12 Eylül faşist darbesinin coğrafyamıza yaptığı kötülüğün hesabını tutmak imkansız…
Faşist cunta sadece ezilenlerin örgütlenmelerini dağıtıp onları savunmasız bırakmadı. Ezilen kesimlerin önderlerine yapılan işkenceler, idamlar, uzun süren eziyet dolu mahpusluklar dahi bir ölçüde onarılabilir uygulamalardı. Nihayetinde devrimciler direnerek düştükleri yerden kalkıp mücadeleye devam edecek iradeye sahipti.
12 Eylül korkunç bir ideolojik propagandayla ezilen halklara saldırdı. Birey kutsallaştırıldı. Para kazanmak esas değer haline getirildi. Bu yolda her yol mübah sayıldı.
Sanat cephesi de bu alanda üzerine düşen görevi büyük bir iştahla yerine getirdi. Edebiyat, tiyatro, sinema gibi sanat dalları işledikleri konularla bireyi kutsayan eserler üretti.
Toplumsal çürüme devletin özel çabasıyla hızla büyütüldü…
12 Eylül cuntası Türk İslam sentezini varlığının temeli yaptı. Devlet bu anlayışa sahip kadrolarla donatıldı. Rüşvet, iltimas, dolandırıcılık, uyuşturucu, vahşi sömürü, yalan, ötekileştirme, nefret, farklı düşünenlere yönelik katliam girişimleri toplumu çürüten olgular olarak görünür oldu.
Her olayda şaşkınlığımızı dile getirdik. Gücümüz ölçüsünde tepki koyduk. Ne ki çürüme toplumsal yapımıza o derece hızlı bulaştı ki engelleyemedik.
Egemenler her daim 12 Eylül öncesine gönderme yaparak korkuyu hakim kılmaya devam ediyor. Oysa 12 Eylül öncesi toplumda dayanışmacı, ortakçı özlemler çok ileri düzeydeydi. Elbette bunda devrimci yükselişin etkisi çok büyüktü. Emekçi mahalleleri ağırlıklı olarak devrimcilerin önderliğinde dayanışmacı pratikler geliştirilmişti.
12 Eylül cuntası iktidara geldiği ilk anda emekçi mahallelerinden başlayarak tüm kentleri uyuşturucu ve çetelerin cirit attığı alanlara çevirdi. Gençlik politikadan uzaklaştırılarak karanlık bir tünelin içine mahkum edildi.
Bu ortam gençliğin değer yargılarının hızla çürümesine yol açtı. Örnek alınacak kişilikler değişime uğradı.
Bugün gençlerin ve esasında toplumun her kesiminin örnek kişilikleri çete reisleri, uyuşturucu baronları ve eli kanlı katiller oldu. Her bir genç kısa yoldan para kazanmak ve bir çete reisi olma hayaliyle yaşıyor. Körü körüne bu hayalin peşinde koşan sayısız genç ise ya acı bir ölümle, ya da uzun süren kahredici mahpusluklara karşı karşıya kaldı.
Elbette yozlaşmanın daha da büyümesi için televizyon ve sinema sektörü de üzerine düşeni fazlasıyla yaptı. Sektör onlarca sinema ve mafya dizisi üreterek kervana katılmakta bir sakınca görmedi. Her türlü insanlık suçuna bulaşmış çete liderleri olabildiğince şirin gösterilerek toplumun önüne yeni dönemin kahramanları olarak koyuldu.
Hiç kuşku yok ki 12 Eylül, toplumsal çürümenin devlet eliyle ve bilinçli bir çaba sonucu örgütlenmesinin miladıdır.
Bugün en alttan başlayarak siyasetin en üstüne kadar egemen olmuş nefret dilinin arkasında yılların bu toplamı vardır. Ve en önemlisi de bu toplamın içinde din faktörünün yadsınamaz katkısıdır.
Ne ki her çürüme karşıtını üretmekle yükümlüdür. Öyle de olmaktadır. Ne kadar çabaladılarsa da tertemiz bir toplumsal kimlik yavaş yavaş mayalanmaktadır. Bu değişim henüz işçi ve emekçi kesimlerde yeterince karşılık bulmasa da giderek yayılma eğilimine girmiştir.
Gezi Direnişi süreci bu değişimin ilk ve en güçlü ipuçlarını verdi. Egemenleri çok korkutan ve halen bu korkuyla yaşatan işte bu değişimin kendisidir…
Uzak değil, çok yakın zamanlarda yeniden üretim alanları, mahallelerimiz ve yaşadığımız kentler dayanışmanın, fedakârlığın, ortakçı yaşam ülküsünün örnek kişiliklerini rehber edinmeye başlayacaktır.
Ve böyle bir yaşamı pratikleştirmenin en güzel örneklerini sergileyecektir…