Kapitalist uygarlık da Türkiye’deki rejim de böyle devam edemez. Her iki düzeyde de ekonomik, siyasi patlamalara, dönüşümlere yol açması adeta kaçınılamaz bir “olay alanı” hızla şekilleniyor.
Gezegenin sınırları
Bir “kâr makinesi” olarak sermayenin doymak bilmez, kaynak, toprak su tüketme eğilimi, uygarlığı, gezegendeki toprakların, kaynakların sınırlarına getirdi. Tüm insanlığın, hatta canlıların geleceği her gün biraz daha tehlikeye giriyor.
BM Çölleşme ile Mücadele Anlaşması ile işbirliği içinde Potsdam İklim Etki Araştırmaları Enstitüsü’nde hazırlanan “Uçurumdan Geri Adım: Gezegensel sınırlar içinde kalmak için arazi yönetimini dönüştürmek” başlıklı rapor, uygarlığın, küresel bir toprak bozulması kriziyle karşı karşıya olduğunu vurguluyor: “Ormansızlaşma, kentleşme, sürdürülemez tarım biçimleri, daha önce görülmemiş bir ölçekte küresel çapta arazi bozulmasına neden oluyor, yalnızca farklı ‘yeryüzü sistemi’ bileşenlerini değil, aynı zamanda insanlığın yaşamını da tehdit ediyor.” Birçok bilim insanı bu süreç içinde, “deniz yatağının”, kaynak keşfi için “son sınır”, stratejik madenleri güvence altına alarak ekonomik, bölgesel üstünlük kazanma arayışında olan büyük devletler için giderek bir jeopolitik rekabet alanına dönüştüğünü söylüyor.
Kimi dini liderler de kaygılı: Örneğin, Kaliforniya Culver City’deki Temple Akiba’da 39 yıl haham olduktan emekli olan Allen Maller, “Müslümanların ve Yahudilerin insanların gezegenimizin koruyucuları ve emanetçileri olduklarını, eylemlerinden dolayı Tanrı tarafından sorumlu tutulacaklarına inandıklarını” hatırlattıktan sonra soruyor: “Peki yarım santigrat derecelik bir ısınma (bu sınırı geçtik-EY) gezegenimize ne yapacak?” Eklersek, bu iki dinin takipçilerinin Hıristiyanlıkla el ele Ortadoğu’yu (Ukrayna’yı da unutmayalım) yakıp yıkarken atmosfere ve toprağa saldıkları zehirli gazların, maddelerin, yıktıklarını yeniden yapmanın karbon ayak izinin hesabını kim soracak. Karşımızda yalnızca maddi alanda değil, manevi alanda da tükenmiş, bu durumu aşmak bir yana bir “büyük savaş” olasılığını kanıksamaya başlamış bir uygarlık var.
Ve Türkiye
Türkiye ekonomisi stagflasyon (resesyon+ enflasyon) içinde çırpınıyor; çözüm üretmedeki çaresizlik her gün biraz daha sırıtıyor. Halk sınıfları, enflasyon ve durgunluk altında her gün biraz daha ezilirken rejimin kaygısı başka yerlerde: Varlığını sürdürebilmek için ülkenin doğal kaynaklarını, ormanlarını, madenlerini, hatta sularını; ülke toprağının çölleşmesi, su kaynaklarının, ormanlarının tükenmesi, tarımın ve gıda sisteminin çökmesi, küresel ısınma karşısında tüm savunma olanaklarını kaybetme pahasına yerli ve yabancı “kâr makinesinin organlarının” sınırsız erişimine açıyor. Bir rant ekonomisi, kaynakları, diyanet, eğitim, sağlık, belediyeler, vakıflar, tarikatlara vergi istisnaları üzerinden siyasal İslamın seçkinlerine, yandaş inşaat ve medya gruplarına transfer etmeye devam ediyor.
Ancak bu, haksızlığı, adaletsizliği, ana akım muhalefetin yetersizliklerini, gittikçe derinleşen sömürü düzenini halktan gizlemek, kader/fıtrat ile açıklayabilmek de artık olanaksız. Toplumun geniş kesimlerinde öfke, düş kırklığı, protesto eylemleri, grevler, direnişler yükseliyor.
Bu yükseliş karşısında, rejim bir çözüm üretemeyeceğinin ayırdında olarak hem kayyum atamalarının sergilediği gibi “seçimlerin bir anlamı varmış” gibi yapmaktan, rıza aramaktan hızla uzaklaşıyor. Baskı, şiddet uygulamada “çıta” “bir suç işlemiş” olmaktan, “işlemeye elverişli olmak” gibi sanal gerekçelere, rejimin İsrail ile ilişkileri sorgulayanları tutuklamaya, “kadına şiddete karşı direniş gününü” kutlayanlara şiddet uygulamak gibi artık hiçbir sınırın kalmadığını düşündüren bir düzeye çekiliyor.
Rejim de sınırlarına dayanmışken ayakta kalabilmek telaşıyla “Orası Suriye’nin toprağı ama… Mekke, Medine bende olsa kötü mü olur? Kudüs bende olsa kötü mü olur?” sanrılarıyla atılacak adımlar, sonunda beklenenden çok daha büyük felaketler getirmeye hazırlanıyor.
Kapitalizm gibi Türkiye’deki rejim de böyle devam edemez. İster istemez bir “olay alanı” şekilleniyor. Artık her yerel direniş sadece direnenin çıkarını değil, “olayı” yaratma çabalarını, tüm insanlığın gelecek umudunu temsil ediyor.