Biz diyoruz ki, Erdoğan, cuma namazında afyon çekmektedir.
Düzeltmeliyiz.
1- Sadece Erdoğan değil. Hepsi.
2- Afyon olmayabilir, en azından afyon çekmektedirler. Başka şeyler de almaları mümkündür. Jiplerin içinde pudra şekeri çekiliyorsa, Venezuela’ya, test kitini Binali’nin oğlu götürüyorsa, iş fena demektir. Bu nedenle, “en azından afyon” ve “sadece Erdoğan değil” düzeltmesini yapmalıyız.
Her cuma çıkışında Erdoğan, önünde prompter olmadığı için ekrana bakıp okuyamadığından olacak, ilginç açıklamalar yapıyor. Biri “biz uçuyoruz kimse görmüyor” diye başlamıştı ve “bizden önce buzdolabı yoktu” ile bitmişti.
Beynin, bilinçten arındığı bir anın yansımaları ya da bir nedenin yaşattığı halüsinasyon olmalı. Siyasal eğilimle de uyumludur, Saray Rejimi, egemenler adına yönetenlerin gerçeklikten kopma hâlleridir. Bu bir siyasal tercih değil, bir zorunlu akıştır. ABD emperyalizminin tetikçiliği rolüne aday oldunuz mu, başınıza gelen her şeyi “iyi” okursunuz.
Çöküş hâlinin, devlet çarkının üst düzeyine yansımasıdır bu. Artık, en azından afyon olmadan yaşayamıyorlar. Pudra şekerini de unutmayalım, bu nedenle “en azından.”
Damat, bir dönemler şöyle demişti. “Aya dört gidiş dört geliş yol yaptık desek bu millet inanır.” Bunu düşünmesi, bir afyonlanma hâlidir, ama bunu öylece dillendirmesi cuma hutbesinin ardından özellikle afyonlanma sonucudur. Görünmez damat, aya dört gidiş dört geliş yol yapamadı. Henüz bu yalanı söylemedi, yaptık demedi. Ama her adımlarının yalan olduğunu, kara propaganda konusunda Goebbels’i geride bıraktıklarını, bununla da “gurur” duyduklarını itiraf etmiştir.
Kadın Bakan, tecavüze uğrayan çocuklarla ünlenen Karaman olayından sonra, “bir kereden bir şey olmaz” diyordu. Kendi deneyimini anlatmadığına göre, afyonlanmanın başka bir aşamasında sayılmalıdır.
Erdoğan, geçen aylarda, açlar var diyenlere, “muhalefete”, onları da siz doyurun diyordu. Tuhaf bir hafifliktir. Erdoğan, yer çekimini aşmış, kilolardan kurtulmuş, adeta uçmaktadır. İktidarda olan kendisidir ve aslında kendisi ile aynı devletin adamı olan Kılıçdaroğlu’na, “onları da siz doyurun” diyor. Bu işten feragat ettiğini ifade ediyor.
Hafiflik, muktedirlikle bu kadar yan yana olunca, “şaşkınlık” yaratıyor. Ama yaratmamalı. Erdoğan, en “güçlü” olduğunu ilan ettiği anda, en zayıf ve hafif hâlindedir. Bir yandaşı, Erdoğan’ı övmek için, onun maddenin dördüncü hâli olduğunu söylemektedir. Hatırlayalım, maddenin üç hâli şöyle sayılıyor ve ortaokul fen dersidir: Sıvı, katı ve gaz. Dördüncü hâli ne olabilir? Yanıtı övgüde zaten var: Plazma hâli. Bir çeşit jel hâlidir, uygun ortamlarda akıyor olabilir. Belki de “belkemiği yok” demenin özel söylenişidir. Normalde, bunu Akşener söylese, üzerine yürürler, hakaret davası açarlar. Kılıçdaroğlu, devletin âlâ çıkarları için, plazma hâlini ifade bile etmez. Ama övgü olduğu özellikle belirtilince, “plazma hâli”, yani sövgü, yoksayış olarak görünüyor.
Saray Rejimi’nin tüm yönetenleri, övgüye muhtaçtırlar, kendilerini en çok övene bel bağlıyorlar, en çok yükselmek için övgüler düzüyorlar.
Burada lütfen bir durun. Sizce, bunlar “tuhaf” değil midir?
Tuhaf diyorsanız, yanılıyorsunuz derim. Çünkü, doğrusu çöküştür.
Acaba, ABD, tetikçisi hâline getirdiği bu “plazma” hâli üzerine deneyler yapmakta mıdır, yoksa deneyler sonucu ulaşılan hâl mi budur? Devam edelim, örnek çok.
Biden ile görüşen Erdoğan, görüşmeye giderken, 24 Nisan Ermeni soykırımı açıklamasını soracağını söylüyordu. Sormak isterdi, “afedersin Ermeni” sözü kendisine aittir. “Afedersin Ermeni” derken, aslında genlerine işlemiş olan tarihsel-toplumsal milliyetçilik, ırkçılık, yağmacılık ve katliamcılık dile geliyor, kelimelere dökülüyordu. En pespaye küfürler, saray ağzı olarak tarihe geçmelidir. “Afedersin Ermeni” derken, bugünkü anlamda afyonlanmış değildi. Görüşmeye giderken, “soykırım lafını elbette soracağız” diyordu, sesinde bir titreme, kelimelerinde efendiye göre ayarlanmış bir korku vardı. Ama görüşmeden çıktı ve kendisine konunun gündeme gelip gelmediği soruldu. Gazeteci görünümlü kişi, aslında bu soru ile Erdoğan’a pas atıyordu ve onun da “elbette hesabını sordum” yanıtı vereceğini sanıyordu. Ama görüşmeden sonra, afyon imdada yetişmiş olmalı ki, Erdoğan, “hamdolsun gündeme gelmedi” dedi. Kim bilir soruyu mu yanlış anladı? Kim bilir soruyu “mal varlığınız gündeme geldi mi” diye mi anladı? Aklındaki en büyük konu, mal varlığı idi. Ve görüşmede o gündeme gelmedi ise, kötü hiçbir şey olmadı diye düşünmüş olmalıdır. Efendisinden azar işitecek diye korkan bir “plazma hâli”nin tepkisi olsa gerek.
Maddenin “plazma hâli” acaba moleküllerde bir diziliş değişimi anlamına mı geliyor? Plazma hâlinde maddeye, elektrik verilirse acaba ne sonuçlar elde? Plazma hâli, bir noktadan sonra, “hare”ler şeklinde bir dönme yaratıp, yok olmak anlamına mı geliyor?
Erdoğan, Kanal İstanbul için açılış törenine benzer bir şeyler yaparken, İmamoğlu ve Kılıçdaroğlu’nun CHP’sinin, Bakırköy meydanında polis eşliğinde “protestoculuk” oyunu sahnelemesinden çok memnun hâlde, nasıl ihaleyi alanların parasını vermeyeceksiniz, “söke söke alırlar” dedi.
Afyonlu, daha doğrusu en azından afyonlu idi.
Bu yolla Erdoğan, bazı itiraflarda bulundu: Ben gidiyorum ama sizlerin (beşli çete ve diğerlerinin) haklarını yiyemezler, çünkü anlaşmanız var ve devlette devamlılık esastır. Zaten yetkili mahkemeler de Londra mahkemeleridir, dedi.
Bir anda, (a) ben gidiciyim dedi. Hani “helâlleşme” hâllerinde olduğu gibi, (b) kendisinin aslında beşli çetenin parçası olduğunu itiraf etti ve tam bu noktada, maddenin dördüncü hâli olmaktan çıkıverdi ve katı hâline dönüştü ve (c) Londra mahkemelerinin sırrını da açıklamış oldu. Londra mahkemeleri, TL’yi tanımaz, doları tanır. Bu nedenle anlaşmaların para birimi dolardır. Londra mahkemeleri, iktidar değişikliklerini de tanımaz. Umduğu budur.
Bu duruma rağmen, CHP, açıkça halkı temel atma töreninin olduğu alana çağırmadı. Kanal konusunda duyarlılık gösterdiklerini anlatıyorlardı, ama bir anda “devlet”e olan bağlılık öne çıktı. İmamoğlu, Erdoğan’ı uygun bir anını bularak “ikna etme” hayali içindedir. Oyun bu şekilde oynanmaktadır.
Yine Saray’dan bir ses, hani “harem eğitim yuvasıdır” diyen ünlü Emine Hanım’ın sesi, bir kere daha yükseldi. Bu kez “lokma lokma yiyin” dedi. Çok yemeyin, az yiyin demek anlamında olmalı. Demek ki, Saray’da afyon başka hâller almış ve pudra şekeri yaygınlaşmış.
Emine Hanım, bu sözleri halka söylüyor olmalı. Halk ise, zaten en küçük yiyecek ölçüsü olan lokma lokma yemeğe bile uzaktır. Varlığı yoktur. Açlık içindedir. Eğer çoğunluk açlık içinde olmamış olsa bile, lokmadan fazlasını “ham” etme yolunu tutacak kadar kaba değildir. O kabalık saraylara, açgözlülerin sofralarına, gökten zenginliğin yağmur gibi çatısına yağdığı evlere aittir. Kulübelerde, gecekondularda, sıkışık apartman dairelerinde “ham” yapma kültürü yerleşik değildir. Saray’da, kepçe ile mi yiyorlar? Saray’da kazanla mı yemekleri boğazlarına boca ediyorlar? Hem açtırlar hem de görgü yoksunu.
Halka “tasarruf edin” demek istiyorsanız, bari “ekmek bulamıyorsanız pasta yiyin” şeklinde beyanat verin ki, sorun olursa, “ben demedim” dersiniz, tarihe gönderme yaparsınız.
Porsiyonlarınızı küçültün fikri, Emine Hanım’a olsa olsa bir doktor tavsiyesidir. Doktor “porsiyonlarınızı küçültün” demiştir, “lokma lokma” yiyin demiştir armudu sapı ile götürme adeti olanlara, bir hekim tavsiyesi bu kadar olabilir. Ama Emine Hanım, olmadık bir biçimde bu sözleri, halka söylemiştir. Acaba Emine Hanım, tüm halkı, “kendi muhitinden” kendi ailesinden ibaret mi sanıyor? Acaba Emine Hanım, bir “eğitim yuvası” olarak nitelediği harem içinde çalışanların kilo fazlalığından mı söz ediyor?
Demek Saray’da tasarruf çok ama çok sevilmektedir.
Saray’da tasarruf çok “sevilmektedir.” O kadar ki, yemekten sonra ağızlarını çalkalarken, su içinde dökülen kalıntılar israf olmasın diye, suyu bir geniş kaba boşaltmaktadırlar ve sonra da bu kabın içinde biriken kırıntılar bir elekten geçirilerek ayıklanmakta ve zekât olarak dağıtılmak üzere, iletişim başkanlığına devredilmektedirler. İletişim başkanlığının, Ahmet Hakan’a ve Abdülkadir Selvi’ye verdiği dolarlar, aslında bu yolla biriktirilmiyor. Hayır. Onlara ve onlar gibilere verilen dolarlar, beşli çetenin artıklarından havuzda toplanmaktadır ve bu gazeteciler bu havuza cumburlop atlayıp dolar toplamakta, bu yolla Saray’daki efendilerini eğlendirmektedirler. O şairane yazılar, o edebî metinler, ancak o yolla Hürriyet gazetesinin ya da diğerlerinin köşelerini süslemek üzere üretilmektedir.
Sarayda yaşamak böyle bir şeydir. “Ulvî”dir. Sarayda yaşayanın hâlinden ancak sarayda yaşayan anlar. Ve ülkemizde onların hâlinden kimse anlamaz, bu nedenle Erdoğan, en çok Abdülhamid’i yad eder. Gel ki, Vahdettin de onu anlardı ama neyleyelim o, Abdülhamid’e meyletmektedir.
Erdoğan, pandemi ile çok ilgilidir. Kendisi üçüncü aşısını yaptırmıştır ve aşı konusunda çok iyi yolda olduklarını söylemektedir. Bunu anlatmak için, “aşı, İngiltere’de 100 sterlin, Avrupa’da 100 euro” demektedir. Tam sözleri şöyledir: “… Avrupa’nın en gelişmiş ülkeleri aşı yapıyor ya, bu aşıyı ücretli yaptırıyor biliyor musunuz? Ücret alıyor, ücret. İngiltere’de 100 sterlin gibi rakamla ücret alınıyor. Bizde böyle bir şey yok.” Bu adı geçen Avrupa’da milyonlarca Türkiyeli göçmen yaşar ve aşının paralı olup olmadığını bilirler.
“Bize, ya böyle de olmaz, belli bir bedel alın dediler” diye söylüyor. Demek, bazı AB ülkeleri, Erdoğan’a aşı bedava olmaz demektedir. Buna rağmen aşı bizde bedavadır. Ne mutlu!
Ertesi gün Erdoğan, aşının fiyatını Avrupa için 50 euro’ya indirmiştir. Demek ki, “çok yalan” oldu demişlerdir. İyi ama yalan olanı, 100 olan bölümü değildi sadece. Yalan olanı, paralı olması idi.
Bu “afyonlanma”nın ileri safhası olmalıdır.
Yalan olduğu apaçık olan bir şeyi, kılıfa bile sokmadan, gerçekmiş gibi söylemek. Bu durum, Sedat Peker’in iddia ettiği gibi, Erdoğan’ın çevresini sarmışlar sözleri ile uyumlu değildir. Değildir, zira, Erdoğan’ın kendisi de bunun yalan olduğunu bilmektedir.
Anketler yapılıyor. Anketlerde, cumhur ittifakının oy oranlarının düştüğü, ama millet ittifakınınkinin ise yükselmediği ya da az yükseldiği, epeyce bir çoğunluğun “kararsızlar” olduğu söyleniyor.
Kararsızlar, saçma bir sözdür. Çünkü, halktaki tepkinin, sistemin değişmesi talebinin bir yansımasıdır bu.
Ama biz bununla ilgili değiliz. Onlar anket firmaları ve elbette, halka yaptıkları yorumlar ile devlete aktardıkları farklıdır.
Ama, bir soru var: Neden, anketlerde, Erdoğan ve karşısında başka adaylar konularak sorular soruluyor. Erdoğan’a karşı Akşener, Erdoğan’a karşı Kılıçdaroğlu, Erdoğan’a karşı İmamoğlu, Erdoğan’a karşı Yavaş gibi seçenekler neden var? Çünkü yasal olarak Erdoğan, iki kere seçilmiş ve bir daha seçilmemesi gerekir.
Demek anket şirketleri, Erdoğan’ın bir yolunu bulup aday olacağını, her zaman olduğu gibi yasaları hiçe sayacağını düşünüyor. İyi ama, bu durumda “muhalif” partiler, sadece adet yerini bulsun diye bile olsa neden itiraz etmiyorlar?
Yoksa anket şirketleri bu çalışmalarla Erdoğan’a, sessizce bırak, zorlama işi mi demek istiyorlar?
Öyle olmalı.
Erdoğan, bir konuşmasında, iktidarı “teslim etmeyiz” demektedir. Bunu halka mı söylüyor? Sanmıyoruz. Bunu, kendisinden bunu isteyenlere söylüyor olmalıdır. “Bu memleketi teslim edemeyiz” sözü kimedir?
Demokrasiyi “seçim” olarak halka yutturan burjuva egemenlik, şimdi, seçim yapmama noktasında mıdır?
Kaybedeceği seçime gitmez denilen Erdoğan, seçime gitmemek için yollar mı aramaktadır?
“Muhalefet” denilen partiler, yanlarına “okumuş-yazmış”ları da alarak, “Türkiye sosyal, laik bir hukuk devletidir” diye tekerleme okuyor. Kemalist kadrolar, “bunu ne kadar tekrarlarsak o kadar faydalı” diye düşünüyor olmalıdır.
Ne muhalefet ama!
Ne bilim insanları ne yazar çizerler ama!
Ortada 7 Haziran seçimlerinden sonra, 1 Kasım seçimlerine kadar uzanan süreç var. Bu süreci dönemin başbakanı Davutoğlu, “konuşursam” milletin yüzüne bakamazlar diye açıklıyor. Gar bombalamasından sonra, “oylarımız yükseliyor” diye açıklama yapmış bir başbakandır. Buna rağmen “laik hukuk devleti” sözleri söyleniyor.
Avukatların yürüyüşü var.
İşçi ve emekçilerin, öğrenci ve kadınların uğradığı saldırılar var.
Sadece Cumartesi Annelerini hatırlamak yetmez mi?
Polis gücünün uzantısı olmuş bir yargı var.
Parlamento işlevsiz, yok hükmündedir.
Zaten en başından beri devlet partisi olan siyasal partiler, çoktan çeteleşmiş, parti olmaktan bile çıkmıştır.
Hâlâ “TC, bir hukuk devletidir” nutukları atıyorlar.
Somalı maden işçileri kendilerine verilen sözlerin yerine getirilmemesi üzerine Ankara’ya yürüyor ve polis saldırısı ile karşılaşıyorlar. İşte hukuk devleti.
Geri dönüş yolunda sendika başkanı ve bir sendikalı işçi, trafik kazasında, Soylu yöntemlerini andırır bir tarzda ölüyor. İşte size hukuk devleti.
Seçimle iş başına gelen belediye başkanlarının yerine, kayyumlar atanıyor. İşte size seçim sistemi.
1 Temmuz itibarı ile netleşti, Saray Rejimi, “İstanbul Sözleşmesi”nden çıktı. Her gün kadın cinayetleri haberleri ile gazeteler dolu iken. İşte size hukuk devleti. Saray, kadına şiddete karşı “diyanet” eli ile harekete geçiyor. O diyanet ki, kadını insan saymıyor bile. İşte size hukuk devleti, adalet.
İkizdere’de yağmaya karşı direnen köylülerin evleri basılıyor, tehditler ayyuka çıkmış. İşte size demokrasi.
Tütün üreticisi köylüler, haklarını istiyorlar ve onlara saldırıların arkası kesilmiyor. İşte size hukuk devleti.
Saymakla bitmez.
Sedat Peker’in açıklamaları üzerine, kendini aklamak için TV programlarına koşan Soylu (süslü Süleyman yerinde bir tanımlana olmuştur), Peker’in bir milletvekiline ayda 10 bin dolar para verdiğini söylüyor. İçişleri bakanıdır ve bunun kim olduğunu açıklamıyor.
Peker, bunun üzerine, 10 bin dolar ne ki diyor, isim veriyor ve yüzbinlerce dolardan söz ediyor, ben öyle 10 bin dolar mı veririm, diyor.
Son bir örnek daha vermek istiyorum. Konu “kum çalmak”tır. Bir ülkede ya da ülkenin birinde, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, kendini allahın yeryüzündeki gölgesi, ülkesinin sahibi sanan çakma taç giymiş biri, yazlık saray yaptırırken, sarayın plajı için gerekli gördüğü kumları, kendi ülkesinden, yeryüzündeki temsilcisi olduğu yaratanın gözleri önünde, Patara’dan çalmıştı. Bu inanılmaz olay, hırsızlık tarihine, “akıl almaz kurnazlıklar” olarak yazılmıştır.
Erdoğan, Marmaris’teki yazlık sarayın plajı için gerekli kumları, Patara plajından çalmıştır. Patara’dan çalınan kum miktarı binlerce kamyon olarak tahmin edilmektedir.
Çürümedir, çözülüştür.
Sıra biz işçilerdedir. İşçi sınıfı, bugün, tüm gücü ile ayağa kalkmak, tüm toplumu birleştirecek eylemler geliştirmek, direnişi büyütmek zorundadır.
Sessizlik var, eylemsizlik var türünden açıklamalar doğru değildir.
Saray basınına, burjuva medyaya bakarak, orada haber çıkmıyorsa toplum sessiz demek doğru değildir.
Evet henüz yer yerinden oynamıyor.
“Okur yazar” takımı, kendi sessizliğini, kendi eylemsizliğini, işçi sınıfının eylemsizliği halkın eylemsizliği olarak sunamaz.
Kadınların eylemleri, işçilerin eylemleri, doğanın yağmasına karşı eylemler, öğrencilerin direnişleri sürekli var. Bunu yok saymak, kendi eylemsizliğine bahane aramaktır.
Hiç kimse bu iktidarı, işçi ve emekçilerin ellerine vermeyecek.
Devrim dışında bir çıkış yolu yoktur.
Burjuva muhalefet, gerçekte Saray Rejimi’nin kurucu ortaklarındandır. Bu sadece MHP-AK Parti iktidarı değildir. Bir kere buna Perinçek karşı çıkar. Ama dahası vardır. CHP, İYİ Parti vb. bu iktidarın parçalarıdır. Çıkış, buradan olmayacaktır.
Çıkış devrimdedir.
Devrim, “eylem yok” diyerek kendi eylemsizliğini örtenlerin işi değildir. Onlar, hiçbir risk almak istemeyen, her zaman iktidarın hışmından korkanlardır. Her zaman bu “okur yazar” takımı, en çok korkandır.
Direniş korku üzerine yükselmez.
Direniş, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya talebi üzerine yükselir.
Bu talep, sadece Türkiye sınırları ile sınırlı bir talep de değildir.
Sorun eylemsizlik değildir. Sorun, daha ileri bir örgütlenme ve daha ileri bir örgütlenmeyi hedefleyecek tarzda direnişin geliştirilmesindedir.
Çözümden söz ettik mi, sormalıyız, kimin için çözüm? İşçiler ve emekçiler için çözüm, devrimdir, örgütlenmedir.
Birleşik emek cephesini örmenin zamanıdır.