Tüm sınıflı toplumlarda, insanın insan tarafından sömürüldüğü, üretim araçlarının özel mülkiyette olduğu tüm toplumlarda geçerlidir: Büyük hırsız, küçük hırsızı cezalandırır.
Cezalandırma sistemi, eğer bir sistem hâline gelmiş ise, demek hukuk vardır. Yasalar, elbette, devlet denilen şeyin de varlığını önkoşar. Dikkat edilsin, “ilkeler”, “kurallar” demiyoruz, hukuk ve yasalardan söz ediyoruz. Egemen olanın hukuku, egemen olanın yasalarından.
Egemenin varlığından söz ediyorsak, demek ki, toplumun sınıflara bölünmüş olduğundan da söz ediyoruz. Sınıflar, üretim araçları karşısındaki konumu ile belli oluyor, en başta böyledir. Daha birçok şey sayılabilir ama üretim araçları karşısındaki konumu, başka bir insanı çalıştırmak ve onun karşılığı ödenmemiş emeğine el koymak da demektir. O nedenle özel mülkiyetten söz ettiğimizde, işin özü, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyettir. Köle sahibi ve köle, feodal bey ve serf, kapitalist ve işçi, bu üretim araçları karşısındaki konumdan başlayarak, sömüren ve sömürüleni gösterir.
Elbette, bir sömürü sistemini sürdürmek, özgür insanı köle yapmak ve bunu sürdürmek, öyle kolayca işler değildir. Devlet, yani zorun kullanılması tekelini egemen sınıfın elinde toplaması bunun içindir. Devlet olmadan, bu sömürü sistemi, bu insanın insana kulluğu, egemen sınıfın cenneti sürdürülemez.
Demek ki, yasalar ve hukuk, bu devletlerin o günkü şartlarına, ihtiyaçlarına vb. göre ortaya çıkmaktadır.
Bir üretim aracı, daha önce insan tarafından üretilmiştir. Bir önceki üretimde üretilen bu üretim aracı, şimdi, bizim karşımıza cansız bir varlık olarak çıkar. Canlı insan emeği, bu cansız insan emeğini kullanarak üretimi geliştirir, kolaylaştırır. Makina, üretim aracı, birikmiş cansız emektir. İşte o emeğe, onun üreticisi değil de, mesela X kişisi el koyuyorsa, bu aslında büyük bir hırsızlıktır.
Bu hırsız, egemendir ve devletin sahibidir. Yasaları o yapar ya da onlar ve bu yasalar, üretim araçlarına el koymayı “hak” sayarlar. Bir işçinin günlük geçimini sağlayacak yemeği vererek, onu gün boyu çalıştırmak ve o gün boyunca ürettiklerine el koymak, artık, ta o ilk sınıflı toplumdan bu yana, muhtemelen on bin yıldır, “yasal”dır.
On bin yıldır yasalar, karşılığı ödenmemiş emeğe, onun ürünlerine el koymayı yasal sayarlar. Ama bir aç çocuğun ekmek çalmasına hırsızlık derler.
Demek oluyor ki, hırsızlık, aslında, mülk sahibinden çalmak olarak tarif ediliyor. Tarifi yapan ise büyük hırsızdır, bizzat devlet ve onun arkasındaki mülk sahipleridir.
Bugün de böyledir. Fakir bir kadının mutfağından ekmek çalsanız, kimse sizi mahkemeye yollamaz. Zaten fakir kadın da, onca ihtiyacı olsa da o ekmek için mahkemelere taşınmaz. Ama bir zenginin mutfağında çalışan köle, yemeğin tadına bakma işini biraz abartır da karnını beylerin hoş yemeklerinin kokusu yerine kendisi ile doldurmaya kalkarsa, işte o hırsızdır ve mahkemeye gitsin ya da gitmesin, yasalar ona ağır bir bedel ödetirler.
Mahkemedesiniz, izliyorsunuz, peş peşe oturumlar var. İlkinde kitap çalan bir öğrenci olsun, cezasını alır. İkincisinde baklava çalan çelimsiz bir çocuk olsun, zaten mahkeme salonuna cezasını çekmiş, yara bere içinde sürüklenerek gelmiştir ve bir kere de hâkim tarafından cezalandırılır. Ve sonra bir kravatı bozulmamış bir devlet bankasını hortumlayan kişi gelsin, hâkim ona “beyefendi” diye seslenecektir. Zira adam, 100 milyar çalmıştır ve hâkim, birkaç milyarını kendisine alabilmek için onunla pazarlık dili bulmaya çalışmaktadır. Bu üç örnekte de “diktatörlük” falan yok, “hukukun üstünlüğü” var. Devlet bankasından 100 milyar götüren, en az ceza ile çıkacaktır. “Hukukun üstünlüğü” işte böyle işler.
Bizim ülkemiz, şu son yıllarda, bu konuda yeni örnekler ortaya koymaktadır.
Evet, bizdeki de kapitalizmdir, İran’daki de, Yunanistan’daki de. Hadi diyelim, Almanya, Fransa, ABD, İngiltere, İtalya, Japonya vb. emperyalist ülkelerdir ve biz sömürgeyiz. Onlarınki ile bizim örneklerimiz arasında, yukarıdaki “hukukun üstünlüğü” ayrı olmak üzere, hırsızlık vb. konularında farklı tutumlar ortaya çıkması normaldir. Ama İran’da da, Yunanistan’da da bu var ise, normal değildir. Yunanistan da bizim gibi bir sömürgedir. Ama bizde ortaya çıkan örnekler bir ayrı “güzel” gibidir.
Mesela, hepsinde borsa var.
Borsa sonuçta hisse senetlerinin alınıp satıldığı, şirketlere halktan para aktarılan, bir çeşit kumarhanedir. Bu kumarhaneyi, tüm tekeller çıkarına, devlet işletir. Öyle ya, devlet, onların ortak komitesidir, organıdır vb. Bunun da tabii kuralları vardır. Diyelim ki, sermayesi 100 olan bir şirket, 100 hisse çıkartarak, 50’sini borsada 1 TL yerine 2 TL üzerinden satıp, 100 TL toplamış olur. Başlangıçtaki 100 TL sermayesini, aslında geri almış olur ve hâlâ şirketin 50’si elindedir. Demek ki, bu yolla kâr oranını artırır, kâr oranındaki düşme eğilimini tersine çevirir. %50 ile işleri yürütür, şirketin sahibi kendisidir ve 50 TL’lik sermaye hissesine karşılık, şimdi 100 TL ilave sermaye elde etmiştir. Bu arada o şirketin hisselerini a ya da b kişileri satın alır, biri diğerinin parasını çarpar ve kumarhane işler. Yasa koyucu, yani büyük hırsızların temsilcisi, bu konuda da yasalar ve işleyiş oluşturur. Bu tüm borsalarda böyledir. Diyelim ki, bir X kişisi büyük bir para ile piyasaya girer, 10 TL olan hisseleri almaya başlar. Diğer oyuncular, bu 10 TL iken alınmaya başlayan şirketin hisselerinin arttığını görürler ve mesela 20 TL’ye çıktıklarında, ondan hisseler alırlar. Bu alımla, para kazanma peşindedirler. Rulette siyah 10’a para koymak gibidir bu. Ve büyük para ile hisse alımı yapan oyuncu, mesela 20 TL iken tüm hisseleri satar, hisseler tekrar 10 TL’ye düşer, ama bu büyük paralı oyuncu, 10 TL’den aldığı hisseleri 20 TL’ye satmıştır. Böylece, diğer oyuncuları çarpmıştır. Bunların hepsi, “yasal” kumarhane kurallarına uygundur.
Ama bizim ülkemizdeki borsa biraz farklı işliyor. Erzurum milletvekili bir AK Partili kadın, aslında tüm süreci yönetiyormuş. Yani makinalara hırsız girmiş. Borsa, artık öyle yasalarda var olduğu gibi işlemiyordur. Kadın milyon dolarlar kazanmıştır ve olay Sedat Peker açıklamaları ve bir iş kadınının itirafları ile ortaya çıkar.
İşte size “güzel” bir örnek. Bunu her kapitalist ülkede, bu güzellikte bulamazsınız.
Mesela Soylu’nun foto albümünde yer alan tombik bir çocuk ya da ergen, çok büyük paralar vurur ve Arnavutluk’a kaçar. Balkanlardan getirilmesi de zor değildir. Çocuk, tombiktir ve annesini özlemiştir. Bu durumda ona özel bir af formülü bulunur elbette, çünkü ne de olsa 2 milyar dolar, yani 400 milyar TL söz konusudur. Bu da “güzel” bir örnektir, değil mi?
İşte bunların çok çoğaldığı bir ülkedir burası.
Bir ayakkabı boyacısı, ki bizce hayatını kazanmak için emekle yapılan her iş değerlidir, birdenbire zengin olmuştur. Oteller almakta, milyarlarca doları yönetmektedir. Aslında o milyarlarca doların ne demek olduğunu bile bilmez kanısındayız. Ama bir anda, sadece Türkiye’de değil, mesela ABD’de de çevreler edinmiş, fotoğraflara girmiştir. SBK diye isminin baş harfleri kısaltılmış ve sanki sermaye piyasasının parçası hâline gelmiştir. İnan Kıraç, Koç’un damadı, bu kişi ile operasyonlar çekmiştir ve SBK, Soylu’nun odasından geçerek, uçakla yurtdışına çıkmış, Avusturya’da, sanırız Viyana’da yakalanmıştır. “Güzel” bir iş değil mi?
Tonlarla uyuşturucu, Soylu-Ağar baronluğunda ülkeye getirilmektedir ve bunun içinde yer alan Cumhurbaşkanı’nın dili “güzel”leşmektedir: Erdoğan, kuru ve sulu, diye kavramlar edinmiştir. İşin içinde, işten anlayan bir kişidir. Sanki, şirket kârlılık tablolarını özel adları ile anan bir yetkili gibidir ve jargona hâkim bir tavır içindedir; kuru ve sulu.
Acaba, kuru ve sulu dışında, birinden diğerine geçiş ya da ikisinin karışımı vb. var mı? Bunu artık ailenin yaşlı babası değil de Bilal Oğlan bilebilir. “Zanlarla davranmayın” diye ilim adamı, Mevlevi gibi konuşmaktadır. Bilal, artık her konudan anlamaktadır, sadece müteahhitlik değil, mesela tarihî eser konusunda da uzmandır, sadece okçuluk konusunda değil, sıfırlama konusunda da uzmandır. Aslında çoktan veliaht prens olmayı hak etmiştir ama baba bu konuda yol kesmektedir.
Ülkenin Merkez Bankası, faiz indirimi kararları açıklarken, o hâle gelmiştir ki, artık piyasaları hiçbir biçimde etkilemeyen açıklamalar ortaya çıkmaktadır. Faiz oranı 13 ten 12’ye indirilmiştir. Ama bunun anlamı, bankaların sabah MB’den yüzde 12 ile para alıp, akşam saat 17.00’da Hazine’ye yüzde 26 ile para satması demektir. Başka bir etkisi yoktur. Bankalar, yani faiz lobisi, binlerce şükür ve şükran duaları ile Saray’ı desteklemektedir. MB, artık etkisizdir. Bu her kapitalist ülkede, her sömürge ülkede, sık göreceğiniz bir manzara değildir. Özel manzaradır.
Sanki karaparalar, bu emperyalist merkezlerden, bu “değerleri” ünlü Batı’dan bağımsız hareket ediyor gibi, TC devletini efendilerine AB’ye ve ABD’ye şikâyet etmektedirler. Ne güzel değil mi, hem suçu işleyen sensin, hırsız sensin hem de karar verilmek üzere başvurulan, adalet dağıtıcısı sensin.
Şimdi bunlardan sonra, acaba, ülke ekonomisi nasıl gidiyor, dolar yakın zamanda ne olur diye tartışanları, zor durumda kalmış ağır “işçiler” gibi üzülerek mi seyredelim?
Seyretmeyelim.
Onlara göre, ülke ekonomisi kötüye gidiyor. Peki ama kimin için? Mesela Koç için mi, mesela inşaat şirketleri için mi, mesela bankalar için mi? Büyük sermaye, tekeller, yabancı sermaye için ortada bir “kötü”ye gidiş yoktur. Onların sadece tek sorunu var, yarın ne olacak, bunu bilmiyorlar. Ve dahası, Saray sürekli kendilerine gelecek paranın bir bölümünü çalıyor. Hepsi budur.
Peki ya ülkenin çalışanları, işsizleri, emeklileri, milyonlarca insanı için, ekonomi nasıl diye sorabilir miyiz? Sormaya bile gerek yok. Berbattır ve krizin tüm faturası onların sırtındadır. Daha çok çalışmak, daha pahalıya almak zorundadırlar. Her gün, her biri, fiyatların üzerine gelişini görüp, marketlerden boş filelerle kaçmaktadır. Yeni yetenekler elde etmektedirler, daha az ile doymak, daha az ısınmak, daha seyyar yaşamak, daha çok çalışmak ve daha berbat bir yaşamı “normal” hâle getirmek. Onlara düşen budur.
Her gün, bir masal gibi filmler izlemektedirler ve bu filmlerden başlarını kaldırdıklarında, az önce filmde başarıları anlatılan hırsızın kendi ceplerinden de çaldığını fark etmektedirler. Hırsızı mı alkışlayacaklar, yoksa kendi hâllerine mi ağlayacaklar belli değildir.
Bir de akşamları, çeşitli uzmanlardan, aslında hukukun üstünlüğünün yasalarda var olduğunu, aslında ülkemizin demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti ile yönetildiğini, anayasada gösteri hakkının olduğunu dinliyorlar.
Sokakta coplananlar, akşamları “uzman”lar tarafından aslında bir hukuk devletinde yaşadıklarını dinlemektedirler.
Narkotik uzmanları onlara, aslında ülkemizde kuru ve sulu kullanmanın yasak olduğunu anlatmaktadır.
Ve sık sık, TV ekranlarından, marketten çalan birisine verilen cezaların haklılığı anlatılmaktadır. Ekmek çalmanın özel mülkiyete tecavüz olduğu onlara anlatılmaktadır. Gösteri yaparken, polisi dinlememenin de yanlış olduğu, her ne kadar hakkın olsa da, ona uyman gerektiği masalı anlatılmaktadır. Böylece, seçimlere kadar dişlerini sıkması gerektiği, dişlerini sıkmaz da isyan ederse, sokağa çıkarsa, her ne kadar bu hakkı olsa da, başına işler geleceği anlatılmaktadır.
İşte demokrasi, işte hukukun üstünlüğü budur.
Özgürsünüz ey kadınlar, ey insanlar istediğinizi giyebilirsiniz denmektedir, ama her gün bir kadın daha öldürülmektedir. İran’da başındaki saçların bir bölümü görünüyor diye darbedilip öldürülen kadının haklarını savunuyor gibi yapan devlet yetkilileri, sıra ülkemize geldiğinde, öldürülen, tecavüze uğrayan kadınların giyimlerinin teşvik edici olduğunu söylemektedir.
Saray, baştan aşağıya hırsızlarla, kaçakçılarla, suçlularla doludur. Ülkenin içişleri bakanı, ona bağlı emniyet vb. olduğu gibi suç örgütüdür. Savcılar, hâkimler, polisler narkotikçilerin dağıtıcısıdır. Ve hepsi özgürce dolaşmaktadır. Yasaları çiğnemeyen bir tek yönetici, bürokrat, subay, polis amiri, hâkim vb. kalmamış iken, işçilere yasalardan, “hukuk devleti”nden söz edilmektedir.
İnsanlar okullarda eğitim adı altında soyulmaktadır. Sağlık hizmeti adı altında, çaresiz hasta, acil servisten giren insanlar sedyelerin üzerine bırakılmakta, parası olmayan ölüme terk edilmektedir. Ve utanmadan, ülkenin tümü, sadece Saray değil, tümü, devletin hukuk devleti, sosyal devlet, laik devlet olduğundan dem vurmaktadır.
Yalandan başka söyleyecekleri bir şey yoktur.
Artık masalları işe yaramaz hâldedir.
Artık her biri, ortalığa saçılan kirli çamaşırlarını bile toplama zahmetine girmemektedir.
Tüm gücü ile karanlık üreten, olayları karartan, basın yayın organları, bu suç imparatorluğunun bir parçasıdırlar. Her biri, ortalığa saçılan bu kirli işlerden ne kadar az pay almış olduğuna eyvahlanmakta, payını artırmak için, ileri atılmakta, Saray’a övgüler düzmektedir. Her biri din taciri olmuştur ve halkın direnme gücünü yok etmek için, Kürt halkının direnişini bastırmak için zehirli bir dille saldırmaktadır.
Bize anlatılan, sana anlatılan bu hukuk düzeni, büyük hırsızların kurduğu hukuk düzenidir. Büyük hırsızlar, bakkaldan kalem, kitapçıdan kitap, fırından ekmek, baklavacıdan baklava, lokantadan yemek çalanları cezalandırmak için onlara “hırsız” adını takmaktadırlar. Saray’ın tümü, kendi hırsızlığını, ustalık olarak adlandırmaktadır. Büyük hırsızlar, küçük hırsızları cezalandırmaktadır. İşte hukuk sistemi tam da budur.
Hangi olayı ele alırsanız alın, bunu göreceksiniz.
Bu rant, yağma ve savaş ekonomisinin gereğidir.
Savaş naraları ile sağa sola saldırıp, ABD ve efendileri adına tetikçilik yapanlar, başka coğrafyaları yağmalamakta marifetlerini sergilemektedirler. Bunu da halka milliyetçilik ve din karışımı bir ideoloji ile sunmaktadırlar.
Tüm bunlara dur demenin tek yolu vardır. Başka bir kurtarıcı aramak değildir yol. Yol, işçi sınıfının devrimci yoludur. Bu yolun bugünkü işi, direnmek ve örgütlenmektir. Bu ülkede direnenler, bu ülkede örgütlü bir direnişi geliştirenler, geleceğin ve kurtuluşun kahramanları olacaklardır.