Şiddet, her türden artan suç, yoksulluk, evsizlik, pislik ve yolsuzlukla dolu, geceleri sokaklarında yürünmez, karanlık, kalabalık ve korkutucu bir şehir… Gotham City. Suç, suçla mücadele ve adalet temaları etrafında dönen Batman serisinin geçtiği Gotham City’e ait olan ve belki okurken aklınıza İstanbul’u da getiren bu tasvir, uzun yıllardır başta kaynağını aldığı düşünülen New York ve Chicago olmak üzere birçok metropolle bağdaştırılıyor. Hemen her metropolün Gotham City’ye benzemesi nasıl ki tesadüf değilse, birazdan değineceğim üzere Batman serisinin adalet anlayışının da günümüz dünyasıyla örtüşmesi o derece tesadüf değil.
Son dönemde şiddetin, suçun daha da artmasına dair tespitler ve gerekçeler öne sürülüyor elbette. Bunun başlıca sebepleri savaş politikaları ve ekonomik krizin geldiği boyut olsa da, artan şiddete dair getirilen çoğu ekonomi politik açıklamanın arka planında dahi insanların yaşam koşullarıyla birlikte daha da şiddet eğiliminin açığa çıktığı fikri var. Bu sadece güncele dair bir tartışma değil; zira ekonomik koşulların insanın içindeki kötüyü ortaya çıkardığına dair inanç çok daha eskiden beri var. Peki gerçekten yaşam koşullarıyla birlikte daha da açığa çıkan insanların kötülüğe yatkınlığı mıdır yoksa zaten sistemin üzerine inşa edildiği insanlıkdışı tüm davranışların -suçların- bugün daha geniş bir alana yayıldığını mı görmekteyiz? Şiddet, istismar, şantaj, dolandırıcılık, gasp, insan ticareti vb. Bunların hepsinin esasen kapitalist-emperyalist sistem içerisinde tuttuğu bir yer vardır; dolayısıyla mikro ölçekte artan veya görünür hâle gelen bu suçlar zaten sisteme entegredir, sistemin normali, hatta sac ayaklarıdır.
Gotham City vahşi kapitalizmin sonuçlarının en ekstrem boyutlarıyla önümüze serildiği bir “distopik” tasarımdır. Bundan 5 yıl önce dünyanın bambaşka yerlerinden milyonlarca insanın kendisini Joker’le özdeşleştirebilmesine yol açan da her yerde Gotham Cityleşmenin, bu artan yoksulluk, şiddet, suç ve nefret hâlinin evrenselliğinin bir göstergesidir. Bugün perdede Gotham semalarında müzikal tınılar yankılanırken bir yanda da Gotham’a esin kaynağı olan New York City’nin anahtarını elinde tutanların akıbetine bakarak bu evrenselliğin kapitalist-emperyalist sistemle bağını inceleyelim. Ve Batman’in adaletine geçmeden önce bir New York kahramanına göz atalım; Puff Diddy’ye. Evet, kahramanı diyorum; zira kendisi Eylül 2023’te şehrin anahtarı teslim edilerek New York’un bir simgesi hâline getirilmiş bir kahramanı adeta. Bu kahramanlık Chicago ve Miami şehirleri için de geçerli.
“En üst düzey kamu hizmetlerini gerçekleştiren saygın kişilere bir minnet sembolü” olarak verilen bu anahtarın sahibi Puff Diddy’nin devlet tarafından onore edilmiş üstün hizmetlerine kısaca bir değinelim davayı bilmeyenler için. 90’ların başında müzik piyasasının içinden çıkan Puff Diddy, ABD’li bir rapçi, müzik yapımcısı, medya patronu ve iş adamı. Muhtemelen burada bahsetmeyi unuttuğum başka resmî etiketleri de vardır. Davadan haberi olmayanlar için kısaca bahsedeyim. Bu adam hakkında Kasım 2023’te eski sevgilisi tarafından kendisine yönelik darp ve tecavüz suçlamasıyla dava açılıyor, dava taraflar arasında tazminat ve anlaşmayla kapanırken, otel güvenlik kameralarında bulunan darp görüntüleri de medyada yayılıyor. Bundan birkaç ay sonra Diddy’nin birkaç farklı ülkedeki birkaç farklı malikânesine FBI soruşturması kapsamında baskın yapılıyor. Belli ki istihbaratı çoktan almış olan Diddy hiçbir malikânesinde bulunamayınca, birkaç ay sonra çeşitli iletişimlerle bir başka malikâneden kalkıp gelmeye tenezzül etmiş olsa gerek teslim olmaya karar veriyor. Daha önceki davada da yer alan, seks ticareti, insan ticareti, uyuşturucu kaçakçılığı, cinsel istismar ve cinsel saldırı gibi suçlardan hakkında soruşturma yürütülüyor. Her seferinde kefalet bedelini daha da uçuk bir seviyeye taşımasına rağmen, Epstein’in sözde intihar ettiği gözaltı merkezinde tutulup tutuklu yargılanan Diddy’nin davasının ana odağı “freak offs” adı verilen partiler. Ev baskınlarında deposundan 2000’e yakın içerisinde ağır uyuşturucu madde bulunan bebe yağı şişesi, yüzlerce seks oyuncağı, kaçak silah vs. çıkan bu adamın organize ettiği bu partilerde fuhuşa zorlama, uyuşturucu ticareti, şantaj, çocuk istismarı, darp, tecavüz vb. birçok suç işlendiği iddia ediliyor. Bu “freak offs” denen partiler, sektörde olduğu günden beri medyada da ünlülerin demeçlerinde de sıkça ifade edilen “eğlenceye doyulamayan” meşhur “çılgın Diddy partileri”nin bir after party’si veya arka planı olarak ifade ediliyor. Dava süreciyle birlikte hakkında yapılan şikâyetlerin binleri aştığı ve katlanarak arttığı bu adamın California, Luxemburg, Çin, Fransa gibi farklı farklı ülkelerde verdiği partilerinde yer alanlar arasında da yok yok; Hollywood ve ABD müzik piyasasının hemen her ünlüsü, siyasetçiler, iş adamları, yine ABD başkanları, İngiltere prensleri… Bir yandan dava sürerken, bir yandan da eski röportajlara veya eski bilgilere atıf yaparak birçok komplo teorisi de ortaya atılıyor. Beyonce, Jay Z gibi başka çok ünlü isimlerle ilgili yine cinsel saldırı, şantaj, cinayet gibi suçlarla ilişkili iddialar ortaya atılıyor. Kimisi akıl almaz seviyeye ulaşan komplo teorileriyle ilgili önemli olan nokta ise bana kalırsa şu: Bunların hepsinin olabileceğine ikna olabilmemiz; çünkü tam olarak bu sistem böyle işliyor ve tekellerin karanlık yöntemlerine dair de önceden edindiğimiz çokça bilgi var. Diddy’nin deşifre olan bu ağının aynı zamanda bir ün ve şöhret kazandırma modeli olduğu konuşuluyor ve çocuk yaşta kendisiyle çalışmaya başlamış ve dünya starı olmuş Justin Bieber gibi şarkıcıların da bu olayın mağdurları olduğu veya tıpkı Epstein davasında olduğu gibi kimi zaman mağdurların zamanla fail olarak da ağa dâhil olduğundan bahsediliyor. Epstein davasında adı geçen ünlüler listeleri ile Puff Diddy partilerinin listeleri karşılaştırılarak -ki çokça kişi, şirket ve kurumun ortaklaştığını görebilirsiniz- bir “iyi kim kötü kim, kim bu işe dâhil kim değil” avına çıkılıyor.
Oysa öyle birtakım listeler karşılaştırılarak işin içinden çıkılabilecek bir konu değil bu. Çünkü artık hemen herkesin görmek zorunda olduğu üzere, bizim gördüğümüzden çok daha fazla liste var. Bu, devletler eliyle organize edilen bir ağ. Uzun yıllardır anlatılan; fakat komplo teorisi ya da birtakım ezoterik uydurmalar gibi görülen şey tam olarak kapitalist-emperyalist sistemin çok önemli bir parçası. Bunun yarattığı ekonomi bir yana, aynı zamanda sadece sanıldığı gibi eğlence sektöründe değil, birçok sektörde ve sermayedarlar arası ilişkilerde ciddi bir baskı aracı olarak kullanılmaya devam ediliyor uzun yıllardır.
Aslında ilk gençlik yıllarından itibaren nüfuzlu kişilerle ilişkiler kurarak müzik ve eğlence dünyası içine sokulan, 90’ların başında çetelerle ilişkisi ve rap müziğin doğu-batı yakası rekabeti içinde sermayedar olarak varlığı, o dönem ilişkileri, başta ailesi de kendisi de Kara Panterler üyesi olan rapçi Tupac Shakur olmak üzere politik ve ekonomik etkisi tartışılmaz şüpheli cinayetlerle ilişkisi, kurduğu plak şirketinin yıllar içerisinde 3 büyük müzik tekeli arasında sürekli el değiştirmesi, medya, müzik alanları dışında da birçok şirketinin bulunması, genç yetenek avcılığına soyunan programların yapımcılığını yapması, birçok devlet yetkilisi, ABD başkanları ve belli ki istihbaratla ilişkileri son derece sıkı olan bu adamın hayatından kısa kesitler bile, bugün bahsedilen “suç imparatorluğu”nu kendi başına kurmadığının çok net birer kanıtı.
Tekrar vurgulayayım, Puff Diddy vakası, küresel bir ağın parçası. Tıpkı Epstein davasında da görüldüğü gibi. Tıpkı her ABD seçimleri öncesi patlak veren bir pedofili skandalı gibi. Bu da önemli bir sorudur: Bu skandalların en büyükleri neden hep ABD seçimlerinden hemen önce patlamakta, daha doğrusu patlatılmaktadır? Sadece Pizzagate, Wayfair ve Epstein skandallarının zamanlamasına bakanlar bile bu bağlantıyı kolaylıkla görebilir. Sistemin istismardan beslenme hâli öylesine derin ki artık bunu seçim kampanyalarına meze edebilecek vaziyette arsızlaşabilmekteler. Bir yanda Trump’ın zamanında canlı yayında durduk yere iştahla Puff Diddy övdüğü görüntüler ortada dolaşmakta, bir yandan Kamala Harris’in partilerde bulunduğuna dair iddialar ortaya atılmakta. Üstelik sanki Trump zaten Epstein davasından yeterince mimli değilmiş gibi. Ancak uzun yıllardır ABD başkan adaylarının birbirlerini pedofil olmakla suçlamaları gelenekselleşmiş şekilde normalleştirilmiş bir hadise. Demek birini pedofil olmakla suçlamanın ağırlığı veya ciddiyeti de bu sistemde bu kadardır. Onlar belli ki bunun gayet farkındalar. Ve belli ki kurdukları bu ağ içerisinde o kadar çok benzer yapıda çete var ki bize en geniş kapsamlı gibi görünenlerini bile, siyasi manevralar veya ekonomik çıkar çatışmaları için deşifre edebilmekteler. Bu ve benzeri ağlar ve bu ağların farklı farklı çetelerinin çobanlığını yapan tipler dünyanın hemen bütün ülkelerinde boy göstermekte. Misal bu ülkede de servetinin kaynağı açıklanamayan, genç yaştan itibaren “abi”lerinin sevdiği haylaz çocuk olarak “çalışkanlığı”yla kendisine kariyer inşa etmiş, medya ve eğlence sektöründe kişiliğiyle de ön planda, yetenek programlarıyla genç yetenek kovalayan programların yapımcısı, kendisi, çevresi ve ünlü ettiklerinin geçmişleri tarikatlar veya dolandırıcılıktan seks ticaretine birçok skandalla anılan insanlar olan net figürler yok mu?
Yine bugünlerde gündemde olan Menendez Kardeşler davasına bakalım bir de. Yakın zamanda Netflix’te bir drama diziye uyarlanan ve aynı zamanda da belgeseli yayınlanan bu dava, 35 yıldır müebbet hapis yatan Menendez kardeşlerin cezasının kaldırılması talebiyle sosyal medyada başlatılmış bir kampanya sebebiyle bir süredir gündemdeydi.
1989 yılında Beverly Hills’te yaşayan zengin bir ailenin 19 ve 21 yaşlarındaki oğullarının anne babasını öldürmesi üzerine başlayan davanın detayları, burjuva hukukunun işleyişine ve sistemin adaletine dair çarpıcı veriler sunarken sermayenin şiddet ve istismarla ilişkisine dair de aydınlatıcı nitelikte.
Başta kendilerinden şüphe dahi duyulmayan ve babalarının mafyatik ilişkileri sebebiyle öldürülmüş olabileceği düşünülen Menendez Kardeşler, ebeveynlerinin öldürülmesinden ardından ailenin mirasını hızlıca harcamaya başlayınca şüpheleri üzerlerine çekiyor ve psikiyatristleriyle görüşmelerinde cinayeti itiraf etmelerinin dolaylı yoldan deşifre olmasıyla birlikte tutuklanıyor ve cinayeti itiraf ediyorlar. Bu andan itibaren miras için ebeveynlerinin canına kıydıklarına kanaat getirilen bu çocuklar, “kutsal aile”ye karşı “canavarca” bir cinayet işlemiş şımarık ve sosyopat zengin çocukları olarak medyada yer buluyor. Medyada yer buluşları ise vakanın ilginçliğinden değil sadece, tam bu dönemde ABD’de yayına başlayan Court TV’de canlı yayınlanan ikinci fakat en “reytingli” dava olması. Hukukun da bir entertainment malzemesi hâline getirilmesinin en belirgin örneği olan Court TV’nin de bu davayla ilişkisi yine sistemin çürümüşlüğünün bir kanıtı olarak bu hikâyede yer alıyor. Esas mesele ise dava sürecinde Menendez Kardeşlerin savunmalarında, her iki ebeveynleri tarafından çok küçük yaştan itibaren cinsel istismara maruz kaldıklarını açıklamalarıyla başlıyor. Menendezlerin ifadeleri korkunç detaylar barındırmasına rağmen bu iddialar “sosyopat zengin çocukları”nın kendilerini kurtarmak adına uydurdukları bir hikâye olarak değerlendiriliyor kamuoyunda. Bu algının başlıca sebepleri ise başından itibaren bu davanın Court TV’nin sınırlarını da aşan bir linç reytingine dönüştürülmesi. Sadece tek bir örnek için bile ABD’nin en ünlü şov programlarından olan SNL’deki skece bakabilirsiniz. İroniktir bir röportajında kendisinin de ailesinden şiddet gördüğünü ve bunu normal bulduğunu anlatan John Malkovich’in de yer aldığı skeç, Menendezlerin ağlayarak anlattıkları istismar hikâyelerinden yola çıkarak bu çocukların “ağlaklığı” ile alay ediyor. Bu alay ve lincin kendisi bile istismara uğrayanların bunu itiraf etmekte neden bu kadar zorlandığını da son derece güzel özetliyor; hatta ileri gidelim tüm bu linç belki de bu sindirilmişliği örgütlemenin bir parçası.
Gelelim davanın akıbetine ve bu akıbetin önemli nedenlerine. İlk yargılama süreci sonuçsuz kalırken, delil yetersizliği ve istismarı doğrulayan kanıtlar olmasına rağmen tekrar açılan davada Menendez Kardeşler, nefsi müdafaa seçeneği tamamen devre dışı bırakılarak idam veya müebbet hapis seçenekleriyle jüriye sunuluyor ve her ikisi de müebbet hapis cezası alıyor. Bu kararın ardındaysa önemli bir faktör var; tam bu davadan birkaç ay önce gerçekleşen meşhur O. J. Simpson davası. Ünlü Amerikan futbolu sporcusu ve aktör O. J. Simpson, eski eşi ve onun sevgilisini öldürmekle yargılandığı davada, mahkȗmiyet için güçlü deliller olmasına rağmen beraat ediyor. Bu kararın halkta yarattığı öfke ve adalete karşı sarsılan inancı toparlamaya çalışmanın bir sonucu olarak Menendez davası işlev görüyor. Diziyi de izlemiş olanlar bilir, Menendez davasıyla aynı dönemde gerçekleşen bir başka davada ise çocukluğunda istismara uğramış bir kadın cinayeti failinin çocukluğundaki istismar gerekçesiyle cezasının hafifletildiğini görüyoruz. Çocuk istismarını zaten hafife alan sistem, istismarı da yine işin ucunda kadına şiddete olduğunda bir hafifletici sebep olarak görürken, bizzat istismarcısını öldürmenin kendisini en ağırından cezalandırıyor. Bu dahi sistemin kadınların ve çocukların bedeninden, kanından beslenmekte kararlı olduğunun bilinçli bir beyanı gibi.
Bu davanın bize gösterdikleri bitmedi. Menendez davasının hâkimi bu davadan kısa bir süre önce gerçekleşen Rodney King duruşmasının da hâkimi. 1991 yılında Los Angeles’ta yüksek hızda araç kullandığı için polisler tarafından gözaltına alınan Rodney King, polisler tarafından vahşice darp edilmiş ve bu şiddet, olaya şahit olan ve evinin balkonundan kamera kaydına alan bir kişinin görüntüleri yerel basına sunmasıyla kısa sürede herkesin tepkisini çekmişti. Bu görüntülerin ortaya çıkışı ve siyahilere dönük polis şiddetinin bir kanıtı niteliği taşıması son derece önemliydi. Ancak halkın tepkisi ardından bu polislere açılan davaların hepsi beraatle sonuçlandı. Ve bu karara karşı gelişen tepki ünlü 1992 Los Angeles isyanını başlattı, 6 gün süren bu isyanı bastırmak için devlet orduyu devreye sokmuştu. Rodney King ve Menendez Kardeşler davalarının yargıcı aynı kişiydi. Bu bakımdan da Menendez Kardeşler davası adaletin tecelli ettiğine dair bir inanç tazeleme çabası olarak kullanıldı. Medyanın manipülasyonları da bu konuyu kolaylaştırıyordu ve belli ki istismara kayıtsız kalmak adalet sistemi için işten bile değildi.
90’larda gerçekleşen bu davanın tüm unsurlarının ve sistemin ne kadar aynı şekilde işlediğini şöyle görmek mümkün. Mesela bakın O. J. Simpson davasında çalışan avukatlardan biri kim? Alan Dershowitz. Kendisi aynı zamanda Epstein davasının da avukatıydı. Yıllarca skandal davalarda yer almasından devletle bağlantılı çete organizasyonlarının işlerini hâlletmekte görevli bir hukuk adamı olduğunu anlamak gayet mümkünken CVsi bunu daha da doğruluyor. Harvard Üniversitesi’nde hukuk profesörü olan bu adamın Epstein’le ilişkisi de avukatlığıyla sınırlı değil, kendisinin yakın arkadaşı ve hakkında verilen onca beyanla açık ki bu istismar ağının baş unsurlarından biri. Kendisinin ne çeşit bir adam olduğunu ve Epstein davasındaki rolünü anlamak için Ümit Kıvanç’ın “Bir Zenginlik ve Erkeklik Öyküsü” adlı yazı dizisinde kendisinden bahsettiği bölüme bakmanızı öneririm. Bütün skandal davaların önde koşup bayrak sallayanı olan bu adamı Puff Diddy davasında görevli olarak görmememiz dahi ilginç. Ancak zamanında kendisiyle ilgili suçlamalara “benim gayet iyi bir seks hayatım var” diyerek savunma yapan bu adamla, müvekkilinin evinde bulunan 2000’e yakın bebe yağını “kendisi alışverişlerini stok olarak yapmayı sever” şeklinde savunan avukat arasında pek de bir hukukî beceri farkı olmasa gerek. Ancak bakarsınız yarın öbür gün Dershowitz bu davadan da çıkar belli olmaz; zira kendisi hâlâ en ünlü TV programlarında bilirkişi olarak boy göstermeye devam etmekte.
Bu dizinin ve belgeselin yarattığı gündemde dahi nedense tartışılmayan ve sorulmayan önemli bir soru bence birçok şeyin ipucu niteliğinde: Devrim sonrası Küba’dan kaçarak Pensilvanya’ya gelen ve nasılsa ultrazenginleşen Jose Menendez’in servetinin kaynağı ne? Kim bu adam? “Florida bir ailedir” sloganını bularak aile kurumunun bu sistemde nasıl bir denetim mekanizması olarak yer tuttuğunu çok iyi anlamış olan, en büyük hayali JFK gibi bir gün ABD’ye senatör hatta başkan olmak olan bu adam, yalnızca kendi çocuklarının istismarcısı bir zengin mi? Onca araştırmama rağmen servetinin kaynağına ulaşamadığım, ergenlik yaşlarında ABD’ye gelerek mucizevi bir şekilde çok kısa sürede “azim ve çalışkanlıkla” müthiş bir kariyere ve zenginliğe sahip olmuş gibi anlatılan hayat hikâyesinde nedense kendisiyle her karşılaşan, kısa sürede kendisine şirketinin anahtarını teslim eder hâle geliyor ve daha 30’larının başında ABD’nin en büyük şirketlerinden birinin başına geçiyor. Bir zaman sonra da eğlence sektörüne dâhil oluyor. Davanın, sadece çocukların “şımarık zengin çocuğu” algısından veya henüz o tarihlerde ABD’de erkek çocukların istismarına dair bir bilinç olmadığından bu şekilde sonuçlandırılabildiğini düşünenleri ne yalan söyleyeyim biraz saf buluyorum. Bunlar elbette karara meşruiyet kazandıran sebepler. Ancak Jose Menendez’in profilinin hele bugün Me Too ve sonrasında daha da ifşa olan birçok profile benzerliği bize çok şey anlatmıyor mu? Kendisinin herhangi bir istismar ağıyla bağlantısı olduğunu ve dolayısıyla daha çok su kaldırmaması umuduyla bu davanın kapatıldığını düşünmememiz için herhangi bir sebep var mı? Kübalı kaçaklar üzerinden kontra örgütlenmelerinin en yoğunlaştırıldığı bir dönemde sebebi belirsizce zenginleşen bu adamla ilişkili bir davanın herhangi bir dava olduğunu düşünmek mantıklı olur mu?
2023 yılında bir belgeselde, bu adamın yönettiği RCA Records’la anlaşmalı bir erkek pop müzik grubu şarkıcısının Jose Menendez’in kendisine uyuşturucu verip tecavüz ettiğini açıklamasıyla bugün bu davanın yeniden açılması için talepte bulunuldu ve bu nasıl adalet sorularının çıkışı da bu gelişmeydi.
Başa dönelim, suçu üreten tam olarak nedir ve aranan adalet tam olarak nerededir? Sosyal medyada bir videoda şöyle bir söz vardı: Bruce Wayne Gotham City’yi dönüştürmek isteseydi milyar dolarlık serveti birçok halka hizmet programı geliştirmeye yeterdi. Evet; fakat Gotham’ın sözde adalet getiricisi, sermayedarların çıkarlarıyla örtüşmeyen suç çeteleriyle mücadele etmekten ötesini yapmıyordu. Oysa Gotham’ı yaşanmaz hâle getiren onlarca yıllık sömürünün kendisiydi; fakat Batman bunlarla ilgilenmiyordu. Batman, bir çizgi roman olarak karakterin doğrudan suça bulaştığını göstermiyordu belki; ama karanlıklar şövalyesi olduğu kesindi ve sadece bu metaforun kendisi de değil bize bunu anlatan. Sadece aile geçmişinden kaynaklı değil; banka soyanların karşısına dikilen; ancak halkı sömüren burjuvaların elini sıkan bu karakter bizzat sömürünün parçasıydı. İşte burjuva hukuku ve burjuva adaleti de tam olarak aynı maskeyi giymiş bir karanlık şövalye. Bu sebeple ne Menendez davasına bakıp “bu nasıl adaletsizlik” diye şaşırmak, ne Puff Diddy davasında kimi kime şikâyet edeceğini sormadan “neden bilenler şikâyet etmemiş” demek, ne de bugün bu ülkede iyice artan şiddet ortamına bakıp kimden yardım istediğini bilmezcesine “Turkish women need help” çağrıları yapmak Batman’den adalet beklemekten farklı değildir; ya da burjuva hukukunun dünyanın başka bir ülkesinde bir yerlerde, belki en ücra belki en Batı köşesinde gerçek bir adaleti olduğuna inanma saflığından.
Bugün şiddet dünyanın hemen her yerinde aynı şekilde artıyor. Kapitalizmin krizinin yarattığı tabloda zaten bütün ayakları şiddetten, sömürüden beslenen bu sistemde çürüme artık daha da her yeri kaplıyor ve her yerinden pislik fışkırıyor. Paylaşım savaşının ve derinleşen ekonomik krizin, çete-devlet modellerinin bir sonucu olarak bu çürümüşlük artık daha gözler önünde ve halka da daha fazla sirayet eder vaziyette. Dünyanın özellikle tüm kapitalist merkezlerinde toplumda şiddet arttı, nefret söylemleri arttı, bireysel silahlanma arttı, evsizlerin sayısı çoğaldı, çeteleşme, tarikatlaşma arttı, istismar arttı, dolandırıcılık ağları başta olmak üzere her türlü kolay para kazanma yöntemleri arttı. Hiçbiri insanların içindeki kötülüğün kaşınmasıyla alakalı değil; ezen-ezilen ilişkilerinde bugüne kadar açığa çıkan her türlü şiddetin ve kötülüğün meşru olarak işletildiği bir sistemin sonucu. Bugün gördüğümüz örneklerinde bile kötülüğün gayet de ekonomik ve politik kazançlarının olduğu bir sistemin işlemesinden kaynaklı. Bugün 8 bin lira için bebek öldürebilmek üzere çeteleşmenin zemini tüm bu saydığımız örneklerinde de gördüğümüz üzere bir canın hiçbir kıymetinin olmadığı ya da mesela sağlığın, halk sağlığı olarak ele alınmak yerine bir sektör olarak var olduğu bir sistemin sonucu. İnsanların canına kastederek komisyon almak için yanlış ilaç yazılan bir sistemin, ilaç sektörünün insan sağlığından çok, kâr odaklı olduğu bir sistem içerisinde yaşanıyor bunlar. Tüm bunlar yapılıyor; çünkü yapılabiliyor. Sistemdeki bir açıktan kaynaklı değil, sistem tam da bu olduğu için. Açıklara karşılık düşen ve adalet tecellisi dedikleri ise yalnızca sömürüden düşen pay yanlış kişilere gitmesin diye uğraşan Batman’in uğraşı gibi.
Menendez davasını işleyen “Canavarlar” dizisinde itibarı zedelenen polis biriminin cinayeti araştıran dedektiflerinden biri, şöyle bir öneriyle geliyordu: “Suçu Fidel’e atalım!” Ne yalan söyleyeyim, hiç de fena fikir değil; zira haklı olduğu bir taraf var. Gerçekten de Jose Menendez ve benzerlerini ortadan kaldırmaya dair gerçek adaleti ancak sosyalist bir sistemin adaleti verebilirdi.
Tüm bunlarla birlikte hatırlatmakta fayda var; kapitalizm çürümüştür ve tam da bu yüzden devrim, insanlığın dirilişidir!