Biliyorum, “hayır ayırmaz” diyeceksiniz ve ardından aslında biraz da içiniz rahat etmeyecek. Ve sonunda, “bu olaya böyle bakılmaz, sınıfsal bakış burada işlemez” diyeceksiniz.
Eğer böyle diyenlerden iseniz, size “bay doğru” madalyası verilmesini önereceğim. Yalnız madalya yarım olacak. Çünkü, “hatalı” bir şey söylemek istemediğiniz belli. Bu nedenle, “aklı olmayan, kendisi özne olmayan” bir virüsün sınıfsal ayrımlar yapmasının mümkün olmadığını bilimsel referanslarla ispat etmek isteyeceksiniz ama madalyanız tam olamaz, çünkü bu doğru değil.
Covid-19 sürecinde, ister ABD’de olsun ister Türkiye’de (zaten bu iki ülkeden başkasına bakmaya da gerek yok, çünkü Saray Rejimi için tek “örnek” vardır, o da efendinin ülkesi ABD’dir), zenginler, servetlerine servetler kattılar. Virüs onların zenginliğini bir hayli artırdı.
Bu sizi ikna etmedi. Peki.
İster ABD’de olsun ister Türkiye’de, Covid-19, işçileri işsiz bıraktı. Milyonlarca işçi işini kaybetti.
Ülkemizde işçilerin gelirleri azalırken, devlet zenginlere, şirketlere kaynaklar artırdı. Yasalara aykırı bir biçimde “ücretsiz-zorunlu izin” uygulamasını devreye soktu. Şirketlerin vergi borçlarını ertelerken, yoksulların elektrik faturalarını ertelemedi. Yüzbinlerce işçi işsiz hâle gelirken, “kısa çalışma ödeneği” adı altında, işsizlik fonundan, yani işçilerin kendi paralarından oluşan ve devlet eli ile sermayeye yağmalatılan fondan, sadaka niyetine işçilere ödeme verildi.
Şimdi belki biraz ikna oldunuz.
Ama yine de diyeceksiniz ki, “iyi ama, bunu virüs yapmıyor, devlet yapıyor.” Son derece haklısınız. Bunu devlet, sistem yapıyor. Çünkü devlet burjuvaların, tekellerin devleti. İşçilerin devleti değil ve dahası işçilerin bir devleti henüz olmadığı gibi bir gelişmiş örgütlenmeleri de yoktur.
Devlet bunu yapıyorsa, Covid-19’un ne suçu var, demeyin.
Zira sınıflı bir toplumda yaşıyoruz. Bu toplum, insanın insan tarafından sömürüldüğü bir toplumdur. Bu toplumda egemen sınıf, diğer sınıfları yönetmek için devlet çarkının sahibidir. Ve eğer sınıflı bir toplumda yaşamıyor olsaydık, dünyada sınıflar ortadan kalkmış olsa idi, virüs de olmazdı. Zaten o durumda da biz, virüs acaba sınıf ayrımı yapıyor mu, diye sormazdık.
Bugün ülkemizde sağlık sistemi, “parası olan için” olanaklar üreten, parası olmayan için ise “sürekli sağlıksız bir yaşam” yani sürekli ilaç tüketecek bir tüketici hâlinde yaşamak demek değil midir? Demek ki, sağlık sistemimiz sınıfsal ayrımlara göre ayarlanmıştır.
Covid-19, bundan azade olabilir mi? Elbette değil.
Devlet önlemler açıklıyor. Kalabalığa karışma, evde kal, sokağa çıkma, sağlıklı beslen vb. İyi ama bir işçi nasıl sağlıklı beslensin? Günde 5 çay + 5 simit ile ayakta durmaya çalışan bir insan nasıl sağlıklı beslensin? Her günün akşamından sabahına sağ salim çıktığı için üzülse mi sevinse mi bilmeyen bir insan nasıl sağlıklı beslensin? İşe gitmesin ve evde kalsın. İyi ama, aslında işçilerin evde kalması yasak.
Bir fabrikada virüs kapan bir işçi varsa, o fabrika kapanmıyor, sadece o kişi eve gönderiliyor. Ve eğer semptomlar yoksa eve bile gönderilmiyor. Bu insanın evde kalması yasak.
Önlemler işçiler için şöyle tercüme edilebilir: Hafta içi evde kalmaları yasak, hafta sonu sokağa çıkmaları yasak.
Virüs kapan insanların acaba yüzde kaçı işçi ve emekçidir?
Gizlenen, karanlıkta tutulan veriler nedeni ile bunu bilemiyoruz. Ama çeşitli tahminlerle ulaşabildiğimiz kadarı ile, hastalananların %76’sı işçidir. Bu rakamın daha da yüksek olduğu kanaatindeyiz. Ya ölenlerin ne kadarı yoksuldur?
Hastahanelerde yer yok.
Ama zenginler hastalandığı zaman, birkaç tanesini medyadan izleyebiliyoruz, hemen yer bulunuyor. Özel hastahaneler, parası olana açık. Ama yoksul isen, o özel hastahane “pandemi hastahanesi değil” yanıtını alıyorsun.
Sağlık emekçilerinin, doktoru, hemşiresi vb. istifa etmeleri yasak, ölmeleri serbest. Çocuklarını görmeleri yasak, video görüntü yayınlamaları yasak. Kahramanca çalışmaları zorunlu ama açıklama yapmaları yasak. Terörist ilan edilen sağlık çalışanları, yarın Covid’den ölenlerin failleri olarak mahkeme önüne çıkmayacak, ama açıklama yaptıkları, durumu açıkladıkları, “salgın yönetimi yok, algı yönetimi var” dedikleri için mahkeme önüne çıkacakları kesin.
Sağlık Bakanı, dalga geçiyor: “Kalabalık demeden otobüse binersek, işimize bir daha ulaşamayacağımız bir yolculuğa çıkabiliriz.” Cümleye bakın hele. Tehdit mi desek, korkutma mı desek, dalga geçme mi desek?
İşçiler, işe giderken, otobüse binerken “kalabalık demeden” binmemeli, “kalabalık” diyerek binmeli.
Edebî dile bakın: “İşimize bir daha ulaşamayacağımız bir yolculuğa çıkabiliriz.” Ne edebî bir cümle değil mi? Yani diyor ki, her otobüse bindiğinizde “tahtalı köye” doğru gidebilirsiniz. Öyle ise otobüse binmeyin. Peki ne yapalım? İşe gitmek zorunlu, otobüse binmek tahtalı köye yolculuk, işimize koşarak mı gidelim?
Sağlık Bakanı, mesela, ey patronlar, eğer işçileri işe gelmeye zorlarsanız, yarın çalıştıracak adam bulamazsınız, niye demiyor? Ya da mesela kapanma kararı verip, işçilerin ücretlerinin ödenmesini niye sağlamıyor? Devletin Saray’a, devletin özel araçlara, devletin “itibardan tasarruf edilmez” diyerek yaptığı harcamalara niye dokunmuyorlar? Köprülerden, hazine garantili-kâr garantili projelere para ödemeyi durdurarak o parayı neden işçilere aktarmıyor?
Çünkü işçinin canı önemsizdir.
İşçinin emeği, yok paraya satılmaktadır.
İşçinin düşüncesi yok hükmündedir.
İşçinin eylemi terör faaliyetidir.
İşçinin yaşamı ise değersizdir, önemsizdir.
Sizce bu koşullarda Covid-19 sınıf ayrımı yapmaz mı? Emin misiniz?
İşçilerin eylemleri kalabalık olacaksa, Covid-19 pandemisini önlemek adına yasaklanmalıdır. Ama Erdoğan miting yapmalı, bu mitinge katılmak zorunlu olmalı ve gelmeyenlere terörist muamelesi yapılmalıdır. Erdoğan, çay paketleri fırlatmalı, her mitingde halkı, işçi ve emekçileri aşağılamalıdır. Bu durumda Covid-19 tatildedir ve iş başında olmadığı için sorun yoktur. Sizce gerçekten bu korona virüs zengin-fakir ayrımı yapmıyor mu?
İşçi test olmak için hastahane kuyruklarında, bizzat pandeminin göbeğine dalarak saatlerce beklemek zorundadır. Ama parası olan, 250 TL, daha fazla parası olan 500 TL vererek test olabilmektedir, kuyruk yok, sıra yok. Sizce bu korona virüs, gerçekten adil midir?
Madem, bu korona virüs, bu kadar adildir ve sınıflar üstüdür, öyle ise Erdoğan, her Covid önlemlerini açıkladıktan sonra, neden “Gezi olayları” diye söze başlamaktadır? Yoksa MİT, kendisine, böyle giderse bir patlama olursa, işçiler, gençler, kadınlar sokaklara çıkarsa bu kez Gezi’den de beter olur diye rapor mu vermektedir?
Evet Gezi, Erdoğan’ın, devletin kimyasını bozmuştur. Sınıfsaldır ve egemen sınıfı korkutmuştur. Şimdi korona virüs, halkın, işçi ve emekçilerin yaşamlarını tehdit etmek için, işçi ve emekçileri tam olarak esir hâline getirmek için devlet tarafından azgınca kullanılmaktadır.
Bundan dolayı bunca ölüm bize düşmektedir.
Bundan dolayı hastahane kuyrukları bizim payımıza düşmektedir.
Bundan dolayı açlık bizim payımıza düşmektedir.
İşsizlik bundan dolayı bizim kapımızda dolanmaktadır.
Bundan dolayı ilaç bulamamak bizim payımıza düşmektedir.
Bundan dolayı biz evlerimizde ölüme terk ediliyoruz.
Bundan dolayı kışın soğukta itler gibi titriyoruz.
Bundan dolayı bizimle alay edilmektedir.
Bundan dolayı bize yalanlar söylenmektedir.
Ne hasta sayıları ne ölüm sayıları doğrudur. Ancak sağlık çalışanları eli ile, ancak açılan yeni mezarlıkların video görüntüleri ile durumdan haberdar hâle gelmekteyiz.
Türk Tabipleri Birliği, hani şu terörist ilan edilen hekim örgütü, günlük vaka sayısını Kasım 2020 sonu itibari ile günlük 60 bin olarak hesaplamaktadır. Bizim hesaplamalarımız ise bunun 80 binin üzerinde olduğunu göstermektedir. Bu konuda ABD ile yarışır durumdayız. Test kitlerinin %30-40 oranında yanlış çıktığı, pozitif vakaları tespit edemediği biliniyor. 60 binin üzerine bu rakamları koyarsanız, kendiliğinden 80 bine ulaşıyoruz.
Bu rakamlar, açıkça gizlenmiştir.
Mızrak çuvala sığmayınca, rakamların bir bölümü daha yayınlanmaya başlanmıştır. İstanbul Belediye Mezarlıklar Müdürlüğünün ölüm sayıları, ülke genelinde Bakanlıkça açıklanan ölüm rakamlarından fazladır.
Bu yalan, bu karartma, devletin insan sağlığına verdiği önemin açık kanıtıdır.
Virüsten çok devletin politikaları öldürmekte, virüsten çok devletin politikaları hasta etmektedir. Pandeminin bir kaynağı virüs ise, diğer kaynağı onu yaymak için çalışan devlet çarkının, Saray Rejimi’nin kendisidir.
İşin bir de aşı yönü var.
Ülkemizde, Doğu’dan gelen hiçbir şey sevilmez. Bu Batıcılık diye gelişen kendine güvensizlikle beslenen ve Batı’nın sömürgesi olma durumunun sonucudur. Bu nedenle, Rus aşısı zaten asla “doğru” olamaz, Çin aşısı ise olsa olsa kalitesiz olur. Aşı olsa olsa Alman, hele hele ABD kökenli olursa, işte o zaman makbul olur.
Dünyanın en büyük 500 şirketinin verilerine baktığımız zaman, 2020 yılında en çok Çinli şirketleri görüyoruz. Ama bunların arasında, bir tane ilaç şirketi yoktur. İlaç devleri, ABD kökenli, Alman, İsviçre ve İngiltere, Fransa kökenlidir. Bunun ana nedeni, Çin ve Rusya’da eski sosyalist kültürün izleridir. Hâlâ bu ülkelerde ilaçtan önce hasta olmama hâli gelir. Çin ve Rusya’da, bu eski sistemin kalıntıları hâlâ etkilidir. Batı’da, aslında sizi iyileştirmeyen, hatta sizi sürekli hasta eden ilaçlar pazarlanır. Mesela şeker hastasına verilen ilaçların pek çoğu, onu konforlu-sürekli hasta kılmak içindir. Kolesterol ilaçları da öyledir. Astım ilaçları, geçici rahatlama sağlar ama astımı iyileştirmez, tersine astım hastasını ilaçsız yaşayamaz hâle getirir. Pazar, sürekli ilaç satmayı gerektirir de ondan. Mesela tansiyon ilaçları, tansiyonunuzun neden yükseldiğini bulup da tedavi etmeyi hedeflemez. Tersine sizi ilaç bağımlısı yapar. Anti-depresanlar için de bunlar geçerlidir. İşte mesele böyle olunca, ilaç şirketi, mesela geçen yıl 1 milyon doz antibiyotik sattık, gelecek yıl 1,5 milyon satacağız diye hedef koyarlar. Bu artış, nüfus artışına dayalı değildir, bir yaygın hastalık haberi alındığı için konulmamaktadır. Ama ilaç şirketi ilaç satmalıdır. Bu nedenle, sürekli her şeyle oynarlar, sürekli ilaçları için pazar ararlar ve asla hastalıkların önlenmesini istemezler.
Elbette, Çin ve Rusya da, bir süre sonra, eski geleneklerini, sosyalizmin kalıntılarını yıkacak ve bu yolda ilerleyecek diyebilirsiniz. Kapitalistleşme böyle giderse olacak olan budur. Ama hâlâ, bunu başaramamış olmaları “iyi”ye işarettir.
Şimdi, bugünlerde aşı tartışmaları öne çıkmaktadır.
1- Rus ve Çin aşısını almayalım tartışması, gerçekten de sömürgeleşmiş kafaların ürünüdür.
2- Saray Rejimi, bir aşı planı, bir aşı programı dahi açıklamamaktadır. Öncelikli sağlık personelinin aşılanması, sonra hastalıkları nedeni ile riskli grupların vb. aşılanması gibi bir plana sahip değildirler.
3- Çin, aşı denemelerinin 10 Aralık’ta sona ereceğini, sonra üretime geçileceğini söylediği hâlde, TC devleti, utanmadan, 11 Aralık’ta aşıya başlayacaklarını duyurmuştur. Herhâlde, Çin’in deneme aşılarını devreye sokacaklar. Yoksa Çin, en erken Ocak 2021’de aşılamaya geçebileceğini duyurmuştur.
4- Elbette, bizde öncelikle Saray çevresi vb. aşılanacaktır. Halktan ne kadar insanın öldüğü umurlarında değildir, olmamıştır, olmayacaktır.
Ama işin tüm bunları aşan bir yönü daha vardır.
Pandemi, gerçekte, kapitalizmin öldürdüğünü, yaşamak için kapitalizmi yıkmak gerektiğini gösteren yeni bir süreç olmuştur.
Aşıyı bulan 5-6 ülke-firma mevcut. Ama dünya halkları, bu aşının ticari süreçlerini beklemektedir. Oysa, bugün, sosyalist bir iktidar aşıyı bulsa, “fikrî mülkiyet hakları”nı ve patent vb. haklarını dert etmeden, aşının tüm formülünü dünya halklarına ücretsiz ulaştırırdı. Elbette bunu, ancak kâr amacı olmayan bir ülke yapabilir. Bu durumda, dünyanın hiçbir ülkesi, zenginlerin aşılanmasını bekleyip, sonra sıranın kendisine gelinceye kadar bilmem ne kadar canın daha toprağa verilmesini beklemek zorunda kalmazdı.
Yani, aşı da sınıf ayrımı yapmaktadır.
Gözle görülmeyen virüs sınıf ayrımı yaptığı gibi, gözle görülen kapitalist ilişki ağı da sınıf ayrımı yapmaktadır. Hatta, virüs ne kadar yayılır, korku ne kadar artarsa, aşı o kadar pahalıya satılacaktır.
Oysa tüm sağlık hizmetleri (a)- ücretsiz olmalı, (b)- herkesin ulaşabileceği basitlik/sadelikte organize edilmelidir. Sağlık politikalarının amacı, öncelikle hastalığı önlemek olmalı, sağlıklı bir toplum oluşturmak olmalıdır. Bu ise, elbette ilaç tekellerinin işine gelmez. Demek ki ilaç tekelleri ya da tekeller, insan sağlığına düşmandır. Bir ilaç tekelinin, bir silah tekeli ile çok iyi işbirliği yapmasının da temeli buradadır.
Tüm hekimler, tüm sağlık çalışanları, pandemi sürecinde aşının, ilaçların herkese, hızla ve ücretsiz, eşit şekilde ulaşmasını talep etmelidir. Tüm aşı çalışmaları, formülleri ile halka açıklanmalı, her ülkenin üretebileceği tarzda “fikrî mülkiyet”ten azade olmalıdır. Bu vesile ile mülkiyetin genişlemesi demek olan fikrî mülkiyetin, insanlığın ortak birikiminin tekellerin kasalarında kilitlenmesinin kabul edilemez olduğu da açığa çıkmaktadır.
Durum açıktır, kapitalist mülkiyetin tümüne, onunla birlikte özel mülkiyetin tarihine son vermeden, insanca yaşamak mümkün değildir.
Ya sosyalizm ya ölüm sloganı, bir kere daha anlam bulmaktadır.
Kaldıraç Dergisi’nin 234. sayısından