Kaldıraç Hareketi olarak yaptığımız direniş ziyaretlerinin bir durağı da 38 gündür Buca BEGOS’ta direnen TELUS Emekçileri’ydi. Dört yıldır çalıştığı TELUS Dijital’den sendikaya üye olduğu için işten çıkartılan ve direnişe başlayan Hasan Hüseyin Yavuz’la konuştuk.
Merhabalar. Öncelikle sendikal örgütlenme sürecinizi ve direnişin geldiği noktayı anlatır mısınız?
“2024 yılının başında sendikal faaliyetlerimiz başladı. Ben pandemi sürecinde işe başladım ve dört yıldır burada çalışıyorum. O dönemde evden çalışıyorduk. Asgari ücretin iki katı ücret alıyorduk ve her şey gayet tozpembeydi. Evden çalışmak kısmen güzeldi. Şirket amatördü ve herkes acemiydi. Ancak bu acemilik kısa sürdü ve iki yıl içinde toparlandılar. İki yıl içinde kimin hangi sınıfta olduğunu öğrendik. Her sene yılbaşı zammı açıklanıyor ve biz her yıl asgari ücrete daha da yaklaşıyoruz. Ücretler brüt olarak belirleniyor fakat biz işçiler net maaş almak istiyoruz. Bir gün, birkaç bilinçli arkadaşımız geldi ve dedi ki: ‘Bir şey yapmak lazım. Her yıl daha kötüye gidiyoruz. Performans baskısı günden güne artıyor.’ Bu tartışmaların ardından anayasal hakkımız olarak sendikalı olalım dedik. Hatta komik bir şekilde, ‘Acaba kendimiz yeni bir sendika mı kursak?’ bile dedik. 2024’ün başında bu tartışmalarla birlikte Çağrı-İş Sendikası’yla bir görüşme yaptık. ‘Bizim taleplerimiz bunlar, siz de arkamızda durursanız biz örgütleniriz’ dedik ve onlar da kabul etti. Altı ayda içerdeki işçilerin %60’ını örgütledik ve sendikanın yetki alabilmesi için 2000 üyeye ulaşmak için başka çağrı merkezlerine de gidip oradaki işçileri de örgütledik.”
İşçilerin örgütlenme sürecine dair yaklaşımları nasıldı?
“Örgütlenme sürecine dair gayet olumlu tepkilerle karşılaştık. Bu sektörde örgütlenmeye o kadar çok ihtiyaç vardı ki, bu kadar kısa sürede hızlı bir şekilde örgütlendik. Bu, bir yanıyla tabii ki bizim başarımız, ancak diğer yanıyla, ne kadar baskı varsa, o kadar örgütlenmeye ihtiyaç duyduğumuzu gösteren bir gerçektir. Başarımızın kaynaklarından biri de TELUS şirketidir. Eğer TELUS bu kadar baskı yapmasaydı ve işçileri bu kadar zorlu koşullarda çalıştırmasaydı, sendikalaşma fikri işçiler için daha uzak bir ihtimal olabilirdi. ‘Zaten hakkımızı alıyoruz, o yüzden neden sendikalaşalım?’ diye düşünüyorlardı. Süreç boyunca çok sayıda işçiye ulaştık ve sürekli olumlu tepkiler aldık. Yan haklarımızı istedik. Çünkü sendikalı olmak sadece maaşla ilgili bir durum değildir. Yani sendika, bizim için sadece maddi bir araç olmamalıdır. İşçilere bunu da anlatmaya çalıştık. TELUS, herhangi bir mutlu günümüzde (evlilik, çocuk doğumu vb.) bir kez bile yanımızda durmadı. Hiçbir hakkımızı vermedi.”
Örgütlenme sürecinizde işverenin tutumu nasıldı?
Örgütlenme sürecinin başlarında işveren hiçbir şekilde önümüze taş koymadı. Biz bu durumu garipsedik hatta içimizde. Her 6 ayda bir Resmi Gazete’de sendikaların yetkiyi kazanıp kazanmadığı açıklanıyor.Ocak ayında bu sürece başladık ve hedefimiz Temmuz ayında bu süreci tamamlamaktı. Hepimiz içeride rahatça örgütlendik. Örgütlenir örgütlenmez Çalışma Bakanlığı sendikaya yetki verdi, yani bu iş yerinde örgütlenebileceğimizi onayladı. Ancak, aynı gün işveren bu karara itiraz etti.
”TELUS’a sendika girecek! Bu bir iyi niyet değil, bu bir yorumda değil. Zorundalar.”
“Şu an işverenin mahkemeye iki tane itirazı var. İlki, ‘Bu kadar kısa sürede bu kadar işçi örgütlenemez’ demişler. Halbuki üyelikler E-devlet üzerinden yapılabiliyor ve sadece bu kolda çalışan insanlar üyelik yapabiliyorlar. Dışarıdan bir üye zaten yapamıyoruz. Geçip de annemizi, babamızı, eşimizi dostumuzu sendikaya üye yapmadık. İstesek de yapamayız zaten. İkincisi, ‘Biz multi-lokasyon çalışan bir firmayız. Bizim İstanbul’da da bir ayağımız var. Normalde bir şirkette TİS imzalamamız için %40’ı aşmamız gerekiyordu. Fakat burada %50’yi aşmanız lazım’ dediler. Biz %50’yi de aştık. Çalışma Bakanlığı bunu belge olarak verdi. İşveren geçersiz bir itiraz yaptı, süreci soğutmak adına. İtiraz edilmesi bizi hiç şaşırtmadı; zaten bekliyorduk.
Daha klasik ama aklımıza gelmeyen bir yöntem var. İşkolu değişikliğine gittiler. Buradan gol yiyeceğimizi hesaplamamıştık. Normalde buradaki işçiler 7 numaralı işkolunda çalışıyor, ‘İletişim işkolu’ ismiyle. Sendikanın yetki kazanması için 2000 kişiyi üye yapması gerekiyordu. Fakat 10 numaralı ‘Büro işkoluna’ hukuksuz bir şekilde bir gecede geçirildik. Ankara’da çağrı merkezi patronlarının örgütlü olduğu bir dernek var. Patronlar bu konuda her zaman daha örgütlü. Kârlarını bölüşmek istemiyorlar; %1’ini dahi vermek istemiyorlar. Bu dernek toplanıyor, mahkemeye başvuruyor ve diyorlar ki, ‘Bizim çalışanlarımız iletişim işkolunda değil, büro işkolunda faaliyet sürdürüyorlar.’ Danıştay’ın kararıyla bir gecede bizim işkolumuz değişiyor. Hukuksuz olduğunu söylediğim kısım şu; normalde bu karar Yargıtay kararıyla ve Resmi Gazete’de yayımlanır. Ama el altından Danıştay kararıyla bir gecede işkolumuz değişiyor. Bu durumdan 200.000-250.000’e yakın çalışan çağrı merkezi işçisinin haberi bile yok. Çoğu insan işkolunu dahi bilmediği için patronlar arka planda istedikleri gibi alicengiz oyunları çevirebiliyorlar.
Şunu hep söylüyorum: TELUS’a sendika girecek! Bu bir iyi niyet değil, bu bir yorumda değil. Zorundalar. Öyle ya da böyle, bu sürecin sonunda sendika girecek. Bizim amacımız bu süreyi kısaltmak. İşçiler buraya hep geçici süreliğine çalışmaya geliyor. Geçici olsa da güvenceli çalışmak herkesin hakkı. Ben bile pandemi de geçici olarak girdim işe, 4 yıl çalıştım. Türkiye’nin ekonomik şartları ister istemez bu duruma itiyor. Ki çağrı merkezleri de eskisi gibi değil. Çağrı merkezlerinde artık çalışma saatleri çok uzun…
Sendika mahkemesi hala devam ediyor. 6 ayın sonunda işyerinden çıkarmalar başladı. 15 kişi, küçülme bahaneleriyle işten çıkartıldık. Çoğumuz öncü işçiydi. Sandılar ki, ‘Bunları işten çıkartırsak, hem örgütlenme durur hem de korku salarız.’ Öyle olmadı. Piyango bana denk geldi. Hemen bir basın açıklaması gerçekleştirdik. Ardından çadır kuruldu.”
”Biz bu çadırı buraya kurdurmayız. Gezi’de bir çadırla başladı.’‘
Bu iş hallolana kadar buradan ayrılmaya niyetimiz yok. İki gün sonra çadır kurduk, ancak önce polis müdahalesiyle karşılaştık. Kurduğumuz çadırın sözde yasal mevzuata uygun olmadığı söylendi. Basın açıklamamızın ardından çadırımızı kaldırdılar. Bize, “Dört tarafı açık bir çadır olsun.” dediler. Kirli düşüncelere sahiplerdi ve “İçeride ne döndüğünü bilmeyiz, içeride neler yaşanır?” gibi söylemlerle karşılaştık.
Daha sonra sendika başkanını çağırarak, “Biz bu çadırı buraya kurdurmayız. Gezi de bir çadırla başladı.” dediler. Tam da bu yüzden derme çatma bir şey kurmamıza izin veriyorlar. Burada çadır kurdurmasalar da biz burada duracağız çünkü bu bir sembol.
Birkaç gün sonra polisler tekrar geldi ve, “Trafiğin akışına bir engel bulunmuyor, bu sizin anayasal hakkınız.” dediler. Otuz günü aşkın süredir herhangi bir müdahaleyle karşılaşmadık. Ancak, BEGOS (Buca Ege Organize Sanayi Bölgesi) güvenliğiyle sorunlarımız hâlâ devam ediyor. BEGOS güvenliği rahat durmuyor.
Arkada gösterdiğim bir tabela var: Acil durum toplanma tabelası. Burası aslında özel mülke ait bir alan. Arka tarafı yamaç olduğu için ve yüksek maliyetler gerektirdiğinden şirketler o bölgeye yanaşmıyor. BEGOS yönetimi geldi ve bizi tehdit etti. Çadırlarımızı buradan kaldırarak o alana koymamız gerektiğini söylediler. Çadırı tamamen kaldırmamızı istemiyorlar ama amaçları belli: “Görünürlüğünüzü azaltalım, önünüze servisleri ve arabaları çekelim, işçiyle aranıza engel koyalım.” diyorlar. Biz de, “Kusura bakmayın, bunu kabul etmeyiz.” dedik.
Bize, “Orası özel mülkiyet, biraz daha geriye kayar mısın?” diyerek bizi adım adım geri çekmeye çalışıyorlar. Biz ise böyle bir şeyin mümkün olmadığını belirttik. Hakkımız neyse onu arıyoruz.
Bu süreçte önemli bir bilgiye ulaştık: Etrafımız organize sanayi bölgesi olduğu için burada birçok firma var ve onların bu durumdan rahatsız olduğunu öğrendik. Firmalar BEGOS yönetimine baskı yapıyormuş çünkü onların işçileri de direniş çadırımıza gelerek ne olduğunu öğreniyormuş. Bu duruma sevindik. Demek ki dert olabilmişiz, birilerinin dikkatini çekebilmişiz.
İşçilerle aramıza engel koymaya çalıştılar. İçerideki arkadaşlarımızın belli periyotlarda molaları vardı ve burada her zaman onları görebiliyorduk. Ancak, işçilerin mola süreleri maalesef kısaltıldı. Amaç, direniş çadırına daha az gelmelerini sağlamaktı.
İşlerini bitirdikten sonra arta kalan vakitleri oluyordu ve bu zamanlarda işçiler sigara içmek veya hava almak için aşağı iniyorlardı. Ancak, “Mola harici aşağı inmeniz yasak.” diyerek bunu da engellemeye çalıştılar.
Peki Telus işçilerinin çalışma çalışma koşulları nasıldı? En büyük müşterilerinden bir tanesi TikTok ve ağır çalışma koşullarında olduğunuzu daha önce duymuştuk. Siz buna dair ne söylemek istersiniz?
Dünyanın en ünlü sosyal medya platformundaki videolar içeride izleniyor. Bunu anlatırken bile insan kötü hissediyor. Ancak ben sizinle her şeyi şeffaf bir şekilde paylaşacağım.
Dışarıdan bakan biri, işçilerin önünde fiziksel bir üretim bandı olmadığı için burada üretim bandı yok zannediyor. Oysa bizim üretim bandımız bilgisayar. Önümüze sürekli videolar geliyor ve belirli bir sürede bunların moderasyonunun yapılması gerekiyor. Yani, bu videolarda herhangi bir ihlal olup olmadığını tespit ediyor, ihlal varsa cezalandırıp gönderiyoruz. Bu süreç sonsuz bir döngü hâlinde devam ediyor. Mola süremize kadar önümüze sürekli video geliyor, biz de ihlalleri tespit edip işlem yapıyoruz. Görünmez bir bant gibi çalışıyor.
Herkesin aklı bir diğerinden üstün olabilir, ancak biz içeride aklınıza gelmeyecek şeyler izliyoruz. Amaç, uygunsuz içeriklerin kullanıcıların karşısına çıkmasını engellemek ya da en kısa sürede kaldırmak. TELUS’un yaptığı işin temelinde yapay zeka eğitimi var ve şirket, 32 ülkede faaliyet gösteriyor. Bu işin ağır iş kolu kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini savunuyoruz ve bunun için çalışmalar yürütüyoruz.
Bu iş, beyinde fiziksel bir hasar bırakmadığı için küçümseniyor. Ancak gerçekte çok ciddi bir zarar veriyor. Öyle ki, ben eşimin ailesinin yanında bile düzgün iletişim kuramıyordum. Küfür etmeden ya da sert bir dil kullanmadan konuşmak benim için neredeyse imkânsız hâle gelmişti. Çünkü sürekli çalışıyor, sürekli hakaret ve küfür dolu içeriklere maruz kalıyordum. Bu durumu desteklemiyoruz elbette, ancak sistem bu şekilde işliyor.
Bu durumu sigara içmeye benzetebiliriz. Sigara hemen kansere yol açmaz ama uzun süreli kullanımda etkisini gösterir. Aynı şekilde, şu an işçiler bu hasarın beyninde oluşmadığını düşündüğü için zarar görmediklerini sanıyor. Oysa bu hasar çok ciddi. İnternetten araştırabilirsiniz; bu tür işyerlerinin çok sayıda davası var. Çalışanlar arasında depresyona bağlı intiharlar, ruhsal bunalımlar ve çeşitli psikolojik hastalıklar oldukça yaygın. Bu konuda açılmış davalar da devam ediyor.
Biz, bu işin meslek hastalığı olarak kabul edilmesi için mücadele edeceğiz. Çünkü bu, gerçekten bir meslek hastalığıdır.
”Bizden çaldıkları duygularımız, havalandırma ve sık yaşanan ruhsal bunalımlar”
Beyin, belli bir süre sonra izlediğimiz tüm kötü videoların normal olduğunu düşünmeye başlıyor. Çünkü sürekli aynı şeyleri gördüğümüzde, “Demek ki bu normal, bunu kabul etmeliyim.” diyerek durumu içselleştiriyoruz. Bu da zamanla insanı hissizleştiriyor ve normal hayatında duygusal tepkilerini köreltiyor.
Orada bir köpeğe şiddet uygulandığını ya da parçalanmış bir bedeni gördüğünde, artık bu görüntüleri olağan karşılamaya başlıyorsun. Bu durum, insanı duygularından yoksun bırakıyor. Bizden çaldıkları duygularımızı da alacağız.
İçerideki havalandırma çok yetersiz. Hatta işin ironisi olsun diye kendi aramızda bir hastalık bile uydurduk: “Telusit.” Bu hastalık, tamamen havalandırma koşullarından kaynaklanıyor. Eğer bugün ben hastaysam, yarın herkes hasta oluyor çünkü aynı havalandırma sistemi hepimize aynı havayı veriyor.
İlk molaya kadar her şey yolunda gibi görünüyor, ancak belli bir noktadan sonra beyin kendini kapatıyor. Sürekli maruz kaldığımız küfürler ve hakaretler zihnimizden dümdüz geçmeye başlıyor. Bir süre sonra, bunların bir ihlal olduğunu bile unutuyoruz. O içerikler bizim için normalleşiyor. Normalleştiğinde ise artık cezalandırmak da zorlaşıyor. “Beş dakika önce daha beterini izledim, bu daha iyi olabilir.” diye düşünmeye başlıyoruz. İşin kendisi zaten korkunç, bir de üzerine havasızlık eklenince her şey daha da dayanılmaz hâle geliyor. Beyin “hava yok” diyerek adeta kendini kapatıyor. Gün ortasında, saat 11’de bile uykusu gelen insanları iyi bilirim. O saatte uykunun ne işi var? Olmaması gerekiyor.
TELUS’taki bir diğer büyük eksiklik: Güvenlik önlemleri
TELUS’ta yangın merdiveni yok. Ortalama bin kişi kapasiteli bir iş yerinde şu an 500-600 işçi çalışıyor. Ancak, işçilerin kullanımına açık sadece bir asansör var ve kapasitesi dört kişilik. Eğer beş kişi binerseniz, işçilerden savunma alınıyor. Düşünün, hayatımda ilk defa bir makineye acıdım. 7/24 durmadan çalışan tek bir asansör var.
Şirketin arka tarafında yük asansörü bulunuyor ve kapasitesi çok daha geniş. Ancak işçilerin kullanmasına izin verilmiyor. Soruyorum: Kaza ya da felaket yaşanmadan önce bu asansörü açın! Buna yoldan geçen herhangi biri binmeyecek, sizin kendi işçiniz binecek! Yük taşınmadığı zamanlarda işçilerin bu asansörü kullanmasına neden izin vermiyorsunuz? Bir can kaybı mı olması gerekiyor?
Bununla da bitmiyor: Her katta kilitli kartla açılan kapılar var. Ani bir durumda işçiler önce katlardan çıkmaya çalışacak, sonra turnikelerden geçmeye çalışacak. Bu, olası bir afet durumunda can kaybının artacağı anlamına geliyor.
TELUS’taki pencereler kilitli. Hatta kolları bile sökülmüş. Neden? Çünkü herhangi bir ruhsal bunalım yaşayan bir işçinin intihar etmesini engellemek için.
Bir yandan dünya çapında yardım projeleriyle, köy okulları boyayarak, hayvan sevgisini ön plana çıkararak imaj yaratıyorlar. Vergiden düşmek için milyarlarca parayı sosyal sorumluluk projelerine harcıyorlar. Ama kendi işçilerine gelince tam tersi bir tablo ortaya çıkıyor.
”TELUS: Gerçek bir üniversite ama karşılığı yok”
Burası gerçekten bir üniversite gibi. İşe giriş sürecinde İngilizce mülakat yapılıyor. Eğer İngilizceniz yeterli değilse zaten alınmıyorsunuz. Üstelik sadece İngilizce değil; içeride Almanca, Fransızca, Japonca bilen arkadaşlarımız da var. TELUS yetkin insan istiyor, ama ne yazık ki buna tam tersi oranda düşük ücretler ödüyor.
”Yaşasın sınıf dayanışması”
Örgütlenme sürecinde genç bir kitlenin olmasını çok yararlı görmüştük. Ancak içeride maalesef faşist eğilimlere sahip insanlar da var. MHP’lisi, Zafer Partilisi, CHP’lisi, AK Partilisi… Her kesimden insanı burada görebiliyorsunuz.
Bize “Bu sendika nereli?” diye sordular. Biz de göğsümüzü kabarta kabarta “Bu sendika bizim! Bağımsız bir sendika ve tamamen bizim!” dedik. İşte o an, bizi birbirimizden ayıran çelişkiler çok kolay çözüldü. Aynı zamanda, yeni bir sendika olmanın ağırlığını da sırtlandık. Mesela paramız yok. Direnişteyim, hâlâ param yok. Buradaki direniş için bir fon oluşturmaya çalışıyoruz ki direnmeye devam edebilelim.
Bence işçi sınıfının kesinlikle örgütlü olması gerekiyor. Ancak burada “eylem” ya da “örgüt” kelimesi geçtiğinde işçiler korkuyor. Bir gün şöyle dedim:
“Arkadaşlar, ‘Ali ata bak.’ Buradaki ‘bak’ ne? Bir eylem. Ben yürüyorum. Yürümek de bir eylem.”
Aslında, “eylem” kelimesinin kökenine indiğimizde ne kadar basit olduğunu görüyoruz. Korkmamak lazım! Bize reva görüleni değiştirmek için eylemde olmak gerekiyor.
Bazı işçiler soruyor:
“Neden hep sol örgütler geliyor?”
Biz her eylemimize, her basın açıklamamıza Zafer Partisi’ni, CHP’yi, AKP’yi, Saadet Partisi’ni davet ettik. Bu bir açık çağrıydı ve kimseye ‘Gelme’ deme haddini kendimizde görmüyoruz.
Bu hareket, işçi sınıfına zarar vermez. Sen bu meseleyi sahipleniyorsan gelirsin. İstemiyorsan gelmezsin. İşçilere de bunu söyledik. Ama bazen “Hep sol örgütler geliyor, TKP geliyor, TİP geliyor.” diyorlar.
Kardeşim, çünkü onlar sahipleniyor! Onlar geliyorlar!
Ve çok güzel dayanışma pratikleriyle kuruldu bu çadır. Çadırı getiren arkadaşlar, “Olur da bir gün bu çadırı kaldırırlarsa dert etme, 30 tane daha var. Tekrar getiririz.” dediler.
Mesela şu an oturduğunuz sandalyeler, halılar… Hepsi bir yerlerden geldi. Herkesin ilk söylediği şey şu oldu:
“Sizin için biz de bir şey getirelim.”
Direnişin ilk haftasında çadırım bile yoktu. Çadır olana kadar motorumun önüne küçük bir pankart astım. Yağmurda, soğukta hep motorun üzerinde bekledim. Bir hafta sonra sandalyeler geldi ve o an “Dünya varmış!” dedim.
Bir hafta sonunda ancak oturabildim. İkinci haftada ise çadırımızı kurabildik. Her şey yavaş yavaş, dayanışma sayesinde çözüldü.
“Zaten bize karşı gelemezler.” dediler patronlar.
Biz de dedik ki: “Hodri meydan!”
Bizim Birleşik Emek Cephesi diye bir tahlilimiz var. Bir değişimin bütün direniş odaklarının, işçilerin, kadınların, öğrencilerin ve bu direnişlerdeki insanların taleplerini birleştirirsek yan yana gelebilirsek gerçekleşeceğini düşünüyoruz. Siz de buna dair çok güzel bir adım attınız ve İzmir’de olan direnişteki diğer işçileri ziyarete gitmiştiniz. Direnişte olan diğer işçilere buradan bir mesajınız var mı? İşçilerin yan yana olması ve sınıf dayanışması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Onların direnişi, benim direnişimdir. Metal fabrikasında çalışan işçilerin halini anlamam için orada çalışmama gerek yok artık, çünkü onların durumunun bizimkinden farklı olmadığını biliyorum. İşçinin durumu her yerde aynıdır. Bütün direnişleri sahiplenmeye çalışıyoruz. Burada sınıf bilinci çok önemli. Elimizden geldiğince destek vermeye devam edeceğiz.
Patronlar bizden çok daha örgütlü, çok daha kenetli. Organize Sanayi Bölgesi’nde başımıza gelenler ortada. Patronlar, duruşumuzdan rahatsız oluyor. Tek bir patron değil, patronlar. Onlar ne kadar örgütlüyse, biz de onlardan daha örgütlü olmalıyız ki haklarımızı alabilelim. Günün sonunda, bizim daha güçlü olduğumuzu göstermemiz gerekiyor, çünkü gerçekten de biz daha güçlüyüz. Emeği üreten, üretimi yapan biziz. Biz olmasak, burası devam etmeyecek. Burası bir saat, hatta yarım saat dursa bile kıyametin kopacağını iddia ediyorum. Önemli olan, bizim çarkımızın sorunsuz dönmesi; onların değil.
Adını sayamadığımız birçok direniş var. Geçtiğimiz günlerde, Barış Aras ve modüler tuvalet işçilerinin belediye önündeki direnişine gittik. Belediye, yine 148 işçiyi işten çıkarmıştı. Onlara da destek verdik. İmkanımız olduğunda elbette diğer direnişlere de katılacağız ve onların da bizi ziyaret etmelerini isteriz. Ne kadar birlikte görünürsek, ne kadar birbirimizden haberdar olursak, bu süreci o kadar hızlı çözüme ulaştırabiliriz. Çünkü ben yalnız değilim.
Hem buradaki patronlar hem de işçiler, “Hasan burada tek başına direniyor.” diyorlar. Asla tek değilim! Biliyorum ki arkamda siz varsınız. Diğer siyasi partiler, demokratik kitle örgütleri var. Hep söylüyorum: Benim buradaki duruşum temsilidir. Burada ben olmayabilirdim, Ali olabilirdi. Ali olsaydı, ben onun yanında olacaktım. Veli olsaydı, onun da yanında olacaktım.
Benim buradaki duruşum, hiçbir zaman bireysel bir talep için olmadı. İlk günden beri “İşimi geri verin!” demedim. Ben işimi geri istemiyorum. Ben buradaki çalışanların sendikalı olmasını istiyorum. Eğer mücadeleyi tabana yayarsak, benim kazanımım yine işçi sınıfının kazanımı olacak. İşçi sınıfıyla daha fazla yan yana gelmeliyiz. Daha birlikte olmalıyız.
Neşesi ve kararlılığı eksik olmayan bir direniş daha oldukça öğreticiydi. Birleşik Emek Cephesi altında Topyekûn Grev Topyekûn Direniş!