Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.
6 Şubat ve sonrasında yaşanan depremlerde göz göre göre katledilen on binlerce insanın yanında, hakim sınıfların sömürü ve soygun politikalarının doğrudan sonucu olarak süregelen ekonomik krizin yarattığı yoksullaşmanın artışı, milyonlarca insanın en temel insani yaşam koşullarını karşılamaktan uzak asgari ücrete mahkum edilişi ve daha bir dizi temel çelişkinin yarattığı yıpranmanın üzerinin örtülmesi için bir kez daha seçimler ve demokrasi kartı devreye sokuldu.
Türk devletinin sınıfsal niteliğini çözümleyen, faşist karakterini sağlam biçimde ifade eden, dahası özellikle Türk hakim sınıflarının iki ana kamp halinde birbirleriyle mücadele içinde olduğunu ortaya koyan, bu ve diğer analizleriyle aynı zamanda tarihsel bir çözümleme de yapan İbrahim Kaypakkaya; bu anlamıyla hakim sınıfların resmi tarihini anlamak ve elbette işçi sınıfı ve halkın kendi tarihini-gerçeklerini görmesi açısından muazzam önemde tezler ileriye sürmüştür.
Yarım asır sonra coğrafyamız sınıf mücadelesinin, sosyal pratiğin döne döne kanıtladığı üzere İbrahim Kaypakkaya’nın tezleri sadece M.Kemal dönemini anlamak ve çözümlemek için değil günümüz hakim sınıflarının kendi aralarındaki mücadeleleri de proletaryanın lehine çözümlemek için paha biçilemezdir.
Nitekim Kaypakkaya’nın katledilmesinin üzerinden yarım asır geçmişken, günümüzde Türk hakim sınıf klikleri arasında devlet imkan ve olanaklarından kendi klik çıkarları için daha fazla yararlanma mücadelesi olarak tanımlayacağımız iktidar dalaşı, seçimler vesilesiyle daha da şiddetlenmiştir. Her iki klik de iktidar için kimi nüanslar bir yana, sömürü sisteminin sürgit devamında, ırkçı milliyetçilikte, sığınmacı ve mülteci düşmanlığında, kadın ve LGBTİ+ düşmanlığında, ez cümle Türk Kürt uluslarından, çeşitli milliyet ve inançlardan işçi sınıfı ve halk düşmanlığında birleşmektedir.
TC devleti, ikinci yüzyılına girerken özellikle devrimci hareketi, özellikle silahlı mücadeleyi hedefine koymuş durumdadır. Güncel ve dinamik tehdit olarak Kürt ulusal özgürlük hareketini ve gerilla mücadelesini ezmeyi hedeflese de coğrafyamızda devrimde ısrar eden komünist ve devrimci hareket de kuşatma ve imha saldırısı altındadır. Başta silahlı güçlerin tasfiye edilmesi olmak üzere, devrimci ve komünist hareketin her alandaki mücadelesi yoğun bir faşist saldırganlık altında tasfiye edilmek istenmektedir.
Hakim sınıflar, işçi sınıfı ve halkın yaşam ve çalışma koşullarının ağırlaşmasına ve kendi aralarındaki çelişkinin keskinleşmesine paralel, kendileri açısından stratejik tehdidin, devrimci ve komünist hareket olduğunun ayırdındadırlar. Bu bir sınıf bilincidir ve bu bilince uygun bir stratejik konumlanış içerisindedirler.
Seçim sonuçları farklı olsaydı da, aslolan gerçek budur. Dolayısıyla bu gerçeğe dayanmak gerekir. TC devleti, “İslamcı”sıyla “Kemalist”iyle işçi sınıfı ve halkın en küçük demokratik eylemine karşı kendini örgütlemiştir. Türk hakim sınıfları, kendi sömürü iktidarlarının beka sorunu için hakim Türk ulusu ve Sünni inanç dışındaki bütün ulus, milliyet ve inançlar üzerinde faşist bir diktatörlüktür.
Geçmişte Kemalist faşizmin İslamcılara yönelik aydınlanmacı faşist baskısının yerini günümüzde İslamcıların “laik” Kemalistlere yönelik faşist baskısının alması meselenin sınıfsal özünü değiştirmemektedir. Türk hakim sınıfları, sınıfsal olarak Türk işçi ve köylülerini, toplamda Türk halkını da sömürmelerini, hakim ulus şovenizmiyle, ırkçı ve milliyetçilikle perdelemektedir. Elbette bu faşist saldırganlıkta en büyük payı hakim ulus ve inanç dışındaki ulus, milliyet ve inançlar almaktadır.
Dün Kemalistler, bugün İslamcılar eliyle “tek millet, tek dil, tek vatan, tek din…” ile işçi sınıfı ve emekçi halk faşist cendere altında ezilmekte ve şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Bu gerçeği bugün ifade edebilmemizi elbette katledilişinin üzerinden yarım asır geçmiş olmasına rağmen İbrahim Kaypakkaya’nın Türk devletinin sınıfsal karakterini bilimsel temelde çözümleyen görüşlerine borçluyuz.
Kaypakkaya’nın ölümsüzlüğünün 50. yılı vesilesiyle bir kez daha onun özellikle Kemalizm ve Milli Mesele ile ilgili tezleri geniş bir çevre tarafından hatırlatıldı. Son yılların “popüler muhalefet alanı” olan sosyal medya platformlarında binlerce paylaşım yapıldı. Nerede bir direniş ve mücadele varsa İbrahim Kaypakkaya orada anıldı, devrimci savaş ve mücadele kararlılığı bir kez daha ifade edildi.
Başta İbrahim Kaypakkaya’yı komünist önder olarak değerlendiren parti ve örgütler olmak üzere tüm devrimci kesimler Kaypakkaya için anmalar düzenledi!
Faşist diktatörlüğün saldırgan yüzünün son yıllardaki daha belirgin haliyle yaşandığı koşullarda, bu koşulları da zorlayarak çeşitli eylem ve etkinliklerle Kaypakkaya’nın görüşleri kitlelere ulaştırılmaya çalışıldı. Diğer yandan, ne büyük “talihsizliktir” ki, tüm bu olumluluklara karşın, objektif gerçeklikten kopuk, son derece subjektif değerlendirmeler yapıldı/yapılıyor.
İbrahim Kaypakkaya’nın ölümsüzlüğünün 50. yılı vesilesiyle, Kaypakkaya yoldaşın Kaypakkaya’yı komünist olarak kabul eden örgütler tarafından birlikte anılması, dahası bu yılın -tarihsel önemine uygun olarak- Kaypakkaya anmalarının geçmiş yıllara oranla daha yaygın ve kitlesel olarak gerçekleştirilmesi, kimi hatalı politik değerlendirmelerin de etkisiyle farklı yorumlandı, subjektif sonuçlar çıkartıldı.
Hayaller ve istekler somut gerçeğin yerine ikame edildi. Ancak bilinir ki, ayakları yere sağlam basmayan, somut koşullardan hareket etmeyen her politik değerlendirme, kaybetmeye mahkumdur.
Gerçeklere, sadece gerçeklere dayanmak!
Son sözü başta söyleyerek okuyucuyu yormayalım. Bu birlik ya da anti-birlik yazısı değildir. Bunun nedeni elbette bu konunun başka bir platformun gündemi olmasıdır. Diğer bir ifadeyle “Kaypakkaya geleneği’nde gelen partilerin birliği” olarak tanımlanan ve propaganda edilen mesele, devrimci eylem birliklerinin, somutumuzda ise Kaypakkaya’nın ölümsüzlüğünün 50. yılı vesilesiyle ortak iş yapma, devrimci dayanışma ve mücadele kültürünü geliştirme şeklindeki doğru devrimci tutumla karıştırılmamalıdır.
Birlik denilen mesele bambaşka bir gündemdir ve şu an somutumuzda yürütülen devrimci temelde ortak iş yapma, İbrahim Kaypakkaya yoldaşın komünist tezlerinin daha fazla kitleye ulaştırma ve onu layıkıyla anma yaklaşımımızla karıştırılmamalıdır.
Kaldı ki kendisini “Kaypakkayacı” olarak tanımlayan, parti ve örgütlerin bu meselelere yaklaşımı, ele alışı bilinmiyor değildir. Durum bu minvaldeyken ve dahası proletarya partisinin birinci kongresinin halk saflarında değerlendirdiği parti ve örgütlere dair yaklaşımı ve belirlediği çizgi orta yerdeyken, bu konuda yeni bir şey söylemek de mümkün değildir.
Diğer bir ifadeyle konuya dair başta proletarya partisi olmak üzere, devrimci temelde ortak iş yapanların görüşleri kamuoyu tarafından bilinmez değildir. Yani ortada gizli kapaklı bir durum olmadığı gibi bu konuda yani daha açık ifadeyle “parti güçlerinin birliği” denilerek bir gündem oluşturulmuş değildir. Bilinmektedir ki, proletarya partisi kendisine-kendi gündemine dair konularda -eğer güvenlik açısından herhangi bir sorun yoksa- halka karşı açık olmayı savunur ve bunu uygular.
Dolayısıyla şu an İbrahim Kaypakkaya’nın ölümsüzlüğünün 50. yıldönümü vesilesiyle pek çok alanda yapılan eylem birliklerinin hareket noktası “parti güçlerinin birliği” değildir. Eylem birliği yapan kurumların, bu birliklere yükledikleri misyon ve kendilerine göre tasarrufları elbette kendilerine aittir.
Hal böyleyken hemen belirmek gerekir ki, bu yazının bir nedeni de devrimci temelde “yapılan birlik çağrılarının ve propagandasının kitlemiz üzerinde yarattığı baskı” da değildir. (Ki bu bile aslında devrimci propagandanın gerçeklere dayanması gerektiğinin bir başka kanıtıdır.) Olmayanı varmış gibi ele alan hatalı yaklaşımlara, devrimciler arasında ortak iş yapma kültürüne zarar veren tutumlara dikkat çekmek içindir.
Son süreçte atılan ve devrimci temelde zaten olması gereken ve bu anlamıyla son derece normal-doğal ve de doğru adımlar-pratikler bilinçli ya da bilinçsiz olarak subjektif değerlendirmelere konu olmaktadır. Bu tür değerlendirmeleri bir siyaset olarak pratikleştiren devrimci dostlarımıza diyecek bir şeyimiz yok.
Her siyaset kendi görüşünü propaganda etmekte elbette özgürdür ve bu en doğal hakkıdır. Ancak belirtmek gerekir ki, devrimci siyaset gerçeklere dayanmalıdır. Somut koşullardan hareket etmeyen, kendi öznel niyetlerini gerçeğin yerine ikame eden siyasetin kazanımı, saman alevidir. Kısa vadede bu tür ele alışların anlık kazanımları varmış gibi görünmesine rağmen uzun vadede kaybettireceği çok açıktır.
Bütün bunları neden ifade ediyoruz; İbrahim Kaypakkaya’nın devrimci temelde ve devrimci güçlerle “ortak” bir şekilde anılması ve görüşlerinin daha geniş bir kitleye mal edilmesi çabası -şu ya da bu niyetle- devrimci temelinden kopartılmakta, subjektif niyetler objektif gerçeklerin yerine geçirilmektedir.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, İbrahim Kaypakkaya bu kurumlar tarafından ilk defa devrimci eylem birliği temelinde birlikte anılmamaktadır. Örneğin İbrahim Kaypakkaya’nın 40. ölüm yıldönümü vesilesiyle de eylem birliği temelinde birlikte anıldığını ifade etmek gerekir.
Binlerce Kaypakkaya resminin kitlelerin ellerinde İstiklal Caddesi’nde taşındığı bilinmektedir. Yine Kaypakkaya’nın yıllardır Rojava’da eylem birliği şeklinde anıldığı bilinmektedir. Örnekler çoğaltılabilir.
Gerçekten devrimci olan, devrim diye bir meselesi olanların, komünist önder olarak sahiplendikleri İbrahim Kaypakkaya’yı ve özellikle onun komünist fikirlerini propaganda etme ve daha geniş kitlelere ulaştırmada devrimci eylem birlikleri temelinde sayısız pratiği vardır. Bu pratikler yanlış değildir. Devrimcidir. Üstelik yukarıda da ifade ettiğimiz üzere bu tür eylem birlikleri ilk defa yapılıyor da değildir.
Devrimciler arası ilişkilerde ve pratiklerde her türlü dar grupçu kaygı ve düşmanca yaklaşımdan uzak hareket edilmesi iyidir ve devrimci bir siyasettir.
Bu anlamıyla İbrahim Kaypakkaya’nın ölümsüzlüğünün 50. yıldönümü vesilesiyle -bu tarihselliğin anlamına da uygun olarak- çok daha fazla alanda, çok daha fazla kitleyle devrimci eylem birliği temelinde anılması doğru bir devrimci tutum olmakla birlikte bu devrimci eylem birlikteliğine olması gerektiğinden başka bir anlam yüklemek, en başta da bu düşünce sahiplerine zarar verir.
Yukarıda ifade ettiğimiz üzere, bu yazı bir birlik ya da anti-birlik yazısı olmamakla birlikte, bu tür subjektif değerlendirmelerin ve sosyal medya paylaşımlarının, Kaypakkaya’nın devrimci bir temelde anılmasını da gölgelediğini, bambaşka tartışmaların bu devrimci eylemin ve ortak iş yapmanın altını boşaltma tehlikesini barındırdığını ifade etmek gerekir.
Neden böyle olmaktadır?
Elbette bu konuda kimi subjektif niyetler, özlem ve istekler ya da tam tersi bir noktadan endişeler, kaygılar vb. etkilidir. Bu tartışmanın bir yanıdır. Ve biz buna yukarıda da ifade ettiğimiz üzere girmeyeceğiz. Bu, başka platformların konusudur. Burada meramımız bir başka tehlikeye dikkat çekerek derdimizi anlatmaktır.
Normal, olması gereken, devrimci güçler arasında ortak hareket etme kimi konularda ve gündemlerde eylem birlikleri yapma gibi pratiklerin azlığı ya da başarısızlığı beraberinde, bu tür pratiklere dair olduğundan ya da olması gerektiğinden başka bir anlam yüklenmesine neden olmaktadır.
Bu konuda yani devrimci eylem birlikleri ve devrimciler arası ortak iş yapma kültürünü geliştirme çaba ve pratiği zaten olması gerekendir. Olması gerekene, olmayan bir anlam yüklemek doğru değildir.
Neden böyle diyoruz?
İbrahim Kaypakkaya’nın ve partisinin ilk eyleminin THKO savaşçılarının ihbarcısını cezalandırmak olduğu bilinir. Dolayısıyla coğrafyamızda komünist hareketin ortaya çıkışı ve ilk eylemi başka bir devrimci örgütün önder kadrolarını ihbar eden unsuru cezalandırmak olduğu hatırlanırsa, komünist hareketin bu konudaki pratik tutumuna da örnek olduğu ve olması gerektiği unutulmamalıdır.
Komünist hareket olumlulukları ve olumsuzluklarıyla bu konuda tarihsel bir tecrübeye sahiptir. Dolayısıyla eylem birlikleri ve ittifaklara yaklaşım konusunda İbrahim Kaypakkaya’dan başlayarak günümüze kadar son derece zengin bir birikime yaslanmaktadır.
Nihayet bu bilincin ürünü olarak 2016 yılında kuruluşunu ilan eden HBDH’nin de bileşenlerinden biri olmuştur.
Yine proletarya partisinin 2019’da gerçekleştirdiği birinci kongresinde: “…sürecin ağırlığı ve faşizmin saldırganlığının üst boyutta olması, beraberinde devrimci ve komünist hareketlerin birlikte hareket etmesini ikili ya da çoklu eylem birlikleri içinde süreci karşılamasını dayatmaktadır” tespitinde bulunduğu da bilinmektedir. (Komünist 72, Nisan 2019, s. 167)
Devrimci kurumlarla bu temelde çeşitli gündemler etrafında gerçekleştirilen ve geliştirilen eylem birlikleri ve ortak devrimci eylemler örgütleme yaklaşımı bu yaklaşımla uyumludur. Bu yönelim çeşitli vesilelerle devrimci kamuoyuna ve halkımıza sunulmuştur. Diğer bir ifadeyle ortada “yeni” ya da “farklı” bir yönelim bulunmamaktadır.
İbrahim Kaypakkaya’nın ölümsüzlüğünün 50. yılı vesilesiyle, bu genç komünist önderi devrimci pratik içinde anmak ve görüşlerinin daha fazla kitleye ulaşmasını sağlamak, onun mirasına devrimci temelde yanıt olmaya çalışmak vb. başka bir pratik tutum; “Kaypakkayacı güçlerin birliği” olarak tanımlanan ve propaganda edilen mesele ise bambaşka platformların konusu ve gündemidir.
Dolayısıyla bu iki gündem birbirine karıştırılmamalıdır.
Devrimci eylem birlikleri ve “komünistlerin birliği” başka şeyledir. Bunlar “Kaypakkaya geleneği”nde yıllardır döne döne tartışılan meselelerdir.
İbrahim Kaypakkaya yoldaşın 18 Mayıs 1973’te Amed Zindanı’nda katledilişinin 50. yıldönümünde, onu bir kez daha saygıyla anıyor ve mücadele kararlılığımızı yeniliyoruz.