İnorganik doğada, yani cansız doğada, “yaşam” organik doğadaki yaşamdan farklı işler. Bazan kendi hâlinde, doğanın bir parçası olarak sade bir yaşam süren bir ihtiyardan duyarsınız, “taşın da canı vardır.” Aslında taşın bir canı yok. Ama taş gibi, altın gibi, kömür gibi canlı olmayan doğada da bir hareket vardır ve hareket, değişim ile ölçülür. Öyle ya, hareketsiz, mekânsız, zamansız madde olmaz.
Bir taş, zamanla, dış etkenlerin de yardımı ile, rüzgâr, yağmur vb. ile ufalanır, kum veya toprak hâline gelir. Bu değişimdir. Ama buna çürüme diyemeyiz.
Çürüme de bir değişimdir elbette.
Çürüme, canlı, organik doğaya özgüdür. Öyle kullanılır. Çömlek yapılacak bir çamurun bozulması hâline “çürüme” denmez.
Ama mesela bitkiler, mesela çok sevdiğimiz ağaçlar, mesela otlar, mesela çiçekler, mesela hayvanlar bir çürüme hâli yaşarlar. Çürüme, genellikle, ölmüş olmanın sonrasına aittir. Ölürken ya da öldükten sonra çürüme ortaya çıkıyor.
Belki bir biyolog, tüm bu süreci, çok daha doğru kelimelerle anlatabilir. Ama bizim amacımız, canlı doğada çürüme üzerine durmak değil. Biz, oradan toplumsal yaşama geçmek istiyoruz.
Topluma diyoruz, insana demiyoruz. Çünkü aslında insan, ancak toplumsal bir varlık olarak insanlaşabiliyor. İnsana ulaşma süreci, toplumsal bir süreçtir ve yeri gelmişken belirtmek gerekir ki aslında bu süreç, doğanın insanlaşması sürecidir. Doğru bir kavramdır “doğanın insanlaşması süreci”. Çünkü bize, aslında doğal tarihin içinde insan toplumunun oluşumu ve insanlaşma süreci hakkında doğru bilgiyi verir.
Doğanın kendi bilincine varması, insan gibi canlıların oluşumu demektir. Bu ise toplumsal bir süreçtir.
Biz Marksistler için, ilkel komünal toplum denilen çok eski çağlardan başlayan, doğadan insanın kopması süreci, ardından sınıflı toplumlar, insanın insana kulluğu, sömürü sistemleri ve bunların en gelişmişi olan kapitalist toplum, henüz gerçek anlamı ile insanlaşmamış olmamız anlamına gelir. Yani biz, gerçek anlamı ile insanın tarihinin, komünizmle yani yeryüzünün tümünde ortakçı bir toplum kurulduğunda, yeryüzünün tümünde üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ortadan kalktığında, insanın emeğinin toplumsal emeğin bir parçası olmakta bir zorlukla karşılaşmadığında, “herkesten emeği kadar herkese ihtiyacı kadar” sloganı bayraklara yazıldığı zaman, işte o zaman, sınıfsız toplumla birlikte başlayacağını söylüyoruz.
Bugün hâlâ insan öncesi aşamadayız. Kapitalizm, insanın insan tarafından sömürüldüğü en son, en gelişmiş, aynı anlamda en vahşi sosyo-ekonomik sistemdir. Kapitalizmin ortadan kalkması ile, insanlaşma süreci bir sıçrama yaşar. Evrim ve devrim ilişkisi için bu süreç, toplumun sınıflara bölünmüşlüğüne son verilmesi, insanın doğa ile yeniden ve üst düzeyde bütünleşmesi de demektir.
Bir canlının, bir canlı varlık olarak insanın fiziksel-biyolojik çürümesinden söz etmiyoruz.
İnsan toplumsal bir varlıktır ve toplum içinde insanlaşan insan için, kişi olarak insan için, toplum bir bütün olarak bir varlıktır, onun bilincinin dışında vardır. Buna biz “toplumsal varlık” diyebiliriz. Bu toplumsal varlık, sadece ekonomik ilişkileri, üretim ve bölüşüm ilişkilerini içermez. Bu toplumsal varlık egemen sınıfın egemenliği demek olan devleti, toplumsal değerleri, kültürü vb. de içerir. Bu toplumsal varlık, yani örneğin kapitalist toplum, çürümeye başladığında, bu çürüme bir biyolojik çürüme değildir.
İşte, bizim sözünü ettiğimiz şey, çürüme derken, bu toplumsal çürümedir.
Bir toplumda egemen düşünce, egemenin düşüncesidir.
Bir toplumda egemen ideoloji -sınıflı toplumlardan söz etmiyorsak ideoloji de olmaz-, egemen sınıfın ideolojisidir.
Bir toplumda egemen kültür, egemenin kültürüdür.
Bir toplumda oluşan ve tek tek bireylerin bilinçlerinden bağımsız, onların dışında, bir nesnel varlık olarak ortaya çıkan bilinç, egemenin bilincidir.
Bu demek değildir ki başka bir ideoloji, başka bir kültür, başka bir yaşam, başka bir bilinç yoktur. Hayır, vardır. Egemenin ideolojisi varsa, elbette işçi sınıfının da ideolojisi vardır. Ama egemen olan, egemenin bilincidir. Ortalama bilinç budur ve biz günlük yaşamımızda bu bilinci, mesela kadın-erkek ilişkilerinde, binlerce yıllık egemenlik altında şekillenmiş olan “ahlâk kuralları”nda görürüz. Ahlâkı kadının bacaklarının arasında gören anlayış, binlerce yıllık sömürü ve egemenlik tarihinden gelir ve kapitalist toplumda, kendine has, yaşanan toplumların bazı özgün yanlarını da içerecek biçimde şekillenir. Ve bu toplumda yaşayan her kadın ve erkeğin karşısına bir nesnellik olarak çıkar. Kadın ve erkek bunu aşabilir ama bu bireysel bir şey değildir. Bize bu meseleyi bir “eğitim meselesi” olarak sunan “modern” düşünceli, Batı değerleri ile yoğrulmuş, dıştan görünüşte çok efendi ve nazik görünen okur yazar takımı (OYT), bireyselleşmeyi çok ama çok sever. Her tür bağımlılık ve kölelik ilişkisinin uzantılarını kendi yaşamlarında “gizlice” yaşayanlar, toplumun önünde, aslında bu değerlerin kendileri tarafından aşıldığını söyleyip dururlar. Ama bu acınası bir tutumdur.
Aile de böyledir, evlilik de. Siz, aile ve evliliğe ilişkin toplumsal kuralları ve anlayışı, bireysel olarak reddetmekle, onların dışına çıkmış olmazsınız. Vardır böylesi küçük burjuvalar. Kendilerinin evliliğini herkesinkinden farklı ve özel ilan ederler. Kendi çocuklarını çok özel varlıklar olarak düşünürler. Sanırlar ki kendileri toplumsal bilinci yok saydıklarında, toplumsal bilinç de ortadan kalkıyor. Oysa mesela bir miras meselesi çıksın karşılarına, “reel-pratik” gereği, toplumsal kabulleri boyunlarını kırarak kabul ederler.
Anlatmak istediğimiz şey, o toplumda var olan egemenliği, insanın insana kulluğunu yok etmediğiniz sürece, aslında bu cendere sizi de sarar.
Bugünlerde bir modadır. Hele ki Mayıs 2023 seçimlerinden sonra bir hayli artmıştır. Diyorlar ki; bu halktan bir şey olmaz. Hatta daha ileri gidenler var, “halk ne zaman karşı çıkacak!” Demek kendilerini bu tepki göstermesi gereken halktan saymıyorlar. OYT’dendirler ve bu nedenle kendilerini, kendileri dışındaki herkesi aşağılamak hakkı ile kutsanmış sanıyorlar.
Gerçekliği görmeme hâli bu mudur?
İnsanın gerçeği görmesi, eğer toplumsal bir olaydan veya süreçten söz ediyorsak, biraz zordur. Diyelim ki güneşin “doğuşunu” seyreden birisi için, bu gerçeği kabul etmek o kadar zor değildir. Bunun nedenlerini yeterince anlamamış olsa da. Ama mesele bir toplumsal süreç/olay olduğunda, bu gerçeği görmek o kadar kolay değildir. Sevgilisi tarafından aldatılan kişi, bunu kabul etmekte zorlanır. Kabul ettiğinde, en yakınındaki, muhtemelen hemcinsine, karşı cinsin sadakatsizliğinden söz eder. Ama kendisi yaptığında, bu bir sorun değildir. Bu konuda gerçekçi bir tutum alması zordur. Bu zorluk, sınıf mücadelesi söz konusu ise daha da zordur. Evet bir terslik var, evet yaşam koşulları zorlaşıyor, evet egemene karşı direnmek gerekir ama bunu kendisinin yapması riskler içerir. Tutuklanmak, gözaltına alınmak, hapsedilmek vb. gibi. Oysa mesela “bu halk tüm bunları hak ediyor” demek, uygundur. Zira kendini kandırmak kolaydır.
Bir işçi, bir yoksul, bir evsiz, bir aç, bir işsiz, kendi yaşamını idame ettirecek hâlden çıkarsa, mücadele etmek yerine kendi canına kıymak cesaretini gösterebilir. Zira o, aslında yaşadığı sorunun, durumun, hâlin, gerçekte kendine has olduğuna inanır, çözüm bulamaz, bunun toplumsal bir durum olduğunu bilmez ve kavrayamaz. Değil mi ki her koyun kendi bacağından asılır. Değil mi ki birey olmak gerekir. İşte bu hâlde, çıkış yolu bulamayan kişi, dürüst ve onurlu ise, kendi canına kıyma alternatifi ile karşı karşıya kalır.
Mesela toplumsal yaşamın her alanını saran şiddet, kendisine yönelirse, mesela yaşamın her alanını saran aşağılanma kendisine yönelirse, kendini çıkışsız bulmaya başlar. Bu durumda, bu yaşamı niye sürdüreceği sorusu önüne çıkar. Bu, kendi dışındaki toplumsal gerçeği anlama eksikliği, onu kabul etme eksikliğidir.
Biz bu nedenle diyoruz ki, gerçeği görmek güçtür, yani güçlü olmak demektir, güçlü olmayı gerektirir. Gerçeği “kabul etmek” ise cesaret ister. Ve gerçeği değiştirmek için irade gerekir.
Güç denilen şey, örgütlü davranışla başlar. Eğer sadece bir “birey” olmayı seçmişseniz, aslında bu güce sahip olamazsınız.
Egemen, kendi devleti aracılığı ile egemenliğini sürdürür.
Kapitalizm, bugün, tüm yeryüzünde, çoktan miadını doldurmuş durumdadır. Bunun en temel kanıtı, sermaye sahiplerinin, üretimden çok “sermaye hareketlerine” yönelmelerindedir. Artık paradan para kazanma süreci, tüm kapitalist dünyayı bir kumarhaneye çevirmiştir ve bu kumarhane, artan artı-değer, sömürü oranları nedeni ile de olanaklıdır. Aslında bu çürümedir. Sermayenin insan hâline bürünmüş hâli demek olan kapitalist, artık daha büyük vurgunları elde edebilecek tekelci hâkimiyete erişmiştir.
Kapitalist-emperyalist sistem çürüdükçe, egemen olan onun kültürü ve bilinci olduğu için, tüm toplumu da çürütür.
Bu çürüme, bazı ülkelerde daha çok, bazılarında daha az, bazılarında daha açık, bazılarında daha derinden işler. Ve çürüme, tüm toplumu da çürütür.
100. yılını yaşayan TC devleti, bugün bu çürümenin tüm yönlerini ortaya koymaktadır. Cumhuriyet kutlamalarına bakın, bunu burada görmek de mümkündür. Ne devlet tüm herkesin devletidir, ne de cumhuriyet herkesin cumhuriyetidir (Bu konuda okuyucu, Sibel Özbudun’un, Kaldıraç dergisinin 269’uncu sayısında yer alan “‘Hiçkimsenin Cumhuriyeti’ … mi? Ya da 100. Yıl vesilesiyle Kadır Cangızbay’ı düşünmek” isimli makalesine bakabilir). Ama 100. yıl “kutlamaları” aslında bu çürümenin başka bir görüntüsüdür.
Sistemin bunalımı, bugün, sömürge bir ülke olan TC’de, bir toplumsal bunalıma dönüşmüştür. Toplumsal bunalım, artık bir çürüme hâlini almıştır. Her insanın yaşadığı bunalım, bu temele dayanmaktadır ya da bu temel ile bağlantılıdır. Bunu herkes farklı yaşayabilir, yaşıyor. Ama bu toplumsal çürüme, bu toplumsal bunalım anlaşılmadan, kimse kendi “hastalıklı” hâlini gerçekçi tarzda anlayamaz. Bu anlaşılmadığı için “bu halk bunları hak ediyor” analizleri yapılabilmektedir. Hastalıklı hâldir.
Toplumsal bunalım, egemenin bunalımıdır.
Egemenin bunalımının kaynağı, sadece kapitalist sistemin genel bunalımı ile sınırlı değildir. Sömürge bir ülke olmak, aslında bu bunalımı daha farklı yaşamak da demektir. Bu sadece bir ekonomik kriz ile sınırlı değildir.
2008’de başlayan sistemin bunalımı ya da 2008’de açığa çıkan bu kriz, aslında birçok farklı süreçle birleşmiştir. İlki, SSCB sonrası dönemde, komünizm korkusunu geride bırakan emperyalist efendiler, dünyayı yeniden paylaşmak için (zira paylaşılmamış noktası kalmamıştı, onun için yeniden paylaşım devrededir) kendi aralarında savaşa tutuşmuş olmalarıdır. Emperyalistler arası paylaşım savaşımı, Ekim Devrimi ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşmuş olan ABD hegemonyasının çözülmekte olması ile bağlantılıdır. Bu nedenle, başta ABD, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa arasında olmak üzere tüm emperyalist dünyada paylaşım savaşımı öne çıkmaya başlamıştır. Bu durum krizi daha da ağırlaştırmıştır, ağırlaştırmaktadır. İkincisi, geçmişi sosyalist olan Çin, kapitalist bir süreç içinde, dünyanın önemli bir ekonomik gücü hâline gelmiştir. Dünyanın fabrikası olan Çin, bir noktadan sonra, sömürge olmak yoluna girmemiş, tersine bir dev olarak efendilerin hâkimiyet dünyasına meydan okur hâle gelmiştir. 2003’te dünyanın 500 büyük dev şirketi arasında tek bir firması yer almayan Çin, bugün, bu 500 büyük firma arasında en çok şirketi bulunan bir ülkedir. Dahası, bu şirketlerin pek çoğu, hâlâ, kamu mülkiyetindedir. Bu karışık hâl ayrı bir konudur. Çin’i sosyalist yapmaz ama uluslararası tekellerin hâkimiyetini zorlayan bu durum, efendiler tarafından, “aaa yeni ortak geldi” şeklinde karşılanmamıştır. Buna Rusya’yı da eklemek gerekir. ABD, dünyayı yeniden askerî yollarla denetim altına almaya başlamıştı. Ama sıra Suriye’ye geldiğinde Rusya “dur” dedi ve sahaya indi. Bugünkü aşamada, emperyalist efendiler, geçmişleri sosyalist olan bu iki bağımsız gücü, sömürge hâline getirmek için savaş sürecini bu ülkelere dönük olarak yeniden hızlandırdılar. Üçüncüsü, bugün, dünyada, Rusya ve Çin etrafında, tek kutuplu dünyaya son veren bir süreç ortaya çıktı.
Tüm bunlar krizi daha da artırmaktadır.
Çürüme, ekonomik alanla sınırlı değildir, olamaz da. Bugün, iki yönlü ve birbirine bağlı süreç tüm kapitalist dünyada yaşanmaktadır. İlki, savaş sürecidir ve bunun beraberinde getirdiği şey, ekonominin militaristleşme sürecinin artmasıdır. Zaten militarist bir ekonomi olan ABD’nin hegemonyasını korumak için, Rusya ve Çin karşısında, eski ortaklarına yeniden boyun eğdirmesi, onların ekonomilerini de yeniden militaristleşmeye itti. Alman kimya sanayicilerinin başkanının, bu durumu “deindustrialization” olarak tanımlaması bu nedenledir. İkincisi ise, bununla paralel olarak, tüm kapitalist dünyada Neonazi tarzı örgütlenmenin öne çıkmasıdır. Bu sadece sivil bir Neonazileşme değildir. Ukrayna savaşı, kukla rejimlerin organizasyonu ile sınırlı değildir. Tüm kapitalist dünyada, “demokrasi” şalı ile örtülmüş tekelci polis devletinin gerçek yüzü ortaya çıkmaktadır. Tekelci polis devleti, çağımızın burjuva devleti, çağımızın burjuva demokrasisidir. Tekelci polis devleti, olağanüstü bir devlet örgütlenmesi olan faşizmin tüm dişlilerini içermiştir. Onları “demokrasi” şalı ile örtmüştür. İşte şimdi, günümüz burjuva demokrasisinin, faşizmi içermiş tüm dişlileri tek tek ortaya çıkmaktadır. Sadece Erdoğan’dan söz etmiyoruz. Sadece Arjantin’in yeni komik başbakanından söz etmiyoruz, sadece Zelenski’den söz etmiyoruz. Biden da içindedir, Yeşiller diye bir partinin liderlerinden de söz ediyoruz, İngiltere de içindedir, Fransa da.
Bu iki süreç birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.
Artık savaş naraları sadece Rusya’ya karşı atılmıyor. Her Batı demokrasisi, kendi ülkesinde savaş naralarını atmaktadır. Öyle ya her savaş, savaşın tarafları için bir iç savaştır. Ve artık iç savaş hukuku tüm kapitalist dünyada devrededir. Birinde biraz daha önde, birinde biraz daha arkada. Dünyada ortaya konan savaş hukuku da, Ukrayna’da olduğu gibi, Kürdistan’da olduğu gibi, Filistin’de olduğu gibi, artık uluslararası yasaları dinlemez durumdadır.
Ülkemizde bu süreç daha ağır bir hâldedir.
Bir sömürge olan TC devleti, sadece ekonomik krizle karşı karşıya değildir. Aynı zamanda paylaşım savaşımının içindedir. Hem emperyalist ortaklar, bizzat kendilerine bağımlı bir ülke istiyorlar. ABD, siyasal olarak kontrol ettiği Türkiye’yi kendi alanı hâline getirmek istiyorken, mesela AB, en çok da Almanya, ekonomiye hâkim olduğu için, ülkeyi kendi sömürgesi hâline getirmek istiyor. Bunların, diğerleri ile birlikte, kendi aralarındaki savaş, bizim ülkemizde her alanda yansımasını buluyor. Hem de mesela ABD, Türkiye’yi, kendi savaşımı için bir tetikçi olarak kullanmak istiyor. Bu nedenle, Osmanlıcılık, Türkçülük, İslamcılık, bambaşka bir formatta, yeniden kullanılmaktadır.
Demek ki çürüme salt ekonomik bir olgu değildir.
Bu aynı zamanda toplumsal bir bunalımdır ve egemenin yukarıda tarif edilen bunalımı tüm toplumu sarmaktadır.
Egemen kendi bunalımını tüm topluma yaymaktadır.
Bu bunalım, ideolojik, kültürel, sosyal değerler vb. de dâhil her alanda yaşanmaktadır. Organ kaçakçılığı (ülkemizde her gün 30 civarında çocuk kaybolmaktadır), insan kaçakçılığı, uyuşturucu kaçakçılığı, tarikatlar, sınır tanımaz sömürünün sonucu demek olan iş cinayetleri, kadın cinayetleri, çocukların ırzına geçme ve köleleştirme uygulamaları, devletin devreye soktuğu iç savaş hukuku, katliamlar, sınır tanımaz bir devlet terörü, baskı, yalan, yağmalama, rant uygulamaları konusunda akıl almaz örnekler, çöken sağlık sistemi, çöken eğitim sistemi vb. bu çürümenin görüntüleridir.
Birey olma konusundaki isterik çığlıklar, çöken değerler sistemi, soygundan pay almak için günlük çırpınmalar, kara paradan pay almak için hareket ederken soyulan insanlar, ırkçı saldırılarla kendini adam yerine koydurma uygulamaları, trol ordusu da dâhil sosyal medya uygulamaları, dini kullanmanın bireysel ve grupsal biçimleri, intiharlar, günlük yaşamak için kendini tüketim nesnesi hâline getiren tutumlar, tüketilen insan ilişkileri vb. bu toplumsal çürümenin yansımalarıdır.
Sokaklarda yatanlar, açlıktan çöp kutularını karıştırıp günlük gıda bulmaya çalışanlar, kendini satanlar, satacak herhangi bir şey için sınır tanımaz bir değersizliği seçenler, aslında bu toplumsal çürümenin ürünleridir.
Bu hastalıklı hâl, iyileşme çarelerini de dayatmaktadır.
Artık insan olarak kalmak isteyen, bireysel kendini kurtarmanın olanaksız olduğu bu ortamı kavramak zorundadır. Bunun da ipuçları oluşmaktadır.
İç savaş hukuku, insanların kendi başlarının çaresine bakmaları gerektiği fikrini de beslemektedir.
Her direniş, karşısında TOMA’sı ile, copu ile, hapisi ile, işkencesi ile, basını ile, trolleri ile, polisi ve askeri ile, gazı ve her türlü şiddeti ile devleti bulmaktadır. En sıradan bir hak arama eyleminde gördüğümüz budur.
Kadınların, işçilerin, emekçilerin, gençlerin her direnişi, devleti tanımaları için bir vesile hâline gelmiştir.
Ve eğer bu gerçeği kabul eden bir cesaret gelişirse, direniş daha da büyüyecektir.
Direniş, içindeki her kişiyi, bir adım olsun kafasını çalışır hâle getirmekte, olayları anlamasını sağlamakta, kısacası eğitmektedir.
Kendini bu eğitime açık hâle getirmek demek, “bu halktan bir şey olmaz”, “bu halk bu yönetimi hak ediyor” gibi üstten, samimiyetten uzak, kendini aklamaya dönük akıl yürütmeleri bırakarak, bir baltaya sap olmak demektir. Mücadelenin içine girmek demektir.
Öyle ucuz yollu da değil.
Bizzat bir örgütlenmeye girişmek demektir.
Öyle kurtarıcı beklemek, sürekli yakınma içinde her seçimden sonra bir daha bunlara oy vermem demek, denenmiş ve çıkışsız yoldur. Bunu herkes ama herkes kendi deneyimlerinden bilir. Şimdi örgütlenme zamanıdır. Diyelim ki size uygun örgüt yok. Kabul. Öyle ise, buyurun siz bir örgüt kurun. Diyelim ki siz devrimci, devleti doğrudan karşısına alan bir örgütlenme içine girmek istemiyorsunuz. Öyle ise, içki masalarında yakınmaktan kurtulun ve siz, kendi çevrenizde, günlük mücadeleniz için bir örgütlenmeye girişin. İnsanların birlikte hareket etmemesinden mi yakınıyorsunuz, buyurun siz bir adım atın ve insanlarla birlikte hareket etmek için korkularınızı saklamak için kullandığınız “bilmişliğinizi”, “ben” tutumunuzu bir yana bırakın.
Bugün, ister toplumsal bir devrim için, ister kendi günlük haklarınız için, yaşamınız için mücadele etmezseniz, sadece siz kimseye güvenmemekle kalmazsınız, siz de güvenilmez bir kişi olursunuz.
Direniş direnişçiyi güzelleştirir. Ayaklarını açmakla kalmaz, aklını da açar.
Direniş öğretir.
Direniş güzelleştirir.
Direniş iyileştirir.
İnsan olarak kalabilmek için, yaşayabilmek için, mücadele ve direnişten başka bir yol yoktur. Gerçek budur.