedirler. Tarikatlar, “derin” hocalar, uzmanlar, SADAT vb. hepsi, “kader planı” peşindedir.
Muhtemelen, Hatay’da yeni nüfus politikaları göreceğiz. Şimdiden, tüm muhalifleri uyarmak isteriz, deprem sonrası nüfus hareketleri dikkatlice incelenmelidir. Suriye savaşının başında 2011 yılında TC Dışişleri Bakanı, “bize bir tampon bölge lazım” diye söylenirken, ABD’li uzmanlar ona, “tampon bölge zaten var, Hatay” demişlerdi. Bugün Hatay yerle bir olmuş iken, “kader planı”, bu alanda güçlü nüfus hareketlilikleri organize edecektir. Bundan kimsenin zerrece kuşkusu olmasın.
Saray Rejimi, şimdiden rant paylaşımı peşindedir.
Yangınlarda, sellerde gördüğümüz Saray Rejimi ve halk karşıtlığı, bu kez daha kapsamlı ve geniş bir alanda yeniden ortaya çıkmıştır. Hâlâ Saray Rejimi’ni anlamayanlar, hâlâ seçime kadar bekleyin diyenler, eğer gerçekten ahmak değillerse, iktidarın, Saray Rejimi’nin uzantıları, destekçileridir.
Deprem bölgesinde, devletin kendisinin büyük ve gerçek afet olduğu bir kere daha ortaya çıkmıştır.
Saray Rejimi korkmaktadır.
Depremi izleyecek bir toplumsal patlamadan korkmaktadır. Üniversitelerin süresiz tatil edilmesinin nedeni budur. Gençliğin eylemlerinden korkmaktadırlar.
Saray Rejimi’ni yıkacak olan şey, doğal afetler, depremler değildir. Saray Rejimi’ni yıkacak olan şey, sosyal depremlerdir, devrimdir, sosyalizm mücadelesidir. Konutların neden kamulaştırılması gerektiği açıktır. Dünyada örnekleri vardır; Ekim Devrimi, onca yokluğun ve yoksulluğun içinde konut sorununun nasıl çözüleceğini göstermiştir. Bundan tam 105 yıl önce. Sağlık, eğitim, ulaşım ve konut, kamulaştırılmak zorundadır. Bunun yolu, sosyalist devrimdir.
Deprem sahalarında rant uğruna dayanıksız konutlar yapılmasını önlemenin tek yolu budur. Bu konutlar, daha yapılırken, halka mezar olarak yapılmıştır. Bu durum, bir kere daha ortaya çıkmıştır. Depremden az etkilenen Adana, depreme, bu depreme uzak olan İstanbul, aynı sorunları yaşamaya adaydır.
Saray Rejimi’nin, devletin konut politikası, ranta, yağmaya dayanır ve insanlara canlı hâlde mezara girme önerisini temel alır.
İşte “kader planı” tam da budur.
Kader planı, sistemin, insanlara biçtiği geleceğin en somut kanıtıdır. İnsan hayatının hiçbir değeri yoktur. Yaşamak pahalıdır ama ölmek son derece ucuzdur. Bu ölümlerin üzerinden tekrar rant devşirme, Saray Rejimi’nin en büyük ve büyülü becerisidir.
Bu kader planına karşı, işçi ve emekçilerin, halkın tek çıkış yolu, kendi kaderini kendi ellerine almak, kendi geleceğini kendisi yazmaktır. Bunun yolu ise, örgütlü mücadeledir, devrimci sosyalizm bayrağını yükseltmektir. Bugün, o sahaya koşan her gönüllü, yaşadıklarını açık olarak hafızasına kazımakla yetinmemelidir. Bu durumu, bir bilince dönüştürmek gereklidir. Bu örgütlenmekle mümkündür.
Artık “devlet nerede” diye sormanın anlamı yoktur. Devlet oradadır ve tam da budur. İşte orada, sizin karşınıza çıkan, gönüllülerin yardımlarını engelleyen, insanları ölüme terk eden, öncesinde onlara ev diye mezar yeri satan, bu sistemi sürdürmek üzere organize olmuş silahlı güç, işte devlet budur. Devlet oradadır, yalnız halkın yanında değil, tam olarak karşısındadır.
Artık sözün kâr etmediği, kelimelerin kifayetsiz kaldığı, acıların tarif edilemez olduğu, gözyaşlarının yüzlerde kuruduğu bugün, kendi kaderimizi elimize almanın zamanıdır. Yaşamanın, insan olarak kalmanın tek yolu, bu sisteme karşı mücadele etmektir.
Doğal depremler, yerin altını üstüne getiriyor.
Toplumsal deprem, sistemin altını üstüne getirecektir. Sistemin en alt tabakasında yer alan işçi ve emekçilerin iktidarı dışında hiçbir yol, özgürlük ve insanca yaşama yolu değildir. Artık yeter demenin yolu budur.
Yaşanan acıların ağırlığı ile hayata küsmenin zamanı değildir. Bu mezarlıkta böylece yaşanamaz.
Zaman bu bilinçle, bu haramileri, bu burjuva egemenliği tarihin çöplüğüne göndermek üzere, harekete geçme zamanıdır. Devrimci saflara katılma zamanıdır.
Demişler ki, yel eken, fırtına biçer. Fırtına gelmektedir.