Bir cinayet varsa eğer, katil / katiller de vardır.
Ama önce bir noktaya değinmem gerekiyor. Bugünkü, Hürriyet sanal gazetesinde, Ahmet Kaya’nın fotoğraf albümü yayımlamış: http://fotoanaliz.hurriyet.com.tr/galeridetay.aspx?cid=51883&rid=4369&p=1&hid=19255469
Durdum.
Gülümsedim.
İğrendim.
Korktum.
Acıdım.
Acıdım.
Acıdım.
Gazetenin albüme koyduğu başlık da çok ilginç… “Ben yandım siz yanmayın allah aşkına.”
Sözler, sanatçının sürgünlüğünü anlatmaya çalıştığı şarkılarından birnden alınmış…
İrkildim.
Mide bulantısıyla lavoboya seğirttim.
Korktum.
Gidip yeniden elimi yüzümü yıkadım.
Acıdım.
***
Bir cinayet varsa yalnız maktülle değil, katilleriyle de vardır.
Bir cinayet var.
Kürt sanatçı Ahmet Kaya 16 kasım 2000’de ve Paris’te değil, 10 Şubat 1999’da Magazin Gazetecileri Derneği’nin düzenlediği ödül töreninde öldürülmeye başlandı.
Cinayet ilk orada işlendi.
O gece Ahmet Kaya özetle şöyle dedi:
“Ben bu ödülü İnsan Hakları Derneği, Cumartesi Anneleri, tüm basın emekçileri ve tüm Türkiye halkı adına alıyorum, teşekkür ediyorum. Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayımlayacağım albümde bir Kürtçe şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klipi yayınlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayınlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını bilmiyorum”
İlk bağıran Serdar Ortaç mı oldu? Bunun için kayıtlara yeniden bakmak gerek. Ama ilk kışkırtmayı onun sesinden duyduk.
Sonra özür diledi Ortaç. Ama ben nedense bir sahicilik göremedim. Çünkü ‘özür dilemek’ dediğimiz, o bir anlık kusurdan, bir anlık öfkeden pişmamlıkla sınırlı olunca bir kandırmacadır. O kusurun, o öfkenin nedenlerini kapsamadıkça, bu nedenleri gidermeye, onarmaya, insanileştirmeye yönelik olmadıkça, özür bayağılık, sıkıntılı bir anı atlatmak için sığınılan bir yerdir. Böyle olunca o bir anlık öfkeden, kusurdan da pişmanlık duyulduğunu hissettirmez insalara…
Serdar Ortaç’ın ne ırkçılığından, ne ırkçılıktan gelen kazancından vazgeçtiğini gören oldu. Sedar Ortaç, yol açıcılarından biri olduğu Ahmet Kaya cinayetinin berrakça, hakça, halk nezdinde anlaşılması için de herhangi bir çaba göstermedi.
Ahmet Kaya’yı bir şubat gecesi, çatal bıçak sesleriyle, pavyonda, kerhanede bile söylenmeye utanılacak küfürlerin eşliğinde öldürdüler.
Ahmet Kaya cinayeti, ırkçılığın halk katmanlarına yayılma biçiminin bir prototipi oldu.
***
“Sünnetsiz pezevenk” diye bağırıyordu Şenay Düdek.
Özür diledi.
Kimden, Ermenilerden, Rumlardan ya da diğer Hıristiyanlar dan mı?
Ahmet Kaya’ya küfretmek için, bir inancın bir özelliğine tutunan bu insanın özürünü biz şimdi nasıl algılamalıyız?
Sayın Şenay Düdek’e “Ahmet Kaya’nın sünnetsiz olduğunu nasıl bildiğini” soran olamdı. Sormak gerekir; öyle ya, bu pratik bir bilgidir. “Bu bilgiyi nasıl elde ettiniz?”
Ama esas yeniden sormak gerek, Düdek’in özrünün nasıl bir sahiciliği vardır. Biz insanların bir özrü, bir bağışlanma isteğini sahici saymak için gereksinme duyduğumuz hangi etkinliği, hangi insani davranışı göstermiştir.
O gece, şimdi benim burada yinelemeye terbiyemin el vermediği küfürler eden ve o cinayetten sonra hiç sesi çıkmayan Müge Anlı’nın sesi, Van’daki depremden sonra yeniden çıktı. Herhangi bir iyilikle değil. Katıldığı bir caniliğin üzüntüsüyle değil, deprem felaketini yaşayan insanlara “Oh olsun” anlamına gelen seslenişlerle haykırdı…
Çok insan kızdı Anlı’ya. İnsanların çoğu, böyle bir yüzle, yüz yüze yaşamayı sevmeyeceği için kızdı belki. Ama demek ki, Anlı’nın, Ahmet Kaya’ya küfrederken taşıdığı zihin yapısı, kindarlık, ırkçılık bir anlık öfkenin işi değilmiş demekten kendini almıyor insan.
İğrendim.
Ama anladım.
“Atın bu adamı… Kovuuuun… Vatan haini bu…” diye bağırıyordu film yapımcısı Tunca Yönder.
Kovdular.
Ahmet’in ve sevgi değer eşi Gülten Kaya’nın oturduğu masaya çatal bıçak fırlatarak, kovdular.
“Hayvan oğlu hayvan” diye bağırıyordu kadın. “Yürekli bir televizyoncu yok mu, size laf söyledi beyler, hepiniz böyle oturacak mısınız?” Kabadayısını arayarak inletiyordu ortalığı kadın… Adı, Nezihe Kazancı, Kanal 9 televizyonunun Genel Yayın Yönetmeni.
***
Cinayet tek kurşunla, bir hançer darbesiyle işlenmedi.
Magazin Gazetecileri Derneği’nin ödül töreninde yaptığı konuşmadan dolayı Ahmet Kaya’ya, TCK. 169 ve 312. maddeleri gereği 10.5 yıla kadar ağır hapis cezası istemiyle dava açıldı.
***
Bilinçle. Sindire sindire, sistematik olarak işlendi cinayet. Çünkü ırkçılık bir sistematikle işler insanların beyinlerine…
***
Ben böyle bir yazıyı yazmazdım. Ahmet Kaya öldükten sonra, sözcükler hep aynı yere çıkacağı için susmuştum.
Yazmazdım böyle bir yazı, eğer katillerden en büyüğü, hiçbir şey olmamış gibi, onun fotoğraflarının altına “Tarafsızca” şeyler yazarak, öldürdüğü insanı bir de böyle tekmelemeseydi. Yazmazdım inanın, katil, halkın unutkanlığına bu denli güvenerek öldürdüğünün “Ruhunu şad etmeye” yeltenmeseydi.
Yazmazdım, o gazete, o “Kılıç balığının öyküsünü” böylesine kötüye kullanıp ölümüzü böyle ince bir adilikle dürtmeseydi.
***
Ahmet Kaya, 10 Şubat 1999’un gecesinde tam olarak öldürülemedi. Orada güçleri yetmedi. Ahmet, bu saldırganlıklara, mahkeme salonlarına alışkındı.
***
Sonrası var.
Böyle bir olaydan sonra, basında haberler çıkması normaldir. Çıkmalı da. Ama bir haberin doğru olup olmadığını soruşturacak bir kurumun olmadığına inanmamız için her şey yapıldı. Her şey yapıldı ve Ahmet Kaya’yı öldüren silahların arasına yalan silahını da kattılar
Bugün Ahmet Kaya’nın albümünü yayımlayan Hürriyet gazetesi 14 Şubat 1999’da manşetten bir fotoğraf yayımladı:
Bir Kürdistan haritasının üstüne, Abdullah Öcalan’ın fotoğrafını yerleştidiler ve o haritaya Ahmet Kaya’nın fotoğrafını monte ettiler. Haber, Ahmet Kaya’nın 1993’te, Berlin’de PKK için bir konser verdiğini duyuyordu.
Ertuğrul Özkök’ün manşeti şöyleydi:
“Ayıp ettin gözüm”
Haber yalandı. Örneğin fotoğraf söz konusu edilen konseri değil, Kürdistan’ı gösteriyordu. Fotoğraf montajdı, sahteydi. Haberin yalan, fotoğrafın sahte olduğu kanıtlandı.
İnsan olan insana iğrenç gelmez mi?
***
Durmadılar.
İşkence tezgahını kurmuş çalışıyorlardı:
Aynı gazete, 20 Temmuz 1999 günü “Vay Şerefsiz” manşetini attı. Manşetin altındaki haber, Ahmet Kaya’nın Münih’teki konseriyle ilgiliydi.
Haber, parçalayıcıydı. Küfür ediyordu.
Hürriyet’in binasının duvarlarına da astığı yayın ilkelerinden biri şöyledir:
“Kişileri ve kuruluşları, eleştiri sınırının ötesinde küçük düşüren, aşağılayan veya iftira niteliği taşıyan lakap ve ifadeler kullanılamaz.”
Bu gerçek yalan aklında zerre kadar insanlık olanı tiksindirmez mi?
Ve bu haber sanatçıya, ülkesinde yaşama yollarının tümünü kapattırdı. Şöyle ki, Ahmet Kaya o manşetlerden sonra, ülkesinde yaşamaya devam etseydi. Sevgili Hırant’tan önce öldürülecekti.
Türkiye’de, İstanbul’un bir caddesinde basitler basidi bir saldırgana sıktırılan kurşunlarla değil, ama Paris’te sürgünle öldürüldü.
Bir gazete, bir insana saldırmak için, delil yaratır, sahte belge, söz, fotoğraf yayımlarsa bir soran olur değil mi? Basının bir kurumu, ülkenin bir yargı merci bunu yapan gazeteye bir şey söyler diye beklemek çok insanca elbette.
Ama…
Basın Konseyi’nin başındaki adam, aynı zamanda yalancı gazetenin başyazarıydı. Oktay Ekşi…
Ekşi 14 Şubat 1999 tarihli Hürriyet’te şöyle yazdı:
“Ciddiye alsan değmez. Çünkü hançeresinden çıkan sesin ona para kazandırmasından başka, insan olarak hiçbir ‘‘artı”sı olmadığı fizyonomisinden akan bir tip.
Ara sıra ekrana yansıyan görüntüleri zaten, türkü söylemeseydi kötü bir bar fedaisi olurdu dedirtiyor.
…
Zemzem kuyusuna karanlık bir gecede işemek var, gazetecilerin bol olduğu bir yerde aynı haltı karıştırmak var.
O elbet ikincisini seçmiş:
…
Adını anmayı dahi bu sütun için bir zül saydığımız bu yaratık kardeş ise kardeşliğini bilmekle yükümlüdür.”
Alâ!
“Zemzem kuyusunu gece karanlığında kirletmeyi tercih eden” Oktay Ekşi bugün CHP’nin milletvekili.
Tuhaf değil mi?
Tam böyle soracaktım ki vazgeçtim.
Oktay Ekşi’nin yeğeni Ekrem Ekşi, 12 Eylül’ün işkencede öldürdüğü ilk devrimcidir. Yoldaşımdır. Yeryüzü durdukça yoldaşımızdır. Ekrem, göğüs kemikleri kırılarak, vücudu paramparça edilerek öldürüldü.
Ekrem’in, Oktay Bey’in yeğeni olmasının belki hiçbir önemi yok, kimi insan için kanı bağı yeterince önemli olmayabilir. Bu anlaşılır bir şeydir. Ama Oktay Ekşi, işkencede insan öldürenlerin dünyasında yedi ekmeğini, altın kravat iğnelerini o dünya verdi ona. İşkencede akan kanlarla beslendi kendisi de gazetesi de.
Şimdi mebus.
“Yaratık” demişti Oktay Ekşi, Ahmet Kaya’ya; tuhaf değil mi?
Değil.
Oktay Ekşi için sandığa oy atan insanlara, ‘Ellerinize bir kez daha bakın’ demek geldi aklıma. Vazgeçtim. Ben yazarken bile irkiliyorum diye herkesin böyle olması gerekmez ya!
***
Cinayet katilsiz işlenmez.
Emin Pazarcı, Fatih Altaylı ve daha niceleri.
Bu adamların her satırında küfür vardı; nefretin katmerlisi vardı.
Var.
***
“Başkaldırıyroum” şarkısından başlayın Ahmet Kaya’nın; çünkü üzüntü, keder insanın zihnini büzüştürür. İsyan ve sevinç inasanın yaşama kudretini artırır.
***
Gazeteler, Ahmtet Kaya’nın,bugün öldüğünü yazıyor.
İnanıyor musunuz?
16 Kasım 2011 tarihinde yayınlanmıştır…