Son dönemde yapılan araştırmalar, Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden Nekbe’ye kadar, Milletler Cemiyeti ya da İngiliz hükümeti tarafından gönderilen çeşitli araştırma komisyonlarının gönderdikleri kişileri, Filistin’in sömürgeleştirilmeye devam edilmesinin yerli halk için felaket olacağı konusunda uyardığını gösterdi; 1930 Shaw araştırma komisyonunun sözleriyle;
“Yahudilerin toprak satın alması Arapların ulusal bekası için tehlike arz etmektedir.”
İngilizler, Siyonist göçmenlerin ülkeye girişine getirdikleri sınırlamanın ve Siyonist kurumların toprak satın almasını ciddi şekilde kısıtlamanın Filistinlileri kurtaracağına inanıyordu. Ancak bu politikayı uygulamaya başladıklarında artık çok geç kalmışlardı. Daha da önemlisi Filistin’deki İngiliz hükümeti, Siyonist hareketin mümkün olduğunca az Filistinli ile mümkün olduğunca çok Filistin’i ele geçirme niyetinin farkındaydı ve yine de bu harekete, manda sona erdiğinde Filistinlilerin mülksüzleştirilmesini gerçekleştirmesi için iktisadi, askeri ve siyasi güç sağladı.
Nekbe esnasında Siyonist güçler Şubat 1948’de Kaysariye civarındaki üç köyü zorla boşaltarak etnik temizlik operasyonuna başlarken İngiliz yetkililer ve ordu halihazırda oradaydı ve manda sözleşmesi ve Milletler Cemiyeti’nin bölünme kararı uyarınca Filistinlilerin canlarını ve mallarını korumakla yükümlüydü.
Fakat yerel İngiliz temsilciler, Nisan 1948’de başlayan kent yıkımıyla (kasaba ve mahallelerin sistematik olarak yok edilmesi) etnik temizliğin tırmanmasına seyirci kaldılar. Hatta bazı durumlarda etnik temizliğin uygulanmasında Siyonist güçlere yardımcı oldular. Mülksüzleştirmenin bu aşaması çeyrek milyondan fazla Filistinliyi mülteci konumuna getirdi ve tereddütlü Arap dünyasını geriye kalanları kurtarmak için askerlerini göndermeye zorladı. Ama bunu ancak Britanya 15 Mayıs 1948’de Filistin’i terk ettiğinde yaptılar. Gelinen noktada bu türden bir müdahalenin faydası yoktu.
Mandanın sona ermesinden önce ve sonra Batılı gazeteciler ve BM ve Uluslararası Kızılhaç gibi kuruluşların temsilcileri sahadaydı. Siyonist güçlerle birlikte çalışan Amerikalı gazeteciler El Lid ve diğer bölgelerdeki katliamları haber yapmalarına rağmen bu suçlar kınanmadı; Uluslararası Kızılhaç da sahada olup bitenleri kamuoyuna duyurmadı. Kızılhaç’ın iç raporu, İsraillilerin zorunlu çalışma kamplarına hapsettiği 14 yaşındaki Filistinlilere gösterdikleri muameleden ötürü dehşete düştüğünü gösteriyor. Bu raporlar ayrıca Akka’nın suyunun tifüsle kasıtlı olarak zehirlendiğini de kaydediyor. Tüm bu bilgiler Selman Ebu Sitte gibi tarihçiler tarafından arşivlerden çıkarılana kadar rafa kaldırılmıştı.
Bu sükûnet yeni İsrail devletine önemli bir mesaj gönderdi: 1948 ünlü İnsan Hakları Beyannamesi tarafından aynı yıl kınanan etnik temizlik gibi suçlara, Yahudi devleti söz konusu olduğunda izin veriliyor. Batı’dan ya da BM’den herhangi bir tepki gelmemesi, İsrail’in temizlik operasyonlarının ardından Filistin köylerinin yıkıntıları üzerine Yahudi yerleşimleri inşa ederek ve dinlenme parkları kurarak Filistin kültürüne ve yaşamına dair her türlü izi silmesiyle devam etti.
Batı’nın sükûnet mazisi 1950’lere kadar, 1950’lerin başında mülklerini geri almaya çalışan Filistinlilerin öldürülmesi, İsrail içindeki Filistinli azınlığa uygulanan katı askeri yönetim ve Kibye ve Kefr Kasım katliamlarına kadar sürdü.
1967’de Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin işgal edilmesinden sonra İsrail’in Suriye’ye ait Golan Tepelerinde gerçekleştirdiği büyük etnik temizliği de içeren suç politikaları hakkında bilgi toplamanın çok daha kolay olması, Batı’nın ahlaksız tepkisini değiştirmedi. Bu sadece Batı’nın ikiyüzlülüğünü ve İsrail’e tanınan istisnacılığı teyit etmiş oldu.
Ama herkes sessiz kalmadı. Batı dünyasını temsilen sahada bulunan insanlar gördüklerini ve duyduklarını kaydettiler. Saygın uluslararası örgütleri ve BM tarafından gönderilen soruşturma komitelerini temsil ediyorlardı ve Tel Aviv, Kudüs ya da Ramallaht’aki diplomatik elçiliklerin bir parçasıydılar. İsrail’in tarihi Filistin’in çeşitli bölgelerinde yarattığı felaketin coğrafyasını doğru bir şekilde kaydeden ayrıntılı haftalık, aylık ve yıllık raporlar sundular. Avrupa Komisyonu’nun şu anki başkanı Ursula von der Leyen’in İsrail’in çölü çiçeklendirdiğini söylerken biraz daha dikkatli bakması gereken bir tablo çizdiler; aslında hâlihazırda çiçek açmış olan Filistin, İsrail sömürgeciliğiyle çöle dönüştü.
Batılı hükümetlerin bu konuda toplumlarının geniş kesimlerini temsil etmediğinin hepimiz farkındayız ve İsrail’e dönük resmi politikalar ile bu konudaki kamuoyu arasındaki uçurumun kapatılmasını bekliyor ve birçoğumuz da bunun için çalışıyoruz. Son yıllarda İsrail, antisemitizmi ve son zamanlarda Holokost inkârını silah olarak kullanarak kamuoyundaki bu kesimlere karşı savaş açtı ve söz konusu kişi ve kuruluşları susturmaya çalıştı. Ama nafile; Filistin ile dayanışma sürekli genişliyor ve büyüyor.
Fakat sahada giderek ivme kazanan soykırım politikası, Batılı hükümetlerin ışığı göreceği günü sabırla beklemeyi Filistinlilerin bedelini karşılayamayacağı bir lüks haline getiriyor. Hoşumuza gitsin ya da gitmesin, ki çoğumuzun gitmiyor, dünyanın pek çok yerinde hayatlarımız karar alıcılar tarafından tayin ediliyor — Tanrı’ya şükürler olsun ki hayatın her alanında olmasa da bu politikalar yaşam ve ölüm meselelerinde, savaş ve barış, baskı ve özgürlük durumlarında — kaderimizi önemli ölçüde etkiliyor.
Karar alıcılar, nadiren ahlaki kaygılarla hareket eden insanlar ama bunlar hakkında konuşmaktan asla vazgeçmezler. Onlar yalnızca seçimleri, görünürlüğü ve seçilmelerini sağlayacak öbür hususları dikkate alırlar. Bu durum liberal demokrasiler için geçerli olduğu kadar diğer hükümet biçimleri için de geçerli.
Küresel anlamda — küresel kuzeyde ve güneyde — hükümetler üzerinde baskı kurma zarureti tek bir siyasi görüşe, tek bir partiye ya da sadece seküler veya dindar insanlara ait değil.
Solun dünyanın pek çok yerinde Filistinlilerle dayanışma hareketine tarihsel olarak öncülük ettiği doğru ve bu inkâr edilemez. Ancak Filistin’in herkese ihtiyacı var; liberal ve muhafazakâr partilerde geçmişte ve bugün en az diğerleri kadar Filistin yanlısı olan insanlar var ve geleneğe ve dine inanan insanların büyük bir çoğunluğu Filistin’in kurtuluşunu kutsal bir gaye olarak görüyor.
Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar (BDS) Hareketi, Filistinlilerin haklarına odaklanan ve kapsayıcı dayanışma eylemleri için daha geniş bir zemin sağlayan böylesine geniş bir katılımı birden fazla kez mümkün kıldı. Hareket, sivil toplumun pek ve önemli kesimine yönelik. BDS’yi tamamlayan ve onunla işbirliği içinde olan yeni bir girişim, parlamentolardan apartheid İsrail karşıtı komisyonlar oluşturulmasına öncülük etmelerini ve dünya çapında bu komisyonlardan oluşan uluslararası bir ağın parçası olmalarını istedi.
Umarım parlamenterlerin ve hükümet yetkililerinin BDS’yi açıkça desteklemekte tereddüt edecekleri yerlerde — ki muhtemelen prensipte destekleyeceklerdir — Uluslararası Af Örgütü ve diğer insan hakları örgütleri tarafından açıkça belirtildiği üzere apartheid devletini yola getirmekten imtina etmezler.
Parlamento üyeleri nezdinde bu girişime dönük pozitif tepkilerin işaretleri şimdiden görülmeye başlandı. Bu, dayanışma hareketinin ne kadar geniş, kesişimsel ve çok yönlü olduğunun ve olabileceğinin bir örneği. Yatay olarak, yani Filistin dayanışmasının dünya çapında birlikte çalıştığı grupları genişleterek büyük işler yapıldı. Fakat parlamentolardan, devlet memurlarından vb. vazgeçmeden daha dikey ve derinlemesine çalışmalar da yürütülmeli. Siyonist lobilerin tartışılmadığı ya da baskın olduklarına inandıkları konfor alanına girmenin zamanı geldi.
Her zaman olduğu gibi Filistinliler için varoluşsal bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuz için aciliyet söz konusu.
Sol görüşlü olanlar da dahil olmak üzere İsrailli Yahudiler, geçen haftanın büyük bir bölümünü yemeklerini yerken televizyon ekranlarında hava kuvvetlerinin Gazze Şeridi’ndeki evleri yerle bir ettiği görüntüleri tekrar tekrar izleyerek geçirdiler. Bu grotesk şiddete katılan pilotlardan bazıları, sağcı İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu tarafından sunulan yargı reformuna karşı protesto hareketinin bir parçası olduklarını gururla belirten pilotlarla aynı kişilerdi. Hakikaten de “demokratik bir hareket”.
Bunu İsrail medyasında işitilen yorumlarla birleştirdiğinizde İsrail’in hasta ve tehlikeli bir ulus haline geldiği sonucuna varabilirsiniz. Bu mesajın dünyanın dört bir yanındaki politik sistemlerin en tepesine, esasında her topluma, her yere açıktan yayılması gerekiyor.