ABD Başkanı Biden, görevine çok da alışılmamış süreçlerden sonra başladı. Trump’ın gidişi “renkli” oldu. Parlamento basıldı. Biden, bu baskının sonrasında görevine başladı. Aslında, bir süredir, Batı’nın “kamuoyu imalatı”nda etkili “aydın” isimlerinin gündeme gelmemesi için çabaladıkları bir gerçek var: Reagan’dan başlayarak, ABD başkanları, eski kalibrede olmuyor. Ne kültürel birikimleri öyle, ne kapasite ve kavrayışları öyle. Neredeyse durum şuna benziyor: Ey dünya, bakın, biz en “geri zekâlı”mızı başkan yapıyorsak, gerisini siz düşünün! Sanki, bunu demek istiyorlar (halkları bu denli hafife alanlar, aslında maskaralıkta da sınır tanımazlar). Ve sürekli kalibresi düşük kişiler yükseklerde dolaşıyor. Bu durum, sadece ABD’ye özgü de değil. Johnson örneğinde, Macron örneğinde olduğu gibi yaygındır. Bizim payımıza da, Erdoğan düştü. Zavallı Yıldırım Akbulut, çok daha “yüksek profil”li idi. Artık, Batı’nın ünlü “kamuoyu imalatçısı” yazarları, “düşünürleri”, bu gerçeğin üzerini daha fazla örtemiyorlar. Ve önümüzdeki dönemde, günlerde, bu “örtme” gereksinimi de ortadan kalkacaktır. Savaş, tüm hileleri içerse de, daha açık biçimler alır ve bir noktadan sonra, “gizlenecek” şey azalır.
Öyledir, gerçekler inatçı şeylerdir, eninde sonunda ortaya çıkarlar.
Biden, Trump’a göre “daha efendi”, daha “adap bilir” tabii ki daha “demokrat”, daha “savaş yanlısı olmayan” olarak tarif edilmişti. İyi ama bu yalan çok kısa ömürlü oldu. Onlar Biden’ı sunarken de, birçok kişi, Biden’ın aslında ne olduğunu biliyordu. Ama doğrusu, bu imajın, bu kadar kısa süreceğini tahmin etmek zordu. Bu vesile ile bir nota gereksinim var: Artık egemenlerin yalanlarının dayanma ömrü (raf ömrü de diyebilirsiniz) azalıyor.
Kabahat yeni reklam kanallarındadır. Eskiden, bir gazete ilanı ile bin kişiye ulaşılabilirdi. Ama modern kapitalizm, yani tekelci kapitalizm, kitlesel üretime dayalı kapitalizm için bu bin kişi, hiçbir şey demekti. Çare hemen geldi, 1880’lere geldiğimizde, tekellerin egemenliği ile birlikte, 1 milyon tirajlı gazeteler oluşmaya başladı. Yetmedi. Modern fotoğrafın bulunuşu (galiba ilk ortaya çıkışı 1839’da ve Fransa’da olmalıdır) ve giderek kâğıda basılması süreci, işleri daha da geliştirdi. Tekelci sermaye, büyük çaplı kitlesel üretimin ürünlerini satmak için, pazar hâkimiyetini korumak için, ek tekelci kârlar elde etmek için, insanları yönlendirmek için, kitlesel tüketimi yönlendirecek reklamcılığı bir hayli geliştirdiler. Yoksa siz, milyon tirajlı gazetelerin, halk, kitleler haberlere ulaşsın diye mi basıldığını sanmıştınız? Yanılmışsınız, özür dileriz, ama bunu bilmelisiniz. Ne cep telefonları, ne yüz elli yıl önceki gazete tirajlarındaki artış, sizin haberlere ulaşma özgürlüğünüz ile hiç alâkalı değildir. Belki bu bir yan ürün idi. Öyle ya, siz neden içinde haberler dahi olmayan salt reklamlarla dolu bir “gazete”yi satın alasınız ki? Modern reklamcılık, TV, renkli fotoğraf, Freud’un deneyleri gibi şeylerle daha da gelişti. Ve tüketim toplumu, “tükettikçe var olan bir insan” yaratmaya yöneldi. “Sahip oldukların ne ise sen osun” deyimi böyle ortaya çıktı, yani öyle çok eski bir söz değildir, daha dünkü çocuk sayılır. Sahip oldukların senin “kalite”ni belirler oldu. Sen, insan olarak (kadın veya erkek), artık nasıl bir insansın soruları ile karşı karşıya değilsin, bundan kurtuldun (belki buna özgürleşme de diyen olur). Sen yeni bir ölçü ile ölçülüyorsun, “kalite”, “kaliteli adam”, “kaliteli kadın” (kaliteli insan demezler ve demesinler) aslında, sahip oldukları ile değerlendirilen kişidir. Güzel bir elbise tasarladığını düşünen modacı-terzi, “bu güzel elbiseyi ancak güzel bir kadın vücudunun üzerinde sergilersem satabilirim” diye düşünürken, zamanla, “kadını güzel gösteren şey, elbisesi” oldu. Senin güzelliğin beş para etmezin bir başka dile gelişidir bu. Kalite, aslında, toptan bir çekiciliktir ve reklamın satmak istediği “imaj” veya “hayal” için uygun bir terimdir. Kaliteli adam veya kadın, birçok şeyi, bu arada gizli bir beğeniyi, gizlenmiş ve bu nedenle daha cazip hâle gelmiş bir cinselliği de içermektedir. Kaliteli adam veya kadın, şaşırtıcı bulunmalıdır. Çünkü, bana denildiğinde, kendimi mal gibi hissederim. Bir aşağılamadır (Zaten meta ilişkileri, insanın aşağılanmasıdır. Bir de bana kadın veya adam denirken başına “kaliteli” sıfatı eklenmesine neden izin vereyim? Kaliteli adam veya kadın olmaktansa, adam ve kadın kelimelerine gerek duyulmayan “deli” olarak adlandırılmayı yeğlerim). Ama modern tüketim toplumu, yaygın ve etkili reklamları sayesinde, aşağılamayı övgü hâline sokabilmiştir. “Seni güzel gösteren elbisedir” diyerek size satılabilen bir elbise, sizin aşağılanmanızı, övgü ve beğeni olarak algılamanız koşulunda satılabilmektedir. Tüketim toplumu geliştikçe, reklamcılığın da farklı yolları bulunmaya başlandı. Evden işe gidene kadar, sizin tüm yolunuz üstünde, okuyun veya okumayın, yüzlerde reklam size ulaşır. Küçük ekranlarda, metroda, evde, okulda, fabrikada vb. En sonunda cep telefonları ile. Facebook, Instagram vb. kanallar, aslında sizi pazara sunarlar. Sattıkları şey, bizzat sizsiniz. Siz reklam alıcısısınız ve aynı zamanda tüketicisiniz. Yani siz, onlar için insan değil, nesnelersiniz. Ve şimdi size bir tüketici olarak, “tüketici hakları” denildi mi, hoşunuza gitmektedir. Öyle ya, siz tüketicisiniz. Ama bu aynı zamanda, bay kaliteli tüketici, insan olmamak da demektir, farkında mısın?
Nihayetinde, tüm bu tekelci hâkimiyet isteğine uygun hâle getirilmiş araçların, dünyayı saran bu reklam ağlarının bir de sorunu oluşur: Hızla tükenirler, hızla işlevsiz hâle gelirler. Mesela gazete ilanlarına bakın. İlan yok, gazete yok hâle gelmiştir.
İşte Biden’ın kabahati yok derken, bu süreci araya koymak zorunda kaldık.
Biden için çizilen imaj, bu kadar geniş çaplı reklamcılık sektörünün en genel hastalığı ile karşı karşıya kaldı, çabuk tükenmek, etkisini çabuk kaybetmek.
Biden, sadece bu reklamcılık sektörünün azizliğine uğramadı, bir de olayların akışı var. ABD hegemonyası o kadar hızlı inişe geçmiştir ki, bunu durdurmak zordur. Biden, hegemonyasının çözülmesini “kurumların adamı” imajı ile durdurmak için cilalandı ama artık “cilalı taş devri” kadar uzun bir zamana sahip değildi.
Afganistan’dan geri çıkışı, süreci hızlandırdı.
Eylül 2021 sonunda, üç isim, ABD Senatosunun Silahlı Kuvvetler Komitesi’nin karşısına çıktı ve Afganistan sürecine ilişkin, “ifade” verdi. Bu üç isim şunlar: Savunma Bakanı Lloyd Austin, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mark Milley ve CENTCOM (Merkez Kuvvetler) Komutanı Orgeneral Kenneth McKenzie.
Austin, iki temel şeyi söyledi: Birincisi “Afgan ordusunun tek mermi atmadan erimesine çok şaşırdık”larını ifade etti, ikincisi “devlet kurmaya yardım ettik ama bunu ulusa dönüştüremedik.” Bunlar itiraftır. “Ulus yaratma” süreçleri konusundaki emperyalist efendilerin deneyleri, dünyanın her coğrafyası için hesaba katılmalıdır. Bizde “başardılar” mı? Ama konumuz bu değil.
Komite, Austin’e bir soru soruyor: Rusya’dan üs mü talep ettiniz, türündendir soru. Yanıt şöyle: “General Milley, kısa süre önce Rus mevkidaşı ile bir görüşme yaptı. Sizi temin ederim ki Rusya’dan bir şey yapmak için izin istemiyoruz. General kendi adına konuşabilir ama şuna inanıyorum ki general o teklifin ne olduğuna dair mevkidaşından izah istemiştir.” (Gazeteduvar, 29 Eylül 2021). Aynı soru, General Milley’e sorulunca, o, yanıt vermemiş. Ama Milley, Afganistan işgali boyunca, 4 başkanın, 8 genelkurmay başkanının, onlarca savunma bakanının değiştiğini, 20 orgeneralin görev yaptığını söyledikten sonra, “Böyle bir sonuç, son 5 günde veya 20 günde ya da 1 yılda ortaya çıkmadı. Bu savaşın sonucu stratejik başarısızlıktı. Yönetimde düşman var. Dolayısıyla bu sonucun 20 yılın değil, 20 günün çıktısı olduğunu ifade etmenin hiçbir yolu yok.” Biden, çekilme kararını generallerle oybirliği ile aldık, demesine rağmen, Milley, bu görüşmenin çekilmeden sonra, Taliban’ın Kâbil’e girmesinden sonra gerçekleştiğini söyledi. Yani Biden’ı yalanladı. “Gelişmeler itibarımıza zarar verdi” dedi. Beyaz Saray ise, Milley’in bazı açıklamalarını yalanladı.
Şimdi, olayları bir kere daha sıraya dizebiliriz.
ABD hegemonyası çözülmektedir ve bu ne Trump ile başlamıştır ne de Biden ile. Önceden gelen bir süreçtir ve Suriye savaşı, bu süreci hızlandırmıştır.
ABD’nin Afganistan işgali, aslında bu hegemonyayı yeniden ve ebediyen tesis etmek üzere dünya imparatorluğu planlarındaki ısrarının ifadesi idi. Geri çekilmeleri, Milley tarafından “stratejik başarısızlık” olarak ifade edilmektedir.
Suriye savaşı sonrasında ABD’nin güç kaybı daha da arttı ve hegemonyasının çözülüşü, adeta bir eğik düzleme bindi.
ABD, bunu toparlamak üzere, Rusya ve çevresini sarmaya çalıştı. Ukrayna operasyonu budur. Ama istenilen sonuç elde edilememiştir. Hâlâ uğraşıyorlar elbette.
Aynı anda AB ülkeleri ve NATO ittifaklarının desteğini almak üzere onlara IŞİD tehdidi gösterilmiş ve ortak davranmaları istenmiştir. Trump, tüm kovboy tavırları ile NATO müttefiklerini aşağılamış, onlara gözdağı vermeye çalışmıştır. Karşılıklı olarak ticari yaptırımlar devreye sokulmuştur. Ama NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir, diyen Macron, aslında bu sürecin tıkandığını ifade etmiş olmalıdır.
Ve aynı anda, bir ortak hedef oluşturulması denenmiştir.
Bunun üzerine, Rusya ve Çin düşman ilan edilmiştir. Biden, Rusya ve Çin düşmanlığı üzerinden, “kurumların adamı” olarak “beyin ölümü gerçekleşmiş NATO”yu ayağa kaldırmaya yönelmiştir. Gerçekleşen beyin nakli ile NATO, Rusya ve Çin’e karşı açık bir tutum almış, 2030 belgesini imzalamıştır.
Böylece ABD, NATO’lu müttefiklerine, Almanya, İngiltere ve Fransa’ya bazı tavizler vereceğini vadetmiştir. Mesela Kuzey Akım 2 hattını, Almanya’nın isteği ile onaylamak zorunda kalmıştır. Ama mesela İtalya’nın isteklerine o kadar duyarlı olmamıştır.
ABD açısından bu anlaşma, her açıdan anlaşılıyordu ki, geçicidir. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı öncesinde yapılan anlaşmalar gibi. Peş peşe anlaşmalar yapılıyor, peş peşe anlaşmalar bir öncekilerini geçersiz hâle getiriyor. Kimsenin henüz savaşı kazanacağına emin olmadığı hâllerdir bunlar.
Aynı anda ABD, uzaktaki “müttefik” Japonya ile farklı anlaşmalara girmek istedi. Orayı boş bırakmak olmazdı.
Böylece masaya Çin ve Rusya kondu.
Çin ve Rusya başa konulup bir Batı ittifakı yaratıldı vurgusu yapılınca, aslında esas savaşın Rusya ve Çin’e karşı olduğu izlenimini devam ettirilebilecektir. Oysa asıl savaş, ABD, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa arasındadır.
Görüntü, gerçeği gizlesin diye bir kere daha öne çıkarıldı. ABD’nin bu isteği, elbette diğerleri tarafından da çok uygun bulundu. Zira ABD’nin askerî üstünlüğü, onlar için açık idi. Onlar, savaşın daha uzun vadeye ertelenmesinden yanadırlar. Savaşı güncel hâle getiren ABD’nin çözülen hegemonyasını durdurma isteğidir.
Almanya, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, İngiliz hegemonyasını en çok zorlayan iki ülkeden biri idi, diğeri ABD’dir. İngiliz hegemonyasını ekonomik olarak sallayan güçler, Almanya, ABD, Japonya idi, Fransa çok da etkili değildi. Ama sömürgeleri en fazla olanlardan biri elbette Fransa idi. Elbette Fransa, sömürgeleri olan Hollanda, Portekiz ve İspanya’dan çok farklı idi. Portekiz ve İspanya, çok sömürge kaybetti, Hollanda daha az güç kaybı ile savaştan çıktı. Savaşın kazananı Almanya, Japonya olmadı. Kazanan İngiltere oldu ama İspanyol sömürgelerini devralan ABD oldu. Bu ABD hegemonyası için büyük olanaktı ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu hegemonya tam olarak ortaya çıktı, kurumlaştı.
Almanya, her iki dünya savaşında da, çok atak ve heveskâr davranmıştı. Belki İngiltere ve Fransa’ya olan yakınlığı nedeniyledir. Oysa bugünlerde Almanya, son derece sakin davranmayı seçiyor. En azından bunu deniyor. Volkswagen’e ABD cezalar kestikten bir süre sonra, Google’a cezalar kesmiştir. Merkel’in dinlenmesini deşifre ettiklerinde dahi, sanki bunu kendileri yapmamış gibi davranmışlardır. ABD ile ilişkilerini “çatışmalı” olarak ortaya koymak istemiyorlar. Kısacası, Almanya ve Japonya, ABD’nin hegemonyasını çökertmekte olan iki emperyalist güç olmalarına rağmen, oldukça alttan almaktadırlar. Bunun bir nedeni, ABD’nin askerî üstünlüğüdür. Bir diğer nedeni ise, zamanın, şimdilik onların lehine çalışmasıdır. Pandemi süreci göstermiş olmalıdır ki, bu zaman avantajı, her zaman aynı seyri izlemeyecektir.
Tüm diğer emperyalist güçler, ABD’nin “geri geldik” çıkışına “welcome America” olarak yanıt vermişlerdi. Mart 2021 bu görüntülere sahne oldu. Biden, NATO’ya bağlılığını ilan edince, “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” diyen Macron, “ittifaka bağlılık”tan söz etmiştir.
Ama Afganistan’dan geri çekilme süreci, bu cilalı dönemin bazı cilalarını döktü. İngiltere ve Almanya, çekilmeden haberdar olmadıklarını söylediler. Hem her ikisi, öncelikle kendi askerlerini çektiler hem de bilgimiz yoktu dediler. Onlara göre, “büyük güç, büyük sorumluluk” demekti ve ABD bunu yapmalı idi.
Ardından, ilk darbeyi Fransa yedi.
İngiltere ve Avustralya’ya yeni teklifler öneren ABD, bu iki ülke ile daha özel bir ilişki kurmak isteğini ifade etmiş olmalıdır. Ama şartı vardı: Avustralya, 5 yıl önce Fransa ile yaptığı denizaltı alma anlaşmasını iptal etmeli idi. Öyle oldu. Fransa, “sırtımızdan bıçaklandık” dedi.
Demek, artık her emperyalist güç için, “sırtını koruma” dönemindeyiz.
ABD’nin Mart 2021’de geri geldik açıklaması, bazı adımların atılmasını gerektiriyordu.
– Rusya’ya karşı ambargo ve yaptırımlar bunlardan biriydi. AB bunda hiç tereddüt etmedi.
– Çin’e karşı yaptırımlar: AB bunda da tereddüt göstermedi.
– Karadeniz’de Rusya’ya daha fazla yaklaşmak.
– NATO’yu Rusya’ya doğru genişletmek.
– Avrupa’nın doğusuna nükleer füzeler yerleştirmek.
Muhtemeldir ki, bunların her birinin karşılığında da AB bir şeyler almış olmalıdır. Bunların bir bölümü de hayata geçmeye başladı. Ama Fransa’nın Avustralya ile olan anlaşmasının feshinin ABD-İngiltere-Avustralya anlaşması için şart koşulması, bu birkaç ay önce yapılmış anlaşmaların çok da kalıcı anlaşmalar olmayacağının kanıtıdır.
Zaten, AB de, yeni bir Avrupa Ordusu kurulması için çoktan harekete geçmiştir.
ABD, Afganistan’dan çekilme sürecinden sonra birkaç adım atmıştır.
Bunlardan ilki, İngiltere ile daha yakın bir ilişkiyi işaret eder gibidir. Bu konuda ne kadar kalıcı bir yol alacakları da bir tartışma konusudur. Zira, İngiltere, ABD’nin hegemonyasının çözülmesini önlemesini değil, hegemonyayı eskiden olduğu gibi kendisine devretmesini isteyecektir. Yani adaylardan biridir. Doğrusu, ABD hegemonyası, emperyalist savaşla sonuçlanacaksa, Almanya ve Japonya’dan sonra bu hegemonyayı almaya aday olan İngiltere olur. Bu arada kapitalist sistem yıkılmamış olacaksa. Bunu belirtmeliyim, zira, biz tam da bundan yanayız. Sadece yana değiliz, bunun olanaklarını da görüyoruz.
Öyle ise, İngiltere ile yakınlık meselesinin kalıcılığı her zaman bir soru işareti olmak kaydıyla, ABD’nin bu adımı attığını söyleyebiliriz. Bunu Türkiye ilişkilerinde de görüyoruz. Eğer Erdoğan sonrası adayı Akar ise, bu ABD-İngiltere ikilisinin AB’ye karşı masaya sürdüğü bir hamle olmaktadır. Gül’ün de bu hamlenin içinde olacağı açıktır. TC devletinin eski Sovyet cumhuriyetlerine doğru yeniden ateşlenen hamlesi, Turan adına doğumlar yapacaksa, babası İngiltere’dir. Yani, ABD-İngiltere yakınlaşması, Almanya-Fransa aleyhinde olmak üzere, Türkiye’de de devreye sokulmaktadır.
ABD’nin ikinci adımı, Pasifik’te, Çin’e karşı savaşı kışkırtmak, bu alanda Japonya ile daha “derin” ilişkiler geliştirmek, Çin’e karşı Tayvan üzerinden hamleler yapmaktır. Bu adım, hem Japonya’yı kendi çeperinde tutmaya devam etmek hem de aslında Çin’in tüm bölgeyi kapsayan ekonomik hamlelerinin önünü kesmeyi de hedeflemektedir. Çin’i vurabilmek için, navlun fiyatlarını artırarak, gemi ticaretinin pahalı hâle gelmesini sağladılar ve bu uluslararası tekeller, bu yolla Çin’in büyümesini frenlemeye çalışıyorlar. Çin’in bunu aşması çok uzun sürmez. Hem “ipek yolu” projesi bunun önceden öngörüldüğünün bir kanıtıdır hem de Çin’in yük gemilerini devreye sokması çok zor olmayacaktır.
Ama ABD, Japonya, Hindistan ve Güney Kore’nin öncelikli, Endonezya’nın vb. de ardından, Çin ile çatışmaya girmesini istemektedir. Öncelikle bu ülkelerin Çin ile var olan ekonomik ilişkilerini parçalamak istiyorlar. Avustralya da bu çerçevenin içindedir. Avustralya’ya verilen ABD-İngiltere desteği, Çin düşmanlığı üzerindendir.
ABD’nin bu hamleleri, Tayvan önlerine denizaltıları göndermesi olayları ile beslenmeye çalışılmıştır. Haberlere göre, bir ABD denizaltısı vurulmuş, ama ne ile vurulduğu anlaşılamamıştır. Böylece bu hamlelere ABD ara vermiştir. Her şeyde olduğu gibi, “geçici” bir ara demeliyiz.
Dahası, Japonya’nın ABD tarafında harekete geçmesine karşın Rusya, denizaltılarını, uçaklarını sık sık harekete geçirmektedir. Japonya her devreye girdiğinde Rusya da bir hamle yapmaktadır. Sanki Rusya, ABD-Çin çatışmasında, Japonya’ya “sen karışma” der gibidir.
ABD’nin üçüncü adımı ise elçilerini sınır dışı ettiği Rusya ile kapsamlı görüşmeler başlatmasıdır. İlki Ağustos sonunda, ikincisi 30 Eylül’de gerçekleşmiş olan bu görüşmeler, hâlen sürmektedir. Bu görüşmelerde de ABD, farklı bir arayışın içindedir. Kanımızca, ABD, Rusya’ya, “sen Çin’i yalnız bırak, biz de seni rahatsız etmeyelim, Suriye, Karadeniz’den geri çekilelim, Kafkaslarda sorunları çözelim, Ukrayna’dan geri çekilelim vb.” demekte. Elbette bu bir tahmindir. Bunun işaretlerinin görülebileceği tek yer, Suriye sahasıdır. ABD, TC devletine operasyon için ışık yakmamaktadır ve Suriye’deki IŞİD çetelerine daha az destek verme eğilimindedir. İyi ama belki de bu durum, zaten zor durumda olduğu bu sahaya özgüdür denilebilir. Mümkündür.
Öte yandan, Karadeniz’de sürekli ABD ve İngiltere gemileri dolaşmakta, sürekli olarak NATO tatbikatları yapılmaktadır.
Yetmiyor, Ukrayna için ABD sürekli olarak hamleler yapmaktadır. Donetsk’te sürekli saldırılar düzenleyen Ukrayna ordusunu savunmak için ABD, AB’deki müttefiklerine Rusya’nın Ukrayna sınırında yığınak yaptığını anlatmaktadır. Eski neonazileri iktidara getirmeyi başardığı Ukrayna meselesini kaşımak ve bu yolla Rusya’yı tehdit etmek için her fırsatı kolladıkları açıktır.
Bu kadarla da yetinmiyor. Doğu Avrupa ülkelerine yeni silahlar, füzeler yerleştirmektedir. Bu durum Rusya’yı kuşatma siyasetinin de bir adımıdır. Öte yandan, Yunanistan’a sürekli yeni silahlar yerleştirilmektedir.
Ve bu arada, Beyaz Rusya’ya karşı, Belarus’a karşı özel operasyonlar devreye sokulmuştur. Bunun arkasında AB desteği olsa da, esas olarak bu, ABD operasyonudur. Böylece, Kuzey Akım 2 hattının da güvenli bir hat olmayacağını göstermek istemektedir. Almanya’ya, “bu hatta onay veriyorum” derken, aslında bu hattı fiilî olarak ortadan kaldıracak, işlemez hâle getirecek bir hamle hazırlamaktadır.
Tüm bu hamleler, Çin’i yalnız bırakma pazarlığının da bir parçası olabilir. Olabilir çünkü, hem bu denli saldırgan hazırlıklar yapıp hem de Rusya ile kapsamlı görüşmeler yapmak, başka bir anlam taşımaz. Rusya’ya hem bir tehdit gösterilmekte hem de bir uzlaşma yolu, yani hem havuç hem de sopa. İyi ama, Rusya’nın bu süreci izlememesi, görmemesi mümkün müdür? Çin’i yalnız bırakırsa sıranın kendisine geleceğini anlaması çok mu zordur?
ABD, bu üç alandan, yani hem İngiltere ile daha yakın bir ittifak oluşturma hem Pasifik’te Çin’e karşı bir cephe örgütleme hem de Rusya’yı Çin’e destek vermekten alıkoyma alanlarında hamleler yapmıştır.
Mart 2021’in üzerinden, yani ABD’nin “geri döndük” demesinin üzerinden 9 ay geçti. Ve bu dokuz ayın sonunda ABD, hem Batı ittifakının çok da sağlam olmadığını gösterdi hem de savaşın esas hedefi hâline getirilen Rusya ve Çin’in geri adım atmayacağı anlaşıldı.
Rusya ve Çin, bu kapitalist dünya sistemine, ancak birer sömürge olmayı kabul ederlerse dahil olabilirler. Efendiler, yeni ortak istemiyor, yeni sömürge ve yağma alanları istiyor. Mesele bu kadar açıktır.
Bu arada hem Rusya’yı, özellikle de hem de Çin’i içeriden vuracak birçok hazırlık yaptıkları da açıktır. Afganistan’dan “savaşı büyütmek için çekildik” açıklaması biliniyor. CIA’nın Uygur meselesi diye uğraştığı konular açıktır. En son, Eylül ayında, CIA’nın, Çin’i izlemek üzere özel bir birim kurduğu ilan edilmiştir. Sanki, böylesi bir birlik kurduklarını ilan ettiklerinde, Çin titreyecek gibi “imaj” yüklü bu hamleler, bu nedenle yapılmaktadır.
Öte yandan, bir de meselenin, işçi sınıfı, dünya işçi sınıfı, dünyanın emekçi halkları açısından ele alınması gerekir.
Biliyoruz ki, dünyada bugün, işçi sınıfının enternasyonalist bir örgütlülüğü yoktur. Dünya işçi sınıfının her ülkedeki gelişimi, birbirinden birçok farklılık içerse de, büyük ölçüde zayıftır. SSCB’nin çözülmesinin üzerinden 30 yıl geçti. 30 yıllık sürede işçi hareketinin dağınıklığı son bulmuş değildir. Bunu biliyoruz.
Ama aynı zamanda biliyoruz ki, devam etmekte olan sınıf mücadelesi, birçok alanda kendini yeniden suyun yüzeyine çıkarmıştır. Deyim uygun düşerse, en dipten yükselme dönemi başlamıştır. Dünyanın çok çeşitli yerlerinde, işçi eylemleri, toplumsal muhalefet eylemleri, farklı biçimlerde ortaya çıkmış ve belli bir biçimde de varlığını sürdürmektedir.
Bir diğer konu, kapitalist-emperyalist sistemin tükenmişliğidir. 2008 krizi, bunu biraz daha fazla açığa çıkarmıştır. Dünyanın ve insanın yağmasına dayanan, gözü doymaz bir kârlılık üzerine yükselen, hâkimiyet ilişkilerini yaşamın tüm alanlarına yaymış olan, yaşamın her alanını kirleten ve çürüten kapitalist sistem, artık sürdürülebilir değildir. Birçok burjuva demokrat bile, kapitalizmin ömrünü doldurduğu görüşündedir. Gelişen robotlar vb. nedeni ile “işçi sınıfı bitti” diyenler, aslında hiçbir zaman üretim vb. için ihtiyaç duyulmayan kapitalistlerin bittiğini ilan etmek istemeseler de, kapitalist sistemin böyle devam edemeyeceğini itiraf etmektedirler.
Kapitalizm yaşadıkça, üzerinde yaşadığımız gezegenimizi de yok edecektir. Bu nedenle, artık kapitalizme karşı savaş, insanlığın savaşıdır da.
İnsanlığın savaşı dediğimizde, savaşın kapsamının, savaşa katılım için orta sınıfların neden bulmasının da kolaylaştığını söylemiş oluruz. Yoksa, bu savaşın, işçi sınıfının öncülüğünde bir savaş olmasının gerekmediğini söylemiş olmayız. Bu savaşın öncüsü işçi sınıfıdır, devrimci işçi sınıfı.
Bir süredir, sisteme karşı ortaya çıkan eylemlere liberal gözlerle bakanların ortaya attıkları, o eylemlerde gördükleri şey ya da gördüklerini söyledikleri şey, artık savunulabilir değildir. Eylemlere bakıp, “bakın, bu eylemciler, lider istemiyorlar, hiyerarşi demek olan örgüt istemiyorlar” diye bize vaaz veriyorlardı. Vaazlarının ömrü de kısa olacak.
Sanki bizim de gözlerimiz yok, sanki biz onların neden böyle söylediklerini (böyle gördüklerinden emin değiliz) bilmiyoruz gibi. Sanki, tarihte bu kendiliğinden eylemler ilk kez oluyormuş ve kendiliğinden eylemler her zaman lidersiz başlamazmış gibi.
Lider aramıyorlar, hiyerarşi-örgüt aramıyorlar demek, aslında, tam olarak bu eylemlerin başarısız olması için gerekli önlemlerin ne olduğunu açıklamak zahmetidir. Bu açıklamaları bize ulaşsın diye “kamuoyu imalatçıları” tarafından pişiriliyor. Bu koroya katılıp da “ben de böyle görüyorum” diyenler, zaten her zaman çıkacaktır. İşte onları avlamak istiyorlar, bize, işçi sınıfına daha yakın olan “okur yazar takımı”nı hedef alıyorlar. Kamuoyu yaratmanın yollarından biri de budur. Oysa, tüm bu eylemler kendiliğinden eylemlerdir ve kendiliğinden kitle eylemleri, örgütsüz, lidersiz başlarlar.
Evet sizi anlıyoruz, bir devrimin olamayacağını göstermek istiyorsunuz. Bunu bize mi göstermek istiyorsunuz yoksa kendinize mi? Gezi, diyorsunuz, “ne oldu, başarılı oldu mu?” Tam da başarılı olamayacağımızı anlatmak istiyorsunuz. Biz de sizi “hasta” olarak görüyoruz. İnanın iyileşeceksiniz, biraz sabır, biraz inat, eşiğin ardında bekleyen ölüm değil, hayat.
Bir kendiliğinden eylem, adı üstünde, örgütsüzdür.
Bu eyleme katılanlar, dayanılmaz yaşam koşullarına, dayanılmaz haksızlıklara karşı koyma isteğindedirler. Düşünülmüş, planlanmış, sevdiğim ender hukukî terimlerden biri olan ile söyleyeceksek “taammüden” yapılmış bir eylem değildir.
Örgütsüz eylemlerdir ve örgütsüz eylemlerdeki insanlar, kendiliğinden harekete geçtiklerinde, bu durum onların, örgütsüzlüğü savunduklarının kanıtı olamaz. Hiyerarşiden siz korkuyor olabilirsiniz. Ama iş yapmak, hiyerarşi demektir. Hiyerarşi, insanları alt alta, üst üste dizmek demek değildir. İşleri sıraya dizmeyen hiyerarşi, kapitalist devlet çarkında görülür, onlar insanları sıraya dizmeyi daha çok severler. Egemen olmak bu demektir. Oradakine bakarak, bize hiyerarşi dersi vermeyin. Bir yazar, neyi ne zaman yazacağını sıraya dizer, aklına geldiğini yazarak, edebî bir çalışma oluşmaz. Bir işi yapmanın düzeneği olur. Silahın namlusundan çıkan mermilerden biri ilk önce çıkar, diğerleri ardından.
Örgütten uzak durmak isteği başkadır, ama bu gözle olaylara bakarsanız, Gezi’de hiyerarşi yoktur, dersiniz. Oysa Gezi, birçok işin yapıldığı bir alandır ve polisle çatışarak barikatı yıkmak, tam da hiyerarşik bir işbirliğidir. Hangi taş önce atılacak, değil mi ya? Kendiliğindenlikten bir sisteme doğru.
Dünya çapında gelişen eylemlerin daha çok kendiliğinden bir karakterde olması, elbette sistemin yaşadığı krizin de açık ifadesidir.
Ama bu eylemlerin bir başka önemli yönü, kendiliğinden eylemler olmalarına rağmen, “ileri eylem biçimleri”ni de bağırlarında taşımalarıdır. Bir fabrikayı işgal etmek diye bir planı olmayan işçiler, bir anda, çaresizlikten, fabrikayı işgal edebilmektedirler. Buna benzer pek çok yeni mücadele yöntemi devreye girebilmektedir. Bu yeni eylem biçimleri, aslında, işçi sınıfı içinde birikmiş devrimci potansiyelin de bir göstergesidir.
Birçok eylemde, çıplak devlet gücü ile karşılaşan direnişçiler, ciddi bilinç sıçramaları da yaşamaktadırlar. Yine mesela doğayı savunmak isteyenlere müdahale eden polis gücüne kadınlar, “siz kimin polisisiniz” diye sorabilmektedirler.
Bu örnekler, sadece ülkemize özgü değildir. Tüm dünyaya yayılmaktadırlar. Son dönemde Ortadoğu’dan yükselen eylemlere bakmak bile oldukça bilgi vericidir. Lübnan’da, Irak’ta ortaya çıkan eylemler, bir nesnelliğin de ifadesidir. Birdenbire çoğalan kızıl bayraklar, kardelenler gibi betonun altından filizlenmektedir.
Tüm bunlar, devrimci örgütlenmenin potansiyeline ilişkin bir bilgi sunarlar. Yani, dünyanın her yerinde, devrimci örgütlenmelerin gelişeceği, kitlesel işçi hareketlerinin yükseleceği bir döneme girmekteyiz.
Bir de buna, işçi sınıfının değişik bileşenlerinin kendilerini eylem alanlarında ifade etmeye başlamasını eklememiz gerekir. Büyük emperyalist metropollerde “hizmet” sektöründeki işçilerin eylemleri, aslında onların “işçileşmek” konusundaki psikolojik dirençlerinin aşılmaya başlanmasının işaretidir. Fabrikalarda işçilerin daha disiplinli bir yapıya sahip olduklarını biliyoruz. Ama Walmart ya da Google işçilerinin yapısı biraz daha farklıdır. Bu işçilerin, artan sömürü ve kötüleşen iş ve yaşam koşulları karşısında gösterdikleri tepkiler, hem onların kendilerini tanımasını sağlıyor hem de işçi sınıfının bu kardeşlerini sokakta tanımaya başlaması ile sonuçlanıyor.
Önümüzde sınıf savaşımın dünyanın her yerinde daha da sertleşeceği bir dönem olduğunu söylemek mümkündür.
Çelişkilerin keskinleştiği alanlarda, kendiliğinden eylemlerin giderek artacağı, hem sayı ve hem de “nitelik” olarak, söylenebilir.
Ve açıktır ki, dünya çapında devrimin daha hızla mayalandığı alanlar oluşmaktadır. Emperyalistler arası paylaşım savaşımı altında, işçi sınıfının mücadelesinin farklı etkilere açık olacağı da bilince çıkarılmalıdır.
Bugün, dünya proletaryası için önemli olan şey, her parçada gelişen mücadeleyi, daha örgütlü hâle getirmektir. Bunun için, işçi sınıfının, sahte dostlarından yolunu ayırması gerekir. Sonu, kapitalizmi iyileştirmeye varan, ısrarla örgütten uzak durun nasihatlerini veren bu sahte dostlar, mücadeleye en büyük zararı vermektedirler. İster bilerek, ister görevleri gereği, isterse bilmeyerek. Bu “dost”ların masallarını dinleyerek, devrimci mücadelenin, kitle eylemlerinin dersleri çıkartılamaz.
Dünya proletaryası, her parçada, her ülkede, az ama öz bir devrimci yapılanmaya kavuşmalıdır. Ve 150 yıllık devrimci sosyalizm tarihi, bize, bu dirilişin, enternasyonalist karakterinden taviz vermememiz gerektiğini öğretiyor.
İşçi sınıfının dünyanın bir ya da birkaç yerinde, kapitalist-emperyalist zinciri kırmak dışında, gezegenin kurtuluşunun, insanlığın kurtuluşunun, savaşı önlemenin, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya kurmanın, özgürlüğü dünyanın her köşesine yaymanın, özel mülkiyete son vermenin başkaca bir yolu yoktur.
Diyelim ki, bu devrim size çok uzak mı geliyor, kabul ama başkaca yol yok.
Diyelim ki, bu devrim sana çok mu zor geliyor, öyle ise saflarımıza katıl ki kolaylaşsın.
Diyelim ki, bu sana çok uzak bir hayal mi geliyor, sen de hayal et ve saf tut ki, hayaller gerçek hâline gelsin.