ey çocuklar ey çocuklar
elibayraklı ey çocuklar
korkunun döllenmediği günlerin çocukları ey
Hasan Hüseyin
Zorlu bir sürecin sancılarını yaşıyordum 2014’ü 2015’e bağlayan yılda. Her şeye yeniden ve yenilmişlikle başlamak… Öylesine zor geliyordu ki, düşünmeye vakit kalmasın diye oradan oraya koşturuyordum. Düşündükçe acım katlanıyordu. Sanki bir tarafımızı kesmişiz de kendi kendimize yaramızı saramıyoruz. Öylesine çaresiz, öylesine soğuk geçti kış…
İnsanlar ölmeye başlamıştı bir ekim ayı ülkemde. Bir canlının ölmesine alışmamak için çıkmıştık sokağa. 6-8 Ekim’de ölümü kendimize uzak sanıyorduk henüz. Ölümler o kadar uzağa gelemezdi taa İstanbul’a kadar en azından.
Umudumuz Haziran’daydı. Nasıl olsa değişecekti bir şeyler; değiştirecektik biz el ele verince her şeyi. Hiç tanımadığımız insanlarla el ele tutuşuyorduk. ‘özlem bunun içindi; kavga bunun uğruna.
Bir Haziran günüydü 5’inde; hayatımızda ilk defa yaşadığımız yerin tam ortasında patlayan bir bombanın adı geçmişti. Lisa; gencecik bir kadının bacaklarını almışlardı ama içindeki umudu ve yüzündeki gülüşü alamadılar ondan. Dostlarımızı aldılar kirli savaşlarına çekmek için…
Umut 7 Haziran’daydı…
Umut, 5 Haziran günü ağır yaralanan -ne olursa olsun- 7 Haziran seçimlerine gidip onların karanlık yüzlerine bir tokat gibi attı oyunu sandığa. Umudumuz oldu yeniden. Hâlâ ölümü bize uzak sanıyorduk. Hayatımızın rutininde kullanmadığımız kelimelerdendi bomba, bilye, şarapnel…
Temmuz ayı girdiğim bir kafenin duvarında görmüştüm. Kobane’ye çocuklara oyun parkı yapmaya gideceklerdi gencecik pırıl pırıl insanlar. Savaşın çocuklarına biraz olsun soluk aldıracak ve çocuk olduklarını hatırlatacaklardı. 20 Temmuz günü, 19’unda çıktığım yolculuğu tamamlamıştım doğduğum yere. Huzuruyla biraz olsun dinlendirmek için başımı koyduğum yastıktan telaşla uyandım. Suruç’ta bomba patlamıştı. Çoğu gencecik insanlar ellerinde oyuncaklarıyla havaya savrulmuştu. Bizim içimizden bir şeyler; yanlarımızdan dostlarımız gitmişti. Yerine hiçbir şey sığdıramadığımız bedenlerimizle kalakaldık öylece. Hayatımda ilk defa hissettim bu kadar korkunç bu kadar yakından çaresizliği. Ölüm sessizliğini… Diyecek söz; yatıştıracak hiçbir şey yoktu bu acıyı… Tüm bunlar devam ederken geri döndük hayatımıza acımızla. Artık tek isteğimiz vardı BARIŞ. Daha fazla kaybedecek tahammülümüz yoktu. Demokratik kitle örgütleri hislerimize tercüman olup Emek Barış ve Demokrasi Mitingini organize etmişlerdi bir ekim gününe. Gitmek zorunluydu. O barış gelmeden yatamazdık yumuşak yataklarımızda.
En çok çeken de bir duvar yazısı olmuştu beni mitinge:
Engel mi mesafeler aşk yoluna meşk yoluna 10 Ekim’de geliyor musun Ankara’ya?
İçimden gülerek yanıtlamıştım bu soruyu: Elbette-. 9 Ekim akşamı bayram çocukları gibiydik hazırlanırken mitinge. Böylesine coşkulu böylesine güzel dileklerle çıktık yola. Şarkılar, türküler, halaylarla… Alanda arkadaşları görmenin tatlı heyecanı… Aynı hisleri paylaştığın binler… Bunun coşkusu başka hiçbir şeyde yoktur hâlâ da.
Güneşli Ankara’nın karanlık yüzü çıkmıştı ortaya 10:04’te. Yere yığılmış bedenlerimizi kımıldatamıyorduk. Dostlarımız ellerimizi tutarak ölümü yenmemizi beklediler başucumuzda. Kalplerinde ve dillerinde bunu görmek mümkündü. Görebildiğimiz başka şeyler de vardı. Yerden kalkamayan vücutlarımız, az önce sapasağlam gördüğümüz insanların daha sonra farkettiğimiz paramparça bedenlerin üstüne gaz sıkacak kadar öfke duyan güvenlik güçlerini (!). Bakmayın güvenlik dediğime iki bombacı Ankara’nın göbeğine hatta miting alanına kadar gelebiliyor pervasızca.
“Güvenlik” dediğimiz güçlerin bundan sonraki görevleri gaz sıkmaktı üstümüze. Ellerimizle alana taşıdığımız, üzerinde düşünü kurduğumuz ‘barış’ yazısının üstünde şimdi biz yatıyorduk. Kanlı, paramparça Barış Düşçüleri savrulduk havaya. Bize yaşattıkları acının adı, tarifi yoktu. İnsan olan yaşadığına sevinemiyordu. Kızgınlığımıza çare bulamıyorduk. Düşmanın zalimliğini yine tahmin edememiştik.
Ama artık biliyorduk ölümler uzak değildi bize. Ankara’nın orta yerinde de patlayabiliyordu, İstanbul’da da. Sadece sınır bölgelerinde olmak gerekmiyordu artık.
Bugün 20 Temmuz Perşembe, Suruç katliamının üzerinden tam iki yıl geçti. Ankara’nın üzerinden 21 ay, yaralarımız hâlâ taze tıpkı öfkemiz gibi… Bize şunu öğrettiler son iki yılda: Bir arada yan yana durmazsak sıradaki olmayacağımızın garantisi yok. O zaman düşmana söylüyoruz:
Biz beraberiz; birlikte güçlüyüz!
Unutmadık; unutturmayacağız!
20/07/2017 Mardin