11.6 C
İstanbul
26 Nisan Cumartesi, 2025
spot_img

“Darphane evimiz, Berlin babamız” girdabında örgütlenme ihtiyacımız – İdil Özkurşun

Beşiktaş’ta bir duvar; Dali maskeli, kırmızı tulumlu bir La Casa de Papel karakteri ve yanında da bir slogan: “Darphane Evimiz, Berlin Babamız”. Slogan tam da son dönem Çukur furyası ve La Casa de Papel furyasının kesiştiği noktayı özetlemiş; tam da benim bu iki diziye eleştirilerimin kesiştiği noktayı -ki buna birazdan değineceğim.

Çukur dizisiyle birlikte bir furya aldı yürüdü. Her yer Çukur, herkes Çukurlu, herkesin babası İdris. 2009’da Ezel’in yerli dizi sektöründe bir sıçrama yapmasıyla birlikte yapımcılar, 9 yıldır Ezel benzeri dizi yapmanın derdinde; bu malum. Bir süre töre dizileri, ardından holding dizileri revaçtaydı. Ezel’le birlikte, sokağa inen ve aksiyonla sokağı birleştirip, işin içine edebiyatı ve yerli dizilerde alışılmadık bir kurguyu katan bir dizi ortaya çıkmış oldu. Ardından da sokakla aksiyonun harmanlandığı diziler furyası başladı. Ancak mesele aksiyonu, Amerikan dizileri kıvamında sürprizli sonlu ve flashbackli senaryolarla vermekten; seyirciyi şaşırtmaktan ibaret değildi. Ki bu şaşırtmaca ve flashback olayını da yeterince anlamamış onlarca senaryo gördük yıllar içerisinde, birçoğu seyirciyi aptal yerine koyarcasına malumun ilanını yapıyordu; belki de çok da kafa yormaya teşvik etmek istemiyordu. Yapımcılar bu işe yoğunlaşsa da, ne herkes bir Kerem Deren’di, ne de herkes bir Tuncel Kurtiz. Hem mesele aksiyonla, kurguyla sınırlı değildi, değil mi kardeş? Mesele, söyleyecek sözü olmasındaydı insanın. Bu minvalde, “Oyunun sonunda her yol, ayrı bir sondur”, “Senin yerinden oynatamayacağın taşlar var yeğen; ama benim yok” diyor bugün Ezel, ardıllarına. Neyse Ezel deryasında kaybolmanın kıyısından dönüp konumuza gelelim. İşte son dönemin furyası Çukur da bu Ezel ardılı dizi çabalarının bir parçası olarak ve edebiyatın yerine rapi katarak televizyonda yerini aldı. Belli ki çok da tuttu.

Açıkçası dizinin ilk bölümünü izlemek ve ara ara başkaları izlerken biraz biraz bazı sahnelerini görmekten öteye gidemediğim için onunla ilgili eleştirilerimi sınırlı tutacağım. Ancak dizide birkaç bölüm sonra popülerleştiyse de, Çukur bana daha ilk bölümden “bu hayatın heyecanı meyecanı yok” dedirtmeyi başarmıştı; zira 46 yıl sonra hala Godfather uyarlaması yapmaya çalışmanın da, buradan kim bilir kaç bölümlük bir dizi çıkarmaya çalışmanın da, bu hayat gibi “heyecanı meyecanı yok”(!)

Gelelim La Casa de Papel’e, Çukur’dan farklı olarak, teknik olarak başarılı bir dizi olduğunu söyleyebiliriz. Oyunculuklar da gayet başarılı. Çukur’da izleği düşüren; bana göre sebebi karakterler arasında dramaturjik bir denge yakalanamamasından kaynaklı oluşmuş akıcılık sorunu burada yok. Karakterler özellikle 6-7 yıl öncesinde birçok Amerikan dizisinde gördüğümüz ekip işi temalı macera-aksiyon dizilerinde klişelişmiş dengeye sahip; “asosyal hacker genç”, “sağduyulu bilge amca”, “asker”, “akıllı kadın” -ki genelde ekip lideriyle aşk yaşayan olur kendisi- ve “asi genç kadın”.

Peki La Casa de Papel bize ne anlatıyor? Bahsedildiği kadar antikapitalist, sistem karşıtı ya da bazılarının deyimiyle “devrimci” hatta “sosyalist” bir dizi mi gerçekten?

Bilmeyen kalmış mıdır bilinmez; ama yine de kısaca dizinin konusuna değinelim. La Casa de Papel’de, bir darphane soygununu, daha doğrusu amaçları darphane soygunu görünümünde, 67 kişiyi rehin alarak vakit kazanmak ve darphanede geçirdikleri süre boyunca para basarak yaklaşık 2 milyar dolar elde etmek olan bir ekibin hikâyesini izliyoruz. Yıllarını bu soygun planına vermiş bir adamın -dizideki lakabıyla Profesör- farklı farklı yerlerde, farklı farklı alanlarda ustalaşmış, hırsızlık, dolandırıcılık kategorilerinde bolca sabıkası bulunan 8 kişiyi bir araya getirmesi ve 5 ay boyunca bu plan üzerinde eğitim yapmalarıyla başlıyor dizi. Ekipte kişisel ilişkiler yasak ve herkes birbirine takma isimleriyle sesleniyor (Berlin, Denver, Moskova, Nairobi, Oslo, Helsinki, Tokyo ve Rio).

Bir bölümünde “Biz, kimsenin parasını çalmıyoruz. Hatta bizi sevecekler. Bu, çok önemli. Halkın bizden yana olması şart. İnsanların gözünde kahraman olacağız ama dikkat edin; çünkü bir damla kan aktığında, yani tek bir kurban olursa, Robin Hood olamayız” diyen La Casa de Papel, az önce bahsettiğim, bir dönemin Amerikan dizileri furyasından Leverage’ın Çav Bella katılmış, Robin Hood’luğu havada kalmış, örgütsüz bir örneği gibi. Fakat büyük şirketler tarafından sömürülmüş, işçi cinayetlerinde kurban vermiş ailelere alternatif mücadele yöntemi sunan, “Onlar gibi insanların ve öyle şirketlerin paraları ve güçleri var. Ve bunu sizin gibi insanları etkisiz hale getirmek için kullanıyorlar. Şu anda sizin yükünüz kaldıramayacağınız kadar ağır bir durumda ve bizse size kaldıraç oluyoruz” diyen Leverage’ın iç tutarlılığına bakarak, daha politik olduğunu söylemek mümkün. Bana kalırsa La Casa de Papel’i bu tip ekip işi temalı dizilere bir tersten bakış olarak yorumlamak; ona taşıyabileceğinden fazla politik anlam ve amaç atfetmekten daha doğru olacaktır.

Daha ilk bölümde “işle aşkı karıştırmak hiç iyi değilmiş” diyen Tokyo’nun aynı bölümün içerisinde yine aynı hatayı yapıyor oluşu, bence daha ilk bölümden dizinin asıl vurgusunu verdi: İyi bir plandan daha önemli olan iyi bir ekip kurmaktır! (ya da Dayı’nın deyişle “Hesap görmek; hesap etmekten zordur yeğen”). Dizi boyunca başta Tokyo olmak üzere, kimsenin önceden anlaştıkları kuralları kaale almaması, planı darphanenin dışından yöneten Profesör’ü dinlemeden hatta ona karşı hareket etmesi, inisiyatif alınması gereken durumlarda yalnızca kendi çıkarlarını gözeterek davranmasıyla dizi boyunca, bu ne biçim ekip, diye hayıflanıp durduk. Profesör dahil örgütlü tutum almak konusunda falsosu olmayan yoktu; bu noktada en doğru, en temiz kalan Nairobi’nin bile falsosu vardı. Kimi zaman en az Tokyo kadar sevemediğimiz Berlin’i dahi doğru tutum aldığı için sever olduk; kötünün iyisini seçtik. Anladık ki, planı örgütlemek için 5 ay boyunca aynı çatı altında, Profesör doğru dürüst bir ekip örgütleyememişti.

Ekibi bir arada tutan tek şeyse paraydı. Dizinin temel açmazlarından biri de bu. Tokyo ve Rio’yu bir arada tutan şeyler parayla sınırlı değildi tabii, bunu bir kenara koyuyorum. Ki bu noktada da dizi, ekibin “asi” kategorisindeki kadının ağına yine “asosyal hacker” kategorisindeki gencin düşmesi üzerine kurulu Amerikan klişesini bozmadı. Ve bütününde aşk her şeyi batırdı, “çünkü aşk her şeyi batırır” mesajını verdi. Oysa her şeyi batıran aşk değil! Zaten Tokyo’nun beğenilme arzusuna da aşk demek yazık olur. Kabul edelim; La Casa de Papel’de her şeyi batıran örgütsüzlük, ki keşke her şeyi gerçekten batırsaydı da dizi bize bari öyle bir mesaj vermiş olsaydı, diyesi geliyor insanın.

Birinci sezonun sonunda Profesör’ün bu planı neden hazırladığının açığa çıkması ve Çav Bella’nın sezon sonunu bağlaması sebebiyle, dizi iyice popülerlik kazandı. La Casa de Papel sayesinde her yerde Çav Bella çalar oldu derken, gözden kaçan noktanın bu olduğunu düşünüyorum. Bir kesim için dizi, Çav Bella’yı gündemleştirmiş olabilir; ancak burada daha çok, içinde Çav Bella çalmasıyla ünlenen bir dizi örneği var. Yani kitlede karşılık bulan şey; La Casa de Papel’in soygun fikrinden önce, devrimci bir marş. Bu da bize birazdan daha derinlemesine bahsedeceğim, dizilerle, bugünün toplumsal zemini arasındaki bağıntıya dair önemli bir veri. Ancak dizinin kendi içerisinde, Çav Bella marşının kullanılmasının bir ideolojik bağlayıcılığı, bir dayanak noktası olduğunu söylemek pek de mümkün değil. La Casa de Papel’e bu noktadan tutunanlara şu soruyu sorduğumuzda gerçek önümüze seriliyor: La Casa de Papel dizisi hangi devrimci değeri bize taşıyor?

Bir dizinin bir ideolojiyi açıktan önümüze sunuyor olması -gerekliliğinden de bağımsız- ne kadar mümkündür tartışılır elbet; zira öylesi bir dizinin yayınlanacak platform bulması zor olacaktır. Ancak amacınız örgütlü bir mücadeleye vurgu yapacak şekilde ideolojik göndermeler yapmaksa, belli devrimci değerleri barındırarak, bir soygun hikâyesi ya da bambaşka bir hikâye üzerinden bunu gerçekleştirmek çok da zor değil. Buna dair, aklıma gelen uç bir örneği anlatayım. Yeşilçam’da başrollerini Türkan Şoray ve Kadir İnanır’ın paylaştığı “Cevriyem” isimli bir film var. Film, derme çatma bir gazinoda konsomasyon yapan bir kadının, yaralı bir kaçakla tanışmasını anlatıyor. Adamı evine getirip iyileştiren ve saklanması için evini açan kadınla adam birbirlerine aşık oluyorlar. Aralarındaki diyaloglardan, adamın hâl ve hareketlerinden, kadının adamla kurduğu ilişkiyle birlikte dönüşümünden ve açığa çıkan tartışmalardan, filmde zikredilmese de adamın bir devrimci olduğuna kanaat getiriyorsunuz. Ancak filmin bir noktasında adam, polisten kaçma sebebinin namus cinayeti olduğunu, ailesinin zoruyla kızkardeşini vurmak zorunda kaldığını açıklıyor. O andan itibaren film, bu işte bir terslik var dedirtmeye başlıyor. Anlatım dili, senaryonun bütünü, bu hikâyeyle o kadar çelişik ki, filmi izler izlemez araştırıp hikâyesini bulmuştum. Film çekildikten sonra dağıtım aşamasına geçilecekken sansüre uğruyor ve değiştirilmek zorunda kalıyor. Ancak bu sansüre ve değişime rağmen o dil, size kendisini hissettiriyor ve konudan, birebir olayın ne olduğundan öte, nasıl anlatıldığı kısmı size senaryo içinde senaryo, sansürlüsü yerine gerçeğini net bir şekilde hissettiriyor. Yani La Casa de Papel’i de öyküsünden ya da birebir bazı repliklerinden ibaret bir beklentiyle eleştirmiyorum. Çav Bella’nın bu dizide bir yeri olabilmesi için anlatmak istediğini net bir şekilde sezdirmesi dahi yeterli; ancak buna dair veri bulmak pek mümkün değil. Hâl böyle olunca da, tersi bir durumla, Cevriyem filmindeki “namus cinayeti” nasıl havada kalıyorsa, burada da “Çav Bella” havada kalıyor.

Dizinin ilk sezon sonunda Çav Bella ile süslenen hikâye daha çok, geçmişteki bir hikâyenin intikamının alınmasına dayandırılıyor. Burada demin bahsettiğim minvalde, üstü kapalı bir gönderme yapıldığını varsayabiliriz. Bu, dayanak noktalarımızdan biri olabilir; ancak buna karşı gerçekleştirilen eylem hem tam anlamıyla sisteme karşı bir eylem değil hem de sınıf kini barındırmaktan uzak. Üstelik bu intikam hikâyesi, ekibin geri kalanının bilmediği, gizli bir amaç gibi sunulmakta; ki bu da yine demin bahsettiğimiz, ekibi bir araya getiren yegâne şeyin para olduğu kısmına denk düşüyor. Yani bu hikâye üzerinden dahi olsa bir fikir birlikteliği, bir üstü kapalı ideolojik amaç yok.

Darphanede gerçekleştirilen böylesi bir eylemin yarattığı ekonomik-politik sonuçlara da doğru dürüst değinmiyor dizi. Ayrıca böylesi büyük çaplı bir rehin alma durumunda, operasyonu yürüten komiserin, devletin nasıl işlediğine dair yeni yeni fikir ediniyormuş gibi davranması, şaşkınlıkla ve vicdanî çatışmalarla bu süreci atlatması da son derece hafife alınmış bir yazım. Ki komiserin saf değiştirmesi ve zorakî ‘5 günlük büyük aşk’ hikâyesi, dizinin hafifletici sebepleri gibi kalmış; olmamış. Kapitalizmin ekonomi-politiğine dair eksik gedik vurgular arasında neyse ki şu son sözlerle kapanış yapılmaya çalışılmış: “2011 yılında Avrupa Merkez Bankası, hiç yoktan 171 milyar euro yarattı. 2013’te 145 milyar yarattı. Para nereye gitti biliyor musun? Bankalara. Doğrudan en zenginlere. Kimse Avrupa Merkez Bankası hırsız dedi mi?” Bu kısım ve Nairobi ile darphanedeki matbaa ustası arasında geçen diyalog dizinin en tutunulası kısımları. Ancak bu da “Ortada çalınacak bir şey yoksa bu hırsızlık mıdır?” tartışmalarını açmaktan öteye gitmemiştir. Oysa yine yakın zamanda beyazperdede izleme şansı bulduğum Yeşilçam’ın kült filmlerinden “Canım Kardeşim”, kapitalizmin ekonomi-politiğini ve bilhassa meta fetişizmini on kat daha iyi deşifre ediyor.

Örnekler hep Yeşilçam’dan geldi. Öyleyse şuna da değinmek için güzel bir fırsat olacak. Bir dönemin işleri, o dönemin toplumsal zemininden bağımsız düşünülemez. Demin bahsettiğimiz her iki film de 70’lerde çekilen filmlerdi. Aynı dönem, bugünün tabiriyle “gişe filmi” olan filmlerde dahi, sınıflı toplumlara karşı bir söz söyleme zorunluluğu ve romantik komedi-aile komedisi gibi filmlerde dahi sendikal mücadele ve işçilerin hakları, sömürü vurgusu ön plana çıkıyordu. En nahif hâliyle, sınıf kinini kısmak adına, sınıf intiharı yapan yakışıklı patron çocuğu “çakma Engels Ferit” ile birlikte bir mutlu son ve işçi-işveren elele tablosuyla bağlanıyordu. Ancak dönemin en çok izlenen filmlerini yapan yapımcı firmanın bir filminde yer almış olan Yaşar Usta replikleri, dönemin cesur senaristlerinin değil, dönemin örgütlü işçi sınıfının, dönemin devrimci hegemonyasının temsilidir. Elbette ki, senaristler de, oyuncular da bu havadan nasibini almış, politize olmuşlardır ve böylece filmlerde bunun yansımaları çokça örnekle açığa çıkmıştır. Yazının girişinde Ezel dizisinin özgünlüğünden bahsetmiştim. Ezel de yine Taksim’in kazanıldığı 2009 1 Mayısı’nın, en kitlesel ve örgütlü katılımın gözlemlendiği 2011-2012 1 Mayıs’larının ve Gezi Direnişi’nin geliştiği sürecin dizisidir. Sokağı ele almıştır; zira hayatın da ve tabii kavganın da sokakta olduğu bir dönemin ürünüdür. Onun bir dönem öncesi de 60’lara 70’lere atıfta bulunan dönem dizilerinin açığa çıktığı dönemdir.

Bugünse örgütlenememiş bir ekibin 2 milyarlık vurgun hikâyesinden ya da mahalleyi mafyaya örgütleyen Çukur’dan medet umma, politik anlam çıkarma çabamız dönemin zeminine dairdir. Bugün hem Çukur hem de La Casa de Papel’in bunca izlenmesi ve gündemleşmesi, örgütlenme ihtiyacının göstergesidir. Bir karşı duruşun, isyan etme isteğinin, tek başına değil, bir arada mahallesini, yaşamını, değerlerini savunma ihtiyacının karşılığıdır. Ancak Çukur, bu isteği mafyayla karşılarken, La Casa de Papel de -niyetinin bu olup olmadığından bağımsız- örgütlenememe hâlini vurgulamaktadır. Elbette ki iki diziyi aynı potada eritmek tamamen doğru olmaz. La Casa de Papel muhalif bir dizidir; ancak onun da niteliği bu kadarla sınırlıdır.

Bu dönem popüler olan bu tip dizilerde öne çıkan militanlık vurgusu ve bunun karşılık bulması da önemli bir veridir. Adana 01 de bu furyaların önemli bir örneğidir. Ancak ideolojik bir perspektifi ya da sınıfsal bir temellendirmesi olmadan bu diziler, kontr-gerillayı harekete geçirmek için yapılan açıklamalardan, eli palalandırılmaya çalışılan esnaftan farklı bir yere düşmemektedir. Örgütlenme ve mücadelede özgüven kazanma ihtiyacını mafyatik ya da çete tipi unsurlarla karşılamak öne çıkmıştır. Uzun vadede, örgütlü mücadele yerine çeteleşme ya da toplumsal cinnet vurgusu vardır.

Mahalleyi Çukur’dan, kapitalizmi La Casa de Papel’den öğrenecek noktada değiliz. Bu diziler, günü karşılamak için muhalif unsurların üzerine basarak kendine yol açmak zorundadır; farkında olmamız gereken budur. Bugün sokağı anlatan bir dizi yapıp da Gezi’den kısa bir süre önce artan ve Gezi’de iyice belirginleşen muhalif müzikte rap gerçeğinden hareketle fonda bir rap müzik kullanmak kaçınılmaz bir iştir. Bu, dizinin muhalif olma arzusundan kaynaklı değil, mahalleyle daha kucaklaşmış unsurları içine katarak izlenilirlik yaratma zorunluluğudur. Çukur, yazılama kültürünü var etmez; aksine, seyirciyle ‘duygudaşlık’ kurabilmek için, ‘biz de sizdeniz’ demek için bundan beslenmek zorundadır. Bunu yaparken de bir yandan bu kültürü canlı tutmuş olur hepsi bu. Ancak eylem, sözle bir bütündür. Çukur üzerinden ‘mahalle gerçeği’ denilerek milyon dolarlar kazanılırken, fonda Gazapizm “full depo Taunus’um” derken Corleone Yamaç’ın BMW’siyle mahalleyi turladığı bir Çukur gerçeğinden söz edilirken, mahalleler mafya babası İdris’le Çukur’laşmamalı, rapçiler de bugün artık düzene isyan etmekle yetinmemeli, sözlerini bir adım öteye taşımalıdır.

Nihayetinde yazının başında bahsettiğim kesişme noktası, “Bir gün öleceğiz de gömün beni Çukur’a” derken fonda müzik, çocuk istismarcılarının hesabını kesmek için, “haraç, fuhuş, cinayet serbest, yeter ki beyaza bulaşma” diyen İdris Baba’dan medet umarak mafyaya örgütlenen Çukurlularla; “Beni o dağa göm, güzel bir çiçeğin gölgesinin altına” derken fonda marş, onca bölüm bize bir tecavüzcü ve sosyopat olarak sunulan Berlin’in günahlarından arınmaya çalışarak sözde kendini feda etmesinden “özgürlük için ölen partizan” çıkaran La Casa de Papel’deki çelişkilerin kesişme noktasıdır. “Darphane evimiz, Berlin babamız” demek bu tabloya denk düşer.

 

(Özgür Bir Dünya İçin Kaldıraç, Sayı 202, Mayıs 2018)

Son Haberler

ÇOK OKUNANLAR

ÖZGÜR BİR DÜNYA İÇİN!

KALDIRAÇ DERGİSİ'NİN ŞUBAT SAYISI ÇIKTIspot_img

DÜNYAYI İSTİYORUZ!

İŞÇİ GAZETESİ'NİN 222. SAYISI ÇIKTI!spot_img

ARTIK TELEGRAM'DAYIZ!

spot_img

Bizi takip edebilirsiniz

369BeğenenlerBeğen
851TakipçilerTakip Et
14,108TakipçilerTakip Et
1,950AboneAbone Ol