Kolektif ve özgürleştirici bir terapi mümkün mü? Ruh sağlığının kapitalizmle ilişkisi, depresyonun politikası ve terapiyi örgütlemenin imkanı üzerine Mikkel Krause Frantzen’in yazdığı ve Los Angeles Review of Books’ta “Geleceksiz bir Gelecek, Depresyon, Sol ve Ruh Sağlığı Politikaları” başlığıyla yayınlanan yazıyı Umut-Sen Çeviri Kolektifi çevirdi.
“Bizi denemekten bile alıkoyan yetersizliği içimizde büyüttüğümüzü, kapitalist onayın tüm acımasız ve döngüsel koşulları altında hasta, bunalımlı ve hareketsiz hale geldiğimizi, sahiden istesek bile bir şeyleri bir türlü yapamadığımızı anlıyoruz.” —Anne Boyer, Hüsrana Uğramış Kaderin El Kitabı
“Yataktan çıkamıyorsan bir bankanın camına nasıl tuğla fırlatırsın?” Johanna Hedva’nın “Hasta Kadın Teorisi” [Sick Woman Theory] makalesinde geçen bu soru bir süredir kafamda dönüyor, aklımdan çıkaramıyorum. Niçin? Çünkü çoğumuzun (kim bu “çoğumuz”?) aşina olduğu bir duruma işaret ediyor: Umutsuzluk ve depresyon olarak nitelendirilen, sahiden yataktan çıkamadığınız bir durum. Bu durum, çoğu zaman siyaset ve ekonomi tarafından da besleniyor. Alışılmış psikolojik ve psikiyatrik söylemin aksine yataktan kalkamamanızın nedeni sağlıksız fikirleriniz, kötümser düşüncelere meyilli olmanız ya da bir şekilde kendi mutsuzluğunuzu seçmeniz değil: Ne sadece kimya veya biyoloji meselesi, ne akli dengesizlik, ne talihsiz genetik yatkınlık, ne de sadece düşük serotonin seviyesi. Çoğu zaman içinde yaşadığınız dünyaya, nefret ettiğiniz ya da henüz giriştiğiniz işe, bugünden geleceğinizi ipotek altına alan borçlara ya da gezegenin geleceğinin daha hızlı ve daha fazla heba olmasına ilişkin bir mesele.
Öyleyse, bu makale bir iddiaya ve bazı kişisel deneyimlere (2013-2014’te doğum sonrası bir depresyon geçirdim) dayanan, depresyon ve siyasetin yanı sıra politik ekonomi ve günümüzün psikopatolojileri üzerine düşünme girişimidir. Bir olgu, bir iddia ve bir çağrı üzerine yazılmıştır. İlk olgu şudur: Danimarka Ruh Sağlığı Vakfı’nın açıkça belirttiği üzere, Danimarka’da giderek daha fazla insana depresyon teşhisi konuluyor. Herhangi bir zamanda, nüfusun yüzde dört ila beşi depresyona giriyor, daha doğrusu böyle teşhis ediliyor. Fakat Danimarka sağlık yetkililerine göre 2011’de 450 binden fazla Danimarkalı antidepresan satın aldı, bu sayı son 10 yılda neredeyse iki katına çıktı. Bütün Batı dünyasında da benzer eğilimler görülüyor. ABD Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü, yetişkin Amerikan nüfusunun yüzde 7,1’inin (17,3 milyon insanın) depresyondan mustarip olduğunu tahmin ediyor. Bir başka veri, depresyonun her beş Amerikalıdan birini etkilediğini gösteriyor.
Bu sayılar, Dünya Sağlık Örgütü’nün depresyonu en yaygın zihinsel bozukluk olarak ve dünyada 350 milyon insanı etkileyerek maluliyetin ve intiharın başlıca sebebi olarak tanımasına yol açtı. Küresel SSRI (seçici serotonin gerialım inhibitörleri) antidepresan tüketiminin yıllık 14 milyar dolarlık satış oranıyla tavan yapmasına şaşırmamak gerek. Bu istatistiği sağlayan piyasa araştırma şirketi Allied Market Research ise “depresyona yol açanlar arasında gen, stres ve beyin kimyası gibi birçok unsurun olabileceği,” gibi fazlasıyla yetersiz bir açıklama sunuyor.
İddia: Depresyon, modern bireyin yabancılaşmasını en şiddetli ve patolojik biçimiyle ortaya çıkarır. Bu nedenle, Thatcher’ın zafer edasıyla ilan ettiği gibi, psikopatolojinin gerçekten alternatiflerin olmadığı, geleceğin ilk ve son kez dondurulduğu kapitalist gerçekçilik dünyasıyla ilişkilendirilmesi gerekir. Böylece depresyonun somutlaştırdığı kriz, tarihsel ve kapitalist bir gelecek krizinin belirtisi haline gelir. Raymond Williams’ın dediği gibi bir tür duygu yapısıdır. Sonuç olarak depresyon sorununa yönelik herhangi bir tedavi kolektif ve politik bir biçim almalıdır, zihinsel hastalık sorununu bireyselleştirmek yerine zihinsel hastalıkların bireyselleşmesini sorunsallaştırmaya başlamak zorunludur. Bu çağrı da sola yöneliktir: Sol, sayılan özel nedenlerden dolayı, hastalık ve zihinsel bozukluklar sorununu ciddiye almak zorundadır. Depresyonla (ve diğer psikopatoloji biçimleriyle) başa çıkmak sorunun yalnızca bir parçası değil bugünü özgürleştirecek projenin gerçekleşme ihtimalinin bir koşuludur. Tuğlaları camlara fırlatmak istiyorsak önce yataktan çıkmamız gerekiyor.
*****
Depresyondan mustarip halde kendi hayatına son veren Mark Fisher, depresyon meselesine en çok kafa yormuş politik düşünür olmayı sürdürüyor. Külliyatı da kişisel, sosyal ve politik bir deneyim olarak depresyon üzerine süregelen bir meditasyon. 2009’da yayımlanan Kapitalist Gerçekçilik [Capitalist Realism] kitabında, depresyonu “kapitalizmin hem yegâne geçerli siyasi ve ekonomik sistem olduğu hem de ona tutarlı bir alternatif hayal etmenin bile imkânsız olduğu yaygın anlayış” diye tanımladığı kapitalist gerçeklikle ilişkilendirmişti. Depresyon, bu kitapta tıkanmış ve umutsuz tarihsel durumumuzun belirtisi olan kapitalist gerçekliğin nasıl çalıştığına dair bir paradigmaya dönüşüyor. 2011’de yazdığı ve sonrasında K-Punk: Mark Fisher’ın Yayımlanmamış Toplu Yazıları (2004-2016) [K-Punk: The Collectedand Unpublished Writings of Mark Fisher (2004-2016)] adlı kitapta yer alan “Stresin Özelleştirilmesi” (The Privatisation of Stress) makalesinde, Fisher keder ile depresyon arasındaki farklardan birini şöyle tanımlıyor: “keder kendini olumsal ve geçici bir durum olarak algılarken, depresyon kendini gerekli ve bitmez tükenmez olarak sunar: Depresif dünyanın buzul yüzeyleri akla gelebilecek her ufka uzanır” ve depresyona dair bu spesifik özellik yüzünden “depresif kişinin beklentilerini kökten değiştirdiği görünen gerçekçilik” ile “kapitalist gerçekçilik” arasında tuhaf bir rezonans ortaya çıkar. 2014’te yayımlanan “İşe Yaramaz” [Good for Nothing] metninde Fisher, depresyonunun hiçbir işe yaramadığına dair derin ve inkâr edilemez bir inancı da içerdiğini belirtiyor. Kendi yaşadığı zihinsel sorunlara bağlı deneyimlerin özel veya eşsiz olduğunu düşündüğü için değil, birçok depresyon biçiminin bireysel ve “psikolojik” olmasından ziyade politik olduğunun daha iyi anlaşılmasına ve ona göre mücadele edilmesi gerektiğine dair iddiasını desteklemek üzere yazdığını dile getiriyor. Bu noktada depresyonun politik tarafına ulaşmanın önemi gözardı edilemez. Okuyucu metnimden yalnızca bir şeyi anlayacaksa, o da şu olsun: Depresyonun, kolektiften çok kişisel sorumluluklara, sermayeden ziyade kimyaya odaklanan neoliberal ideolojiyi aştığı gibi herhangi bir tanı havuzunu da aşan bir dizi nedeni ve somut bir bağlamı vardır.
Yine de depresyonun politik çerçevelerle anlaşılması depresyon sorununun siyasi yollarla derhal çözülebileceği anlamına gelmiyor. Eleştirel ve devrimci özlemlerimiz ne olursa olsun, depresyonda politik alana doğrudan aktarılamayacak ve aktarılmaması da gereken bir dehşet var. Depresyonda olan ya da bu sorunu yaşayanların yakınlarının da bildiği gibi, depresyon kelimenin tam anlamıyla yeryüzündeki cehennemdir. Fiziksel acı dayanılmaz hale gelir, bedeniniz uyuşur ve ağırlaşır, zihniniz çalışmaz, sıkışmışlık hissinden kaçamazsınız, yarışın gerisinde kalmışsınızdır, hayal edilebilecek her yönüyle orada olan şimdiki zamandan (ki cehennemdir) kaçışınız yoktur. Bu semptomların sadece politik olduğunu söylemek hata olur. Aynı şekilde, depresif gerçekçilik olarak bilinen şeyi romantikleştirmeye de kesinlikle gerek yoktur, çünkü bu “gerçekçilik” yalnızca kapitalizmin gerçekçiliğiyle birlikte çalışır ve alternatiflerin olmadığı, mevcut durum hakkında gerçekten yapılacak hiçbir şeyin kalmadığı konusundaki düşünceyi de besler. Bir diğer sonucu da budur. DSÖ’nün yakın tarihte yayımlanan bir raporuna göre yılda 800.000’e varan intihara bağlı ölümlerin en büyük nedenlerinden birinin depresyon olduğunu unutmayalım.
Burada dikkate alınması gereken üçüncü ve son şey, depresyon hakkında bir şeyler yazmanın gerçekten zor olması. Bununla sadece kendi depresyonunuzu yazmanın zor olmasını kastetmiyorum, aynı zamanda depresyonla ilgili bir pozisyon ararken ya da kendi içinde tamamen iç karartıcı olmayan bir depresyon söylemi geliştirirken çekilen o büyük ıstırap hakkında yazmak zor. Mark Fisher’ın trajik ölümünden sonra daha da zor.
Depresyon hakkında birçok gerçeğimiz var, ancak gerçekler kendi adına konuşmaz. Antidepresanların satışı tam olarak depresyon vakalarına karşılık gelmez, çünkü SSRI’lar sadece depresyon tedavisinde kullanılmaz, aynı zamanda bir dizi başka akıl hastalığını tedavi etmek için kullanılır. Tanı koyma sıklığı mutlaka depresyon tanı sıklığını yansıtmaz, bu nedenle tanılardaki artış depresif insan sayısının çoğalmasına veya üzüntü gibi yaygın, “normal” duyguları patolojikleştirmeye yönelik artan bir temayüle işaret edebilir, bunları da depresif bozukluk tanı kriterlerine çevirebilir. (Bu eğilimin son örneği, yasın DSM ve ICD gibi tanı kılavuzlarının yeni baskılarına dahil edilmesidir.) Ayrıca psikiyatrik tanıların nasıl bu kadar rahat konduğunu da merak etmemiz gerekiyor. Çünkü depresyonun teşhisinde rahatlık var. Demek bu yüzden bu kadar kötü hissediyormuşum! Depresyon! Beyindeki kimyasal dengesizlik! Böylece teşhis anlamsız gelen acıya anlık da olsa anlam kazandırır. Acı, bir isim ve bir neden kazanır: Serotonin eksikliği. Ancak bu nedenin tanı sisteminde (ve bir bütün olarak kapitalist dünyada) teşhis edilmemiş ve hesaba katılmamış nedenleri vardır.
Mark Fisher’ın Kapitalist Gerçekçilik’te yazdığı gibi:
Söylemeye bile gerek yok ki, tüm ruhsal hastalıklar nörolojik temellidir, ama bu, hastalıkların nedeni konusunda hiçbir açıklama getirmez. Örneğin, depresyonun düşük serotonin düzeyleriyle ortaya çıktığı doğruysa, gene de neden belirli bireylerin düşük serotonin düzeylerine sahip olduğu, hâlâ açıklanması gereken bir husus olarak kalmakta. Bu, toplumsal ve siyasal bir açıklama gerektiriyor ve sol hâlâ kapitalist gerçekçiliğe meydan okumak istiyorsa, ruhsal hastalığını yeniden politize etmek acil bir ödev olarak önünde duruyor. (Kapitalist Gerçekçilik, s. 49)
Depresyonun nedenselliği konusuna değinmeden önce depresyonu çevreleyen ahlaki boyutu anlatmam gerekli. Örneğin, Leo Gura adlı bir adamın çektiği bir kişisel gelişim videosunu ele alalım. Leo Gura, Twitter profiline göre, insanların “harika hayatlar tasarlamasına” yardımcı olan bir “profesyonel kişisel gelişim bağımlısı, yaşam koçu, vlogger, girişimci ve konuşmacı”.
Actualized.org sitesinin top sakallı ve kel sahibi Gura, videoya (kaşlarını kaldırarak ve elleriyle parantez işareti yaparak) “Neden depresyondayım/depresyondasın?” sorusunu yanıtlayacağını söyleyerek başlıyor. Cevap basit, depresyondasın çünkü psikolojin berbat.
Claire Fontaine isimli sanatçı çiftin “İsimsiz: Psikolojin Neden Berbat?” [Untitled: Why YourPsychology Sucks?] başlıklı videosunda, siyahi bir kadın oyuncu Gura’nın konuşmasını neredeyse kelimesi kelimesine icra ederek, bu neoliberal kişisel gelişim endüstrisinin depresyonu nasıl ideolojik bir şekilde kişiselleştirdiğine ve bundan bireyin kendisini sorumlu tuttuğuna dair iğneleyici ve komik bir eleştiri getirdiğini de hatırlatayım. Claire Fontaine, en istikrarlı ve kararlı bir şekilde depresyon sorunu hakkında çalışan sanatçılardan. İşlerinde depresyon her zaman politik, kapitalist borç ve finansal spekülasyon ekonomisi içerisindeki sosyal çatışmalara dayanan gerçek temelleriyle anlaşılması gerekiyor.
Esas videoya dönersek, Gura’nın giriş cümlelerinin ardından sonra bazı kalıplar ve anahtar kelimeler ekrana geliyor. Sırayla yazmak gerekirse: Başarı, mutluluk, kendini gerçekleştirmek, hayat amacı, motivasyon, üretkenlik, performansının zirvesi, yaratıcılık, finansal özgürlük, duygusal zekâ, pozitif psikoloji, bilinç, performansının zirvesi (performansta zirvede olmak çok önemli olacak ki tekrar ediliyor), kişisel güç, bilgelik. Sonra da Gura izleyenleri şoke edecek mesajını aktarıyor: “Mesele şu: Lafımı sakınmayacağım. Depresif hissetmenizin sebebi psikolojinizin berbat olması. Evet, boktan bir psikolojiniz var. Sizi suçlamıyorum. Size gerçeği söylüyorum.” Gura, “klinik olarak depresyonda” oldukları için depresyonda olma “meşruiyetine” sahip insanlardan bahsetmediğine açıklık getirerek devam ediyor. Geri kalanımızdan, depresyon tanısı alan çoğunluktan bahsediyor. Yani suçlamadığını söylediği, fakat aslında suçladığı insanlardan. Bu video 20 dakikadan uzun sürüyor, bir noktada Leo Gura cesurca ve açık yüreklilikle ilan ediyor: “Depresyonuna sen sebep oluyorsun!” Akli ve sinirsel mekanizmanda yanlış bir şeyler var. Psikolojin “bok gibi”. Kurban olmaktan vazgeç ve psikolojinin sahibi ol! Performansını zirveye taşı!
Bu videoya gülmek ve videonun mantığıyla dalga geçmek kolay ama (bazen daha usturuplu yollarla ifade ediliyor olsa da) dünyada baskın olan mantık bu, gerçekten de etkili. Bu mantık şöyle işliyor: İnsanlar kendi gerçekliklerini kendileri yaratırlar. Yalnızca düşünceyle bir şeyleri değiştirebiliriz. Yani kendi kaderini kendin yaratırsın, harici koşullar veya bahaneler diye bir şey yoktur.
Soylu Danimarkalı sosyolog Emilia van Hauen de web sitesinin ana sayfasında aynı şeyi söylüyor. “Mutluluk bir seçimdir, sizin seçiminiz.” Danimarkalı başka bir terapist Eva Christensen de ona eşlik ediyor (çeviri yine bana ait):
“Mutluluk kişisel bir sorumluluktur. Mutluluk diğerlerinden almayı umacağınız bir şey değildir. Kendisini mutluluğa ulaştıracak bir anahtar herkeste vardır, dolayısıyla bu anahtarı doğru kilitle buluşturma sorumluluğu da. Mutluluk içeriden yaratılır. Diğer insanların bizi mutlu etme sorumluluğu yoktur. Bu sorumluluk bize aittir. Diğer insanları değiştiremeyiz, yalnızca kendimizi değiştirebiliriz.”
Birey kendi mutluluğundan sorumluysa, aynı zamanda kendi mutsuzluğundan da sorumludur. Eğer anahtar avuçlarımızın içindeyse hepimiz neredeyse her şeyden sorumluyuz. Başarı ya da başarısızlık, sağlık ya da hastalık sadece subjektif bir irade gücü, yaşam tarzı veya seçimlerimizle ilgilidir. Diğer insanları veya dünyayı değiştiremeyeceksek kendimizi değiştirmeliyiz. Yapının ve sistemin değişimi, bireysel değişim ve özün değişimine tercih edildi. Her problem özünde sosyal, politik ya da ekonomik olduğu halde kişiselleştirildi, neredeyse mücrimleştirildi, birey kendi mutsuzluğundan sorumlu tutularak mutsuz olduğu, iyi ve üretken bir vatandaş olmadığı, yatağından çıkıp işe gelemediği için suçlu hissettiriliyor ve bir başına acı çekiyor.
Pozitif psikoloji ve mecbur kılınan mutluluk hâlinin beraberinde getirdiği kişiselleştirme ve sorumlu tutma süreçleri el ele gidiyor. Mark Fisher bu mantığa (ya da ideoloji mi demeli?) katılıyordu. Depresyondaki insanlar depresyonun tamamen kendi suçları olduğuna inanıyorlar. Mark Fisher’ın “İşe Yaramaz” makalesinde Thatcher’ın iddialarına referans verdiği gibi: “Bireyler her durumda olmadıklarına inandırıldıkları sosyal yapılardan ziyade kendilerini suçlayacaklar.” Bu noktada depresyon daha genel bir problemi besliyor: Leo Gura’nın kişisel gelişim videosundaki gibi otonom, kendi kendine karar veren, yarış halindeki bir birey ile beraber oluşan bir kapitalist öznellik anlatısı. Videoda izleyici, yani siz, depresyonunuzun sebebi, yani devasısınız. Videonun size öğretmek istediği psikolojinizi “nasıl eğiteceğiniz” ve sonuç olarak “tamamıyla bir mutluluk ve memnuniyet safhasına” nasıl geçeceğiniz. Bu mesaj ahlaki. Mutlu olmamak, basitçe ahlaksız bir şey. Mutsuz olacak ya da depresyona girecek kadar ahlaksız ve kötü bir insansanız suçlanacak kişi sadece ve sadece sizsiniz. Bu, günümüz kapitalizminin suçlama kültüdür. Depresyonunuza siz sebep oluyorsunuz, kanıtlar aksini gösterse bile.
*****
Başka bir deyişle, kapitalizm depresyonda olan insanlara iki kat daha fazla zarar veriyor. Önce depresyon durumuna neden oluyor, sonra da depresyonun gelişmesine katkıda bulunuyor. Ardından hastalığın bütün nedenselliğini silip bireyselleştirerek depresyon sorununu kişisel bir sorun haline getiriyor. Bazı durumlarda depresyonda olmak sizin suçunuz. Eğer daha iyi, daha aktif bir yaşam sürebilseniz, başka seçimler yapıp daha pozitif bir akıl yapısına sahip olsaydınız depresyonda olmayacaktınız. Bu şarkı dünyanın her türlü yerinde psikologlar, koçlar, terapistler tarafından söyleniyor. Mutluluk senin seçimin, senin sorumluluğun. Aynı şekilde mutsuzluk ve depresyon da. Kapitalizm bizi kötü hissettiriyor, sonra da yaramıza tuz basıp, kötü hissettiğimiz için kötü hissetmemize neden oluyor.
Kendi depresyon tecrübemden (bunun gerçekten “benim” olmaması bir yana) yola çıkarak ve bu konu üzerine bir tez yazmış biri olarak söyleyebilirim ki başka türlü depresyon analizlerine ve ayrıca başka bir tedaviye ihtiyacımız olduğu şüphesiz. Depresyonun kişiselleştirilmesi, depresyonun politikleştirilmesiyle yanıtlanmalı. Analiz ve sosyal nedensellik düzleminde, depresyon olgusu emek, işgücü ve işsizlikle ilişkilendirilmedi. Çünkü istatistikler işsiz insanların depresyona girmeye, işi olanlardan (işlerinden ne kadar nefret ettiklerine bakılmaksızın) daha yatkın olduğunu gösteriyor. Bu bizim acımasız, neoliberal rekabet kültürümüzle (Açlık Oyunları başlasın! Şans sonsuza dek sizinle olsun!) ve buna eşlik eden mutluluk ideolojisiyle bağlantılı olmalı. Bu ideoloji, birbirimizle kavga ederken, ay sonunu getirmek ve başka bir gün geçirmek için savaşırken, hatta özellikle bunları yaparken durmaksızın gülmeye ve mutlu olmaya zorlar.
Dahası depresyon eğitim alanıyla da ilişkilendirilmeli, çalıştığım ve eğitim verdiğim Kopenhag Üniversitesi’ndeki çok sayıda öğrencinin sayısız zihinsel hastalıkla mücadele ettiği açık. Bunun Danimarka’da olduğu gibi öğrencilerin ücretsiz eğitimden yararlanmadığı ve çok daha derin bir borç sarmalına sürüklendiği Birleşik Krallık’ta ve Amerika Birleşik Devletleri’nde nasıl olduğunu hayal bile edemiyorum. Nereye bakarsak bakalım, öğrenciler depresif, endişeli, stresli ve tükenmiş halde.
Ekonomik krizin ardından çok sayıda çalışma, borcun psikopatolojik sonuçlarını inceledi. 2012’de ekonomist John Gathergood insanların borç denizinde yüzdüğü ve depresyon dahil olmak üzere çeşitli zihinsel problemler sergilediğini gösteren bir çalışma yayımladı. Eldeki verilere göre, öyle görünüyor ki borçlu olmak sadece depresyon değil ayrıca intihar eğiliminde de artışa yol açabiliyor ve bu risk gerçekten artıyor da. Başka bir çalışmada “sosyodemografik, ekonomik, sosyal ve yaşam tarzı faktörlerini kontrol ettikten sonra, borçlu olanların intiharı düşünme olasılığının iki kat daha fazla” olduğu gösterildi. Ekonomik Beden: Kemer Sıkma Politikaları Neden Öldürür? [The Body Economic: Why Austerity Kills] kitabında, David Stuckler ve Sanjay Basu epidemiyolojik bir araştırma yürüttü. Bu araştırma, kemer sıkma politikalarının (durgunluktan ziyade) kamunun ve özelin sağlık durumu için feci sonuçları olduğunu gösteriyor. Kitaplarının belirli bir noktasında, Stuckler ve Basu 50 yaş üstü Amerikalılarla ilgili belirli bir çalışmaya atıfta bulunuyorlar, bu çalışmada “2006-2008 arasında konut kredisi ödemelerine yetişemeyen insanların depresif semptomlar geliştirme olasılığının 9 kat daha fazla olduğu” söyleniyor. Araştırmanın kasvetli sonucu şu: Kemer sıkma yalnızca yaralamıyor aynı zamanda öldürüyor. Tıpkı 4 Nisan 2012’de Yunan Dimitris Christoulas’ın trajik vakasında olduğu gibi, Yunan parlamentosu önünde silahı kafasına dayadı, “Ben intihar etmiyorum. Onlar beni öldürüyor,” dedi. Sonra da tetiği çekti.
Bu koşullar ve onların nedensel bağlantıları gerçek. Açıkçası, söz konusu nedenler çok fazla ve oldukça karmaşık. Ama depresyonun semptomları aynı zamanda başka bir şeyin de semptomları. Gerçek şu ki, borç ekonomisi kendi geleceğini rehin vermek zorunda kaldıkları için borçlu insanlarda ve öğrencilerde derin bir strese sebep oluyor. Ancak psikiyatrik ve kamusal söylem, depresyonu bağlamdan yoksun kişisel bir sorun olarak ele alma konusunda kararlı. Bu, hiçbir yerde teşhis kılavuzlarındaki söylemlerden daha bariz değil, giderek artan biçimde kamuoyuna hâkim olan bu söylem akıl hastalığının yalnızca semptomlar açısından ele alarak acı çeken kişinin tarihsel, sosyal ve ekonomik bağlamını tamamen görmezden geliyor. Öyleyse şimdinin solcu bir analizi için önemli bir görev yalnızca bağlamda ısrar etmek değil, belki de en önemlisi Hedva ile birlikte “bizi hasta eden ve hasta tutanın dünyanın kendisi olduğu” hususunda ısrar etmektir. Soyut bir mantıkta dünya değil, içinde yaşadığımız ve yolumuza devam ettiğimiz somut kapitalist dünya söz konusu olan. Çoğumuzun yatakta kalıp, kalkamamamızın nedeni budur. Ya da queer teorisyen Ann Cvetkovich’in Depresyon: Kamusal Bir Duygu [Depression: A Public Feeling] kitabında savunduğu gibi:
“Depresyon salgını (hem açıkça semptomatik hem de üstü kapalı olanlar) gündelik duygusal deneyimde devam eden bir etkiye sahip olan, uzun erimli bir şiddet tarihiyle ilişkilendirilebilir. […] Ev içi alanda depresyon diye adlandırılan, bu sosyal sorunların etkili bir kaydıdır. Genelde insanları sessiz, yorgun ve mutsuzluklarının kaynağını (düşük seviyeli bir kronik yas durumunda – ya da eğer varsa başka türden bir depresyonda-) gerçekten fark edemeyecekleri kadar uyuşuk tutar.”
Depresyonun tarihi çağdaş kapitalist dünyamızın tarihidir, ayrıca Cvetkovich’in ifade ettiği gibi şiddetin tarihi: Beyaz olmayanların, LGBT’lerin veya sığınmacıların her gün maruz kaldığı hem fiziksel hem ruhsal şiddetin. Veriler yine bu noktada çok güçlü ama Sophie Lewis’in Taşıyıcı Annelik, Şimdi [Full Surrogacy Now] adlı kitabından alıntıyla “doğum sonrası depresyonu gelişen düşük gelirli, beyaz olmayan annelerin yüzde 38”inden bahsetmek yeterli: Geçen sene LGBT topluluğun yarısı depresyondan mustaripti, hapishane benzeri bir kamp olan Sjælsmark Udrejsecenter’da bulunan ve Danimarka’da sığınma talebi reddedilen çocukların yüzde 61’i psikiyatrik tanı kriterlerini karşılıyor. Ne yazık ki, tehlikede olan tek şey akıl sağlığı sorunu olmasa da birçok örnekte depresyon böylesi şiddet ve savunmasızlığın izini taşıyor.
*****
Bu noktaya kadar henüz iklim krizinden bahsetmedim ama şimdiye kadar söylenenlerin ışığında, ekoloji ve ruh sağlığının yakın bir ilişki içinde olduğunu söylemek abartı olmaz. Bu materyal gerçekliği ihmal etmek değil, sadece ekolojik kayıpların ve ısınan bir kürenin derin psişik etkilerine işaret etmektir. Yine, bazen lanetli nesil olarak da adlandırılan bugünün genç neslinden bahsetmeye değer (Phil Neel, muazzam kitabı Hinterland’da bu nesil için “geleceği olmayanların büyük geçit törenindeki ilk nesil,” diyor). Onlar yarının büyük ihtimalle bugünden daha kötü olacağı, hiçbir alternatifin ve geleceğin biraz bile olmadığı, çünkü iklim krizinin bu gelecekleri tam anlamıyla yok ettiği bir dünyada yaşıyorlar. Kim onları depresyona girdikleri için suçlayabilir ki?
Tüm bunlar, mevcut (sosyal, politik, ekonomik, ekolojik) krizin, aynı zamanda bir ruh sağlığı krizi olduğunu söylemek için dile getirildi. Kapitalizmin devridaimi ve onun kaynakları tüketmesi aynı zamanda zihinsel kaynakları tüketmesiyle de ilgili. Depresyonun çifte anlamının da önereceği gibi, ekonomik ve psikolojik olanın birbirinden ayırt edilemez hale geldiği görülüyor. Doğal olarak hepimiz aynı botta ya da aynı yatakta değiliz. Hepimiz depresyonda değiliz (ve bunu aynı şekilde ya da aynı nedenlerle yaşayanlarımız da). Eşit derecede boka batmış değiliz. Toplumun bazı katmanları diğerlerinin yapamadığı şekilde geleceğe erişime sahip, bazıları yükü diğerlerinden daha fazla taşır ve bazıları diğerlerinden daha erken ölür. Yunanistan’da Euro krizi esnasındaki insanlar ya da ABD yüksek eğitim sistemindeki insanlar aynı tarzda borçlu ya da depresyonda değiller. Yukarıda da gösterildiği gibi şiddet ve sosyal acı, sınıf, cinsiyet ve ırk eksenleri arasında farklı bir şekilde dağılmıştır, Kopenhag vatandaşları, Chittagong’dakiler kadar yıkıcı ağırlığını hissetmediği sürece iklim krizi için de böyle.
Hastalık, ruh sağlığı ve depresyon siyasetinde ısrarcı olmak için, böylesi yerel ve küresel farklılıkları akılda tutmak hayati önem taşıyor. Ancak bu sosyal ıstırap rekabetine yol açmamalı. Rekabet, tam olarak kapitalizmin ilgili olduğu ve aynı zamanda hem kendi ıstıraplarımızla hem de birbirimizin ıstırap çeken benlikleriyle savaşırken yalnız olmamız için yoğunlaştırmaya çalıştığı şeydir. Ama bu bir kapitalizmin eleştirisinin, diğer mental hastalıkların yanı sıra depresyonun bağlamsallaştırılmış psikopatolojisini de hesaba katmamız gerektiğinin kabulüne yol açmalı. Üstelik bu bize ne yapılması gerektiğine, yataktan nasıl kalkacağımıza (ve belki yataktan neden kalkmayı istediğimize bile) dair olası bir tedavi hakkında fikir veriyor.
*****
Dikkat edilmesi gereken ilk şey, depresyonun (ve bağlamının) doğru teşhis edilmesinin kendi başına yeterli olmadığı. Bununla birlikte, teşhisin mutlaka tedaviyi gerektirmediği yaygın bir kanı. Çünkü neyin yanlış gittiğini bilmemiz onunla başa çıkabileceğimiz anlamına gelmiyor. Aksine, depresyonun başlıca semptomlarından birisi yapmanız gereken şeyin tam olarak, en azından yalnız ve kendi başınıza yapamayacağınız şey olması. Ya da Ann Cvetkovich’in yalın sözleriyle: “Sorunun kapitalizm (ya da sömürgecilik veya ırkçılık) olduğunu söylemek sabahları yataktan kalkmama yardımcı olmuyor.” Ayrıca, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ya da özel borçların küresel ve mutlak iptalinin gerçekleşmesinin depresif insanların ıstırabını sanki bir sihirle değnekle tek vuruşta dindireceğine inanmak için bir sebep yok. Ancak, bir spekülasyon eylemiyle daha iyi bir dünya ve gerçek mutluluk sağlayan devrimin, var olan en iyi antidepresan olduğunu söylemeye can atıyorum. Ama heyhat! Devrim yapmak için yataktan çıkmamız gerekiyor. Depresyonun gerçek bir diyalektik catch-22’si¹.
O halde depresyon siyasetiyle ilgili acıyı kolektifleştirmek, suçlamayı dışsallaştırmak ve tedaviyi komünleştirmek belki de başlamak için iyi bir nokta. Bu noktada sorumluluk problemi tüm gücüyle geri dönüyor. Depresif bireyin neoliberal sorumluluğu reddedilmeli ve bu kolektif bir sorumluluk fikriyle ikame edilmeli. Aynı şey her türlü iyileştirici proje için de geçerli, İtalyan düşünür Franco “Bifo” Berardi (kuşkusuz klinik kelime dağarcığında kesinlik söz konusu olduğunda, biraz gevşek ve dikkatsiz olan) “gelecek günlerde siyaset ve terapi bir ve aynı şey olacak,” derken haklı olabilir. Verili düzene tepkisel itaat olarak değil, direniş olarak terapi. Bireysel değil, kolektif bir proje olarak terapi. Yabancılaşmanın üstesinden gelen terapi.
Böylesi kolektif ve özgürleştirici bir “terapi” neye benzeyebilir? Audle Lorde ve Claire Fontaine’den şiddetli bir depresyon geçiren ve birkaç ay hastanede yattıktan sonra yakın zamanda “Kendi Kendine Tedavi Hastanesi” projesini başlatan Danimarkalı sanatçı ve aktivist Jakobsen’e kadar, bakım, öz-bakım ve kolektif bakıma dair üretilmiş feminist ve sanatsal projelerin bir arşivine sahibiz. Bu arşivi harekete geçirecek ve onu kurumsal psikiyatri, neoliberal terapi ve kapitalist kâr arayışından ayıracak bir dile ihtiyacımız var. Bu hastaneyi, kliniği, aileyi, devleti, sigorta şirketini ve sermayeyi aşan bir bakım (ilk etapta kişinin bu kurumlara erişimi olmasa bile). Politikleştirilmiş bir ruhsal hastalık anlayışına dayanan, metalaştırılmanın ve kapitalist biçimin ötesine geçen bir bakımdır. Bedenler birbirine baktığında, sorumluluk yeniden dağıtıldığında, bireysel çöküşler kolektif yakınlıklara dönüşür ve gelecek, komünist, paylaşımcı ve sürdürülebilir bir gelecek adına yeniden inşa edilebilir.
Şair Wendy Trevino’nun yazdığı gibi:
Bu dünyada bireysel olarak kazanıp,
Başka bir dünya yaratamayız
Birlikte
Bu, uyumu ve statükoyu güçlendirmeden depresyon için “tedavi” hayal etmenin bir yolu olabilir. Kesin olan şey şu ki adına layık herhangi bir sol politika sorun kapitalizmdir (kesinlikle öyle olsa bile) demenin ötesine geçmeli ve sabahları nasıl kalkılacağı problemiyle yüzleşmelidir. Bu sorun devrimci olduğu kadar pratiktir de. Tabii ki bazen yataktan kalkmamak tek başına devrimci bir eylem olabilir, bir çeşit grev, tükenmişliğin özetlenmesi ve giderek artan şekilde empatik ve olumlu “evet, yapabilirim”in etrafında dönen dünyada negatif bir “hayır, yapamam”ın ifadesi olabilir. Yüreklendirici bir işaret olarak, Mark Fisher’ın göremediği, kapitalist gerçekliğin yapısındaki çatlakların varlığına, yataktan kalkmanın yeni yollarını bulan insanların olduğuna değinip geçeceğim.
Mesele elbette depresyonun başlamasına asıl sebep olan işe geri dönebilmek için depresyondan çıkmak değil, daha çok bizi hasta eden maddi koşulları, insanların hayatlarını mahveden kapitalist sistemi ve öldürücü eşitsizlikleri yok etmek olmalı. Yani, başka bir dünyayı birlikte yaratmak. Ama bunu yapmak, bunun mümkün olmasını sağlayan yere ulaşmak için hastalar arasında rekabetten ziyade insanları daha az yalnız ve hastalıklarından ahlaki olarak daha az sorumlu hissettirecek bakım ittifakları gerekli. İnsanlar ancak ittifak hâlindeyken ayağa kalkıp bazı tuğlaları fırlatabilirler.
¹ “Catch 22”, çelişkili kurallar ve kısıtlamalar yüzünden kişinin firar edemediği paradoksal durumdur. İlk kez Joseph Heller tarafından II. Dünya Savaşı’ndaki askerleri konu alan aynı adlı romanında kullanılmıştır.
*Orjinal metin için: https://lareviewofbooks.org/article/future-no-future-depression-left-politics-mental-health/
Çeviri: Ayşe Irmak Şen, Enes Köse, Moon
Edit: Cüneyt Bender