bile olsan
gerçek hâlâ gerçektir.”
Franz Fanon sömürge halklar için “Yeryüzünün Lanetlileri” deyimini kullanır. Bu saptama azınlıklar için de geçerlidir. Çünkü azınlıklar, tüm ezilenlerin en alt kesimini oluştururlar. Onlar, her yerde yabancıdır, istenmeyendir, sığıntıdır ve sömürülenler tarafından da aşağılanır, hor görülürler. Yani kelimenin tam anlamıyla “Yeryüzünün Lanetlileri”dirler…
Viktor E. Frankl’ın, “Auschwitz’den bu yana insanın ne yapabileceğini biliyoruz. Hiroşima’dan bu yana da neyin tehlikede olduğunu biliyoruz,” notunu düştüğü yerkürenin evvelinde de “Auschwitz’ini, Hiroşima’sını” defalarca yaşa(tıl)mış azınlıklar konusunda Türkiye’de (ve kapitalist dünyada) vahim bir bilgisizlik söz konusudur.
Bu önemli, zorlu ve netameli meseleyi resmî ideolojinin “kirlenmiş” bir kavram olarak sunduğu “sır” değilken; “Kimlik kaynaklı çalkantıların hüküm sürdüğü bir dünyada, herkes bir başkasının, bazen de tüm tarafların gözünde kaçınılmaz olarak hain hâline geliyor. Her azınlık mensubu, her göçmen, her kozmopolit kişi, her çifte vatandaş potansiyel ‘hain’ oluyor,” vurgusuyla ekler Amin Maalouf:
“Çağımızın en ağır basan özelliği, tüm insanları bir bakıma göçmen ya da azınlık hâline getirmek değil mi? Hepimiz köklerimizin dayandığı topraklara hiç benzemeyen bir evrende yaşamaya zorlanıyoruz; hepimiz başka diller, başka ağızlar, başka işaretler öğrenmek zorundayız; hepimiz çocukluğumuzdan beri hayal ettiğimiz biçimiyle kimliğimizin tehdit altında olduğu izlenimine kapılıyoruz.”
“Adınızın Pierre ya da Mahmut ya da Baruh olduğunu itiraf etmekten korktuğunuz ve bunun dört ya da kırk kuşaktan beri sürdüğü bir ülkede yaşıyorsanız; zaten yüzünüzde aidiyetinizin rengini taşıdığınız için, bazı yerlerde ‘görünür azınlıklar’ denilen azınlıklardan olduğunuz için böyle bir ‘itirafta’ bulunmanıza gerek bile kalmayan bir ülkede yaşıyorsanız; o zaman ‘çoğunluk’ ve ‘azınlık’ sözcüklerinin her zaman demokrasi sözlüğünün içinde yer almadığını anlamanız için uzun açıklamalara ihtiyacınız yoktur.”
Tam da bu koordinatlarda anımsanması gereken John Dalberg Acton’un, “Bir ülkenin özgür bir ülke olup olmadığını değerlendirmek için en iyi test azınlıkların sahip olduğu hakların güvence altına alınıp alınmadığına bakmaktır,” saptamasıyken; “Hiç ayrım gözetmeden hak dağıtan bir liberallik yok oluşla sonuçlanır-tıpkı azınlık haklarını çiğneyen ve böylece ilkelerine uygun davrandığı demokrasinin içini boşaltan bir çoğunluk iradesi gibi,” uyarısıyla dikilir karşımıza Theodor W. Adorno…
Yaşadığımız coğrafyanın tarihi ile yaşa(tıl)dıklarımız açısından da haksız da değildir!
“Nasıl” mı?
Örneğin Kırşehir Milletvekili Müftü Müfid Efendi’nin “Biz Türk Milleti” diyerek yaptığı konuşmasında, “Türk demek Kürt demektir, Kürt demek Türk demektir. Çerkez demek Türk demektir. Laz demek Türk demektir. Bizde ayrılık yoktur,” ifadesinde somutlanan hâlden tutun da; “Bu vatanda sadece Türk fikri, Türk ülküsü, Türk davası hâkim olacaktır… Türk olmanın tek şartı bir Türk kadar, Türk olmaktır,” ifradına uzanan dayatmadan söz ediyorum.
Bu öylesine bir “hâlet-i ruhiye”dir ki kimilerine, “Meşrutiyetten beş ay sonra 17 Aralık 1908 tarihinde meclis resmen seçilen 260 milletvekili ile açıldı. 127 Türk, 60 Arap, 25 Arnavut, 23 Rum, 12 Ermeni, 5 Yahudi, 4 Bulgar, 3 Sırp ve 1 Ulah milletvekili ile açılan meclis memleketin yönetimini ele almıştı ama 127 Türk milletvekili sayısına göre, azınlık milletvekili sayısı 133 kişi olmuş ve garip bir durum ortaya çıkmıştı,” dedirtebilmiştir!
Azınlıkları, çoğunluğun “şeytanlaştırılmış ötekisi” ve hatta düşmanı olarak gören hâkim anlayış(sızlık); Ahmet Taner Kışlalı’nın kaleminden, “Demokraside çoğunluk yönetir, ama azınlık susturulmaz… Demokrasi, azınlıkta olanların da güvence altına olduğu, özgürlüklere saygılı bir çoğunluk yönetimidir,” dese de bunun ciddiye alınabilir bir yanı yoktur.
Çünkü aynı yazar şu tehdidi de eklemeden edemez: “Bu topraklarda yaşayan büyük çoğunluğun değerlerine ve duygularına saygı göstermeyenler, kendi azınlık değerlerine saygı gösterilmesini sağlamakta zorlanırlar.”
“Çoğunluğa saygı” denilen şey azınlığı azınlık olmaktan çıkartan asimilasyondur!
Tam da bu noktada “çoğunluk” deyimi ile kastedilen egemenliğin asimilasyon ve/veya şiddet unsuru içeren öğelerle ötekileştirdiklerini “yok etmeyi” amaçlayan siyasî iradesi olmuştur.
ETNİK KIYIM YA DA ETHNOCIDE
“Yok etmek”…
“Öteki’ kimdir?” sorusuna yanıt ararken aslında hepimizin birbirimize karşı öteki olduğunu görürüz. Etnik köken, din ve coğrafya insanları ötekileştiren nitelikler olsa da, esas olarak alınması gereken neden ekonomiktir. İlkel komünal toplumdan feodal topluma ve bugüne -kapitalizme- “öteki”leştirme ekonomik anlamda oldu. Üretim araçlarım ellerinde bulunduranlar diğerlerini “öteki” hâline getirdi ve onların emeğiyle yaşamlarını sürdürdüler. Günümüzde “öteki” kavramı yoksulları, ezilmişleri, toplumdan dışlanmış ama o toplumu ayakta tutan değerlere sahip insanları tarif etmektedir.
Özne nesne diyalektiğinde insan, kendisini merkezî bir konuma yerleştirince doğayı da yaşadığı çevreye hükmetme bağlamında “öteki” konumuna yerleştirdi; bu duruma tamamıyla hâkim olunca da, kendisine başka ötekiler bulma istenciyle çevresindeki insanları ötekileştirmeye başladı.
Özne “öteki” üzerinden kendisini tanımlar, özne için “öteki” vazgeçilmezdir. Çünkü varoluşunu tanımlayabilmesinin zorunlu koşuludur. Toplumsal anlamda bir yapının kendini tanımlayabilmesi için de “öteki”ne ihtiyacı vardır ve “öteki” olmadan kendi konumunu belirleyemez. Örneğin, milliyetçiliğin var olması için bir düşmana ihtiyacı vardır. “Öteki” bir halk, inanç, düşünce ya da farklı olan herhangi bir grup olabilir.
Türkiye’de Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Gürcüler, Lazlar, Çerkesler, Süryanîler, Keldanîler, Yahudiler, Araplar, Romanlar, Alevîler, Hıristiyanlar, LGBTİ+ bireyler, sosyalistler, komünistler, anarşistler ve daha birçok etnik, inanç ve düşünce topluluğu “öteki”dir.
Kuruluşundan bu yana Türkiye Cumhuriyeti “Türk-Sünnî” çoğunluğun dışındakileri ötekileştirmiş, sürekli ve sistemli bir devlet politikasıyla onları tehdit olarak görmüştür. Bu tehdit unsurları bazı dönemlerde hedef hâline getirilmiş ve kanlı olaylar yaşanmıştır.
Çünkü “ulus”u karakterize eden hâkim etnik grup, diğerlerini kendi kültürel kimliği içerisinde özümseyerek eritebilir. Asimilasyon, kaynaklara erişimin hâkim grup içerisine katılmaktan geçtiği düşüncesiyle azınlık (iktisadî, siyasal ve toplumsal kaynaklara erişimde dezavantajlı olma anlamında) grup tarafından gönüllüce benimsenebileceği gibi, hâkim grubun dayatmalarıyla da gerçekleşebilmektedir. Bir etnik grubun kültürünün yasaklanması ve grubun hâkim kültürü benimsemeye zorlanması, uç biçimiyle etnik kıyım ya da ethnocide adını alır.
Etnik kıyımın en üst aşaması soykırımdır ki, bunun da unsurları şöyledir: i) Planlı bir işgal ve yok etme harekâtı; ii) Düşmanca, nefret içeren, bu nefreti karşı tarafa açıkça belli ederek aşağılama, hakaret yolu ile kışkırtmak ve savaşmaya zorlamak; iii) Barbarlığın yönetim politikası hâline gelmesi, sıradanlaş(tırıl)ması ile vb.leri…
Soykırım insan(lık)a karşı işlenmiş suçların en büyüğüdür. Bu suç Birleşmiş Milletler (BM) tarafından Genel Kurul’da alınan kararla şu biçimde tanımlanmıştır:
“Soykırım, ırk, canlı türü, siyasal görüş, din, sosyal durum ya da başka herhangi bir ayırıcı özellikleri ile diğerlerinden ayırt edilebilen bir topluluk veya toplulukların bireylerinin, yok edicilerin çıkarları doğrultusunda önemli sayıda ve düzenli biçimde yok edilmeleridir. 1948’de Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde (SSECS) hukuksal bir tanımı bulunmaktadır. Sözleşmenin 2. maddesi soykırımı, ulusal, etnik, ırksal ve dinsel bir grubun bütününün ya da bir bölümünün yok edilmesi niyetiyle girişilen şu hareketlerden herhangi biri olarak yanımlanır: grubun üyelerinin öldürülmesi; grubun üyelerine ciddi bedensel ya da zihinsel hasar verilmesi; grubun yaşam koşullarının bunun grubun bütününe ya da bir kısmına getireceği fiziksel yıkım hesaplanarak kasti olarak bozulması; grup içinde doğumları engelleyecek yöntemlerin uygulanması; (ve) çocukların zorla bir gruptan alınıp bir diğerine verilmesi.”
İnsanlık tarihi hiçbir döneminde XX. yüzyıl kadar kanlı olaylara ve vahşetlere tanıklık etmemiştir. Bu yanıyla XIX. ve XX. yüzyıl tüm zamanların en kanlı ve barbar yüzyılıdır.
Milliyetçilik hastalığı ve dincilik-bilimcilik teraneleri XX. yüzyılın en büyük habis hastalığıdır. Bu hastalıklar doğru anlaşılmadan, Aborijinlerin, Maorilerin, Cezayirlilerin, Amerika yerlilerin, İnkaların-Mayaların, Yahudilerin, Ermenilerin, Boşnakların, Vietnamlıların ve daha nicelerinin yaşadığı soykırımı anlayamayacağız; anlatamayacağız!
DÜNYA HÂLLERİ
Yerküre azınlıklar için bir cehenneme dönüşmüşken; işte azınlık hâllerine ilişkin muhtelif örnekler!
Mesela dinî azınlıklar: Yalnızca 2015 yılında Ortadoğu’da 7 bine yakın Hıristiyan katledildi. Bu cinayetlerin tamamına yakını azınlıklara dinî nefretle ilgili…
1920’ler Suriye’sinde Hıristiyan nüfusun oranı yüzde 30 iken, bu oran artık yüzde 10’dan daha az…
10 yılda Irak’ta yaşayan 1.5 milyon Hıristiyan’ın üçte ikisine yakını evlerinden ayrıldı örneğin. Irak’ta Hıristiyanların sayısı 1.4 milyondan 275 binin altına düştü…
Tıpkı coğrafyamızın Kars bölgesindeki Malakanlar gibi… Hac, ikon, savaş ve dinlerin tüm dayatmalarını reddedip, Mahatma Gandi hareketini andıran bir felsefi stratejiye sahip Malakanlar, “dünyanın en pasifist etnik grubu” olarak da biliniyor…
Ya da Mart ayıyla ilişkilendirilen mitolojik bir karakter olan Baba Marta (Marta Nine), efsanelerinde Güneş Kızı esir alan Rabats isimli zalim canavara karşı başkaldırıyla müsemma Pomaklar…
Evet, otokton azınlıklara reva görülenler sömürgecilik tarihinin özetidir sanki…
1492’de Atlantik Okyanusu’nu aşan Cristof Colomb’un, Amerika kıtasına ölüm, yağma, tecavüz ve “soykırım” getirmesindeki üzere…
Ya da, yüzlerce yerel kabilenin yaşadığı Venezüella-Brezilya sınırında Amazon ormanlarındaki katliamlar gibi… Amazon ormanlarında dünyadan kopuk biçimde yaşayan Yanomami halkından 80 kişinin kaldığı bir kampa, Brezilyalı altın avcıları helikopterle saldırıda bulundu…
Ayrıca ‘Kömür Eylem Ağı/ Coal Action Network’nün 3 Mayıs 2018 tarihli raporu, Güney Sibirya’nın Kuzbass bölgesindeki kömür madeni genişlemesinin bölgedeki yerli topluluklarından Şorların yaşam alanları üzerinde yol açtığı tahribatı ortaya koyuyor. İnanış ve yaşam biçimleri doğrudan bulundukları çevreye göre şekillendiği hâlde genişleyen madencilik aktiviteleri yüzünden, kendi deyişlerine göre topraklarında yavaş bir ölüme teslim edilen yerli Şor nüfusu, 7 yılda yaklaşık yüzde elli azalma gösterdi…
Bilindiği gibi yerkürenin birçok ülkesinde yerliler yerlerinden edildi, arazileri, su kaynakları gasp edildi. Ekonomik koşulları kötüleşti, sosyal yaşam alanları daraldı. Kanada’da da benzer süreç yaşandı. Yerliler toplu intihar girişimlerinde bulunuyor. Kanada’da Ontario eyaletindeki 2 bin kişilik bir yerli kabile, bir günde 11 yerlinin intihar girişiminde bulunması üzerine acil durum ilan etti. Olayın yaşandığı Attawapiskat kabilesinin şefi, intihara kalkışanların sayısının çok arttığını açıkladı.
Bu elbette nedensiz değil ve bir geçmişi de var: Kanada’da ailelerinden zorla alınarak kiliselere ait yatılı okullarda kapatılan yerli çocuklar konusunda Büyük Şef Bellgarde, “Yatılı okullar, Kanada tarihinin kara sayfasıdır. Bu okullarda bize, çocuklarımıza kültürel soykırım yapılmıştır,” dedi.
İlki 1840’ta Batı Kanada’da açılan yatılı kilise okulları, 1883’e gelindiğinde federal devletin “yerlileri çocukken yok edin” prensibinin uygulama merkezleri hâline geldi. ‘Hakikât ve Uzlaşma Komisyonu’nun Başkanı Hâkim Murray Sinclair, yatılı okullarda 6 bin çocuğun öldüğünü söyledi. Kendisi de aynı zamanda Manitoba eyaletinin ilk yerli kökenli hâkimi olan Murray Sinclair, CBC’de yaptığı açıklamada, “çocukların çoğu yetersiz beslenme ve hastalıklardan öldü. Araştırmalarımızda bazı çocukların deneylerde kullanıldıkları sırada öldüklerini de saptadık,” dedi.
Kanada yerlilerine reva görülen Afrika’da da farksızdı!
1904-1908 kesitinde Alman İmparatorluğu’nun kolonisi Güneybatı Afrika’da yerli halklar Herero ve Namalara yapılan soykırım gibi…
Namibya’da 1904-1908 kesitinde katledilenlerin 100 bini aştığı öngörülürken; General Lothar von Trotha, emrindeki askerleri halkın üstüne salarak ölüm kusmuş ve Herero’lara yazdığı mesajda şunları demişti: “Ben, Alman kuvvetlerinin muzaffer komutanı, bu mektubu Herero halkına gönderdim… Bilesiniz ki tüm Hererolar burayı terkedecektir. Alman sınırları içinde bulunacak silahlı ya da silahsız her Herero, bir hayvanla beraber olsun olmasın, vurularak öldürülecektir. Şu andan itibaren karınızı ya da çocuğunuzu da bu topraklarda istemiyoruz. Onları da ya süreceğim ya da vuracağım. Herero’larla ilgili kararım budur.”
Ya “Aborijin topraklarının nükleer atık deposu”na döndürüldüğü Avustralya?
Ya da ABD?
Amerika, Afrika, Asya ve Pasifik adalarında 370 milyondan fazla insan, “yerli halklar” olarak tanınıyor. ‘Uluslararası Yerli Halklar Çalışma Grubu’na göre, bu insanlar dünyadaki en yoksul, dışlanmış ve haksızlığa uğramış topluluklar arasında yer alıyor. Resmî rakamlara göre, ABD vatandaşlarının yaklaşık 5 milyonunu (yani yüzde 1.6’sını) yerliler oluşturuyor. Bunlar, beyaz adamın yol açtığı hastalıkların yanı sıra soykırım ve tehcir kampanyalarından sağ kurtulan bir avuç insanın torunları ve durumları hâlâ vahim!
YA “BİZ”?!
Vercihan Ziflioğlu, Çarlık Rusyası’nın yıkılmasına yol açan Ekim Devrimi’nden sonra, ülkelerinden ayrılmak zorunda kalmış, pek çoğunun ilk durağı İstanbul olan Beyaz Rusları anlatır.
Parası olanlar yurtdışına gitti. Ekmek alacak parası dahi olmayanlar da İstanbul’da kaldı. Bir kısmı Anadolu’ya kaçırıldı. Prensesler terzi kalfalığı yapmaya başladı. Soyadı kanunuyla bütün azınlıkların soyadı değiştirildi. Ama bunlarda T.C. kimliği verilirken isim de değiştirilmiş. Roksana Umarov’lar olmuş Rukiye Umar’lar. Beyaz Ruslar yaşantılarıyla göze çarpıyordu. Ve zamanla onlar da Türkiye’den ayrıldı.
Çarlık Rusyası’ndan İstanbul’a, ressam, müzisyen, yazar, fotoğrafçı, balerin, sporcu ve beyin göçü olmak üzere büyük bir Beyaz Rus göçü yaşandı. Bugünkü Çiçek Pasajı’nın adını nereden aldığını hiç düşündüğünüz oldu mu? Galatasaray’da bulunan pasaj, ismini Beyaz Rus kızların orada çiçek satmasından alıyor. Sanat İstanbul’a taşındı. Gazino, restoran ve plaj gibi kültürlerin Türkiye’de yerleşmesinde Beyaz Ruslar öncü oldular. Bir dönemin gözde mekânı Maksim Gazinosu’nu da onlar açtı. Rejans Restoran’ın sahibi de, Kırım Prenslerinden Selim Tarhan’dı.
İstanbul’da merkez semtleri arasında yolcu taşıyan dolmuş şoförlerinin neredeyse hepsi, Beyaz Ordu birliklerinde görev yapan zırhlı araç şoförleriydi. Böylelikle İstanbulluları dolmuşculuk kavramlarıyla tanıştırdılar. Ayrıca makam şoförlüğü mesleğini de onlar İstanbul’a taşıdı. Gürcü Kral’ın torunu Prens Luarsab Dadiani Kadıköy’de çorap satar. Çarlık Rusyası’nın Cinayet Şubesi Başkanı General Arkadiy Fransteviç Koşko da İstanbul’a geldi. Ve İstanbul’daki ilk dedektif bürosunu açtı.
Nâzım Hikmet’e benzerliğiyle bilinen Kazimir Pamir, Deniz Gezmiş’le omuz omuza mücadeleler vermiş, idamla yargılanmış. 68 ruhunun en yılmaz bekçilerden biri olan Pamir’in de soyadı daha önce Çibas’mış. Öte yandan ‘Çarlık Rusya Votka Kralı’ takma adıyla tanınan Petr Asenyeviç Smirnov’un oğlu Vladimir Peroviç Smirnov da İstanbul’a gelenlenlerin arasında. Smirnoff votkası olarak dünyaya nam salan votkanın üretim tesislerinden birini Tarlabaşı’nda açtı. Beyaz Rus olan Vasilisa Denisenko’nun Alman anneannesi Irma Kayzer de Kars gravyerinin mucididir.
Natalya İvanovna Jilo, İstanbul’da bir ilki gerçekleştirerek vokal stüdyosunu açtı ve öğrenci yetiştirdi. Piyanist Valentina Yulinovna Taskina, İstanbul Radyosu’nun ilk piyanisti oldu. Leyla Arzuman adını alan Balerin Lidiya Krassa Arzumonova, İstanbul’daki ilk bale stüdyosunu açtı. Ve ismi Türk balesinin kurucusu olarak tarihe yazıldı. Ressam Nikola Perof, Şehir Tiyatroları’nın baş ressamı oldu.
Özetle Deniz’e yoldaşlık yapan, Çiçek Pasajı’na adını verip, yolu İstanbul’dan geçen 200 bin Beyaz Rus’tan sadece 9 kişi kaldı.
Ve Afro-Türkler… XIX. yüzyılın sonlarından beri Anadolu’dalar. Köle olarak gelip özellikle İzmir çevresinde pamuk tarlalarında çalıştırıldılar. 1926’da TC onlara kimlik vermiş…
Afrika kökenli Türkler ya da Afro-Türkler, genellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli dönemlerinde köle ticaretiyle ya da başka yollarla Afrika’dan Anadolu’ya gelerek yerleşenlerin çocukları ve torunlarıdır. Bir kısmı Ege ve Akdeniz bölgesinde yerleşerek tarım alanında çalışmış, köyler oluşturmuşlardır.
Osmanlı döneminde Nijer, Suudi Arabistan, Libya, Kenya ve Sudan’dan Afrika kökenliler, genellikle Zanzibar üzerinden köle ticareti yoluyla Dalaman, Manavgat, Çukurova, Menderes ve Gediz ovasına getirilmişti. Bazı Afrika kökenliler ise 1923 Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi sırasında Girit’ten gelmiş, Ege bölgesine, çoğunlukla da İzmir’e yerleşmiştir. Ayvalıklı Afrika kökenliler Girit’ten gelen atalarının Yunanca konuştuğunu, Türkçeyi sonradan öğrendiklerini söylemektedirler.
XIX. yüzyılda İzmir’in Sabırtaşı, Dolapkuyu, Tamaşalık, İkiçeşmelik ve Ballıkuyu gibi semtlerinde yoksul siyahi mahalleleri varken; bugün yaklaşık 5.000 kişi kalmışlar…
Kökleri Afrika’da; kimliklerinde Türk, Müslüman yazıyor. “Köle torunları” Afro-Türkler topraklar(ımız)a dair ne çok şey anlatır…
Osmanlı topraklarına gelen ilk Afrikalı kim? Erken Osmanlı kayıtlarından Sultan I. Beyazıt’ın Habeşistan’dan bir “soytarı” getirdiğini biliyoruz. Mustafa Olpak’ın kitabına önsözünde, Sabancı Üniversitesi öğretim görevlisi Hakan Erdem şöyle anlatır:
“Köle ticaretinde akışın en yoğun olduğu yıllar 1800’ler. Şimdi Kenya dediğimiz dönemin Zanzibar Sultanlığı’yla son dönemlerindeki Osmanlı İmparatorluğu çok sıkı fıkıydı. İstanbul’da okunan hutbelerin Zanzibar Sultanlığı’nda da okutulduğu oluyordu. Uzun zaman siyah köle ticareti ihtiyacını karşıladı imparatorluğun. Şimdiki Kenya ve iç taraflarından insan tacirlerinin getirdiği siyah köleleri, eskiden Kölekıyısı denilen, şimdiki Mombasan’dan uzun bir deniz yolculuğuyla Girit’e, Anadolu’ya, İstanbul’a taşıyorlardı.”
Türkiye’deki üçüncü, dördüncü kuşak siyahilerin çoğu hakiki kökenini bilmiyor. Ancak Kenya dışında Mısır ve Sudan’dan olanlar da var. Yılda 10 bin kölenin getirildiğine dair kayıtlar varmış…
Modernizm tarihinde ilginç bir gelişmeyle siyah köle sayısının azaldığı bir evre var: Kentli Osmanlı burjuvazisinin evlerinde köle emeği yerine ücretli hizmetçi çalıştırmayı daha ‘havalı’ buldukları dönem… Avrupalı mürebbiyeler moda bu esnada…
Ayrıca köle sayısını arttıran bir gelenekten daha söz etmeli. Hacca gitmenin bin bir eziyeti olduğu dönemde, “Gittim” diye yalanına karşı Hac’dan dönüşün kanıtı olarak bir siyah çocuk getirme âdeti varmış. Arabistan’da bir çocuğu ailesinden çekip Anadolu’ya götüremeyeceklerine göre, çareyi Afrika ve Ortadoğu’dan kölelerin bulunduğu Arabistan’daki köle pazarlarında buluyorlarmış. Arap olamayacak kadar siyah çocuklar böyle getiriliyor, sonra da ev içi hizmette kullanılıyorlarmış. Bugün bile Afrikalı’ya yapıştırılan Arap lafının böyle bir kökeni de mevcut.
Köleliğin uluslararası camiada yasaklanmasının buralarda da bir karşılığı oluyor. Lakin “evlatlık” yahut “beslemelik” gibi yeni tariflerle aynı sistemin sürdüğüne şahit oluyoruz. Bir süre sonra da Türk ve Müslüman yazan nüfus kâğıtları giriyor cüzdanlarına. Soranlara öyle diyorlar!
Tam da böylesi bir asimilasyon çarkında “Derimizden başka hiçbir şey kalmadı geçmişten” diyor hayıflanarak Mustafa Olpak.
Oysa yaşadığı baskıdan o deriyi değiştirmeye çalışanlar da olmuş. Tarih öğrencisi Solmaz Çelik, kız kardeşinin davet edilmediği bir “beyaz arkadaş” doğum günü sonrasında rengini açmak için çamaşır suyu içtiğini anlatıyor sesi titreyerek.
Alev Karakartal da Afro-Türk kadınların hep beyaz erkeklerle evlenmeye çalıştıklarını, böylece çocuklarının “en azından” melez olup kendi çektiği sıkıntıları çekmeyeceklerini umduğunu söylüyor. Çünkü dün “köle” olarak mimlenen siyah deri rengi, bugün uyuşturucu satıcılarının işareti sanılıyor.
Tam da bu noktada Mustafa Olpak’a kulak verelim: “Ne zaman İstanbul’a gelsem en az bir kere polis çeviriyor. Bir keresinde karga tulumba karakola götürdüler. Ayvalık’ta da bir kamu görevlisi bana ‘Sen inşaat işçisisin değil mi? Güneşin altında bu kadar kalırsan rengin böyle olur’ bile dedi. Hâlbuki ben çocukken de bu renkteydim…”
Gazeteci Alev Karakartal’ın siyah olan baba tarafı Sudan’dan getirilmiş. Annesiyse beyaz. “Üç kuşaktır İstanbulluyuz” diye başlıyor: “Afrika’dan getirilip saray ve çevresinde köleleştirilmiş ailenin çocuklarıyız.”
Karakartal, Osmanlı’da en yoğun köle ticaretinin 1700-1800 arasında yapıldığını anlatıyor: “Her yıl binlerce kişi esir pazarlarından saraylara ve zengin evlere dağıtılıyor. İlk iş Müslüman yapılıyorlar, adları değiştiriliyor, Türkçe öğretiliyor, kendi dil ve geleneklerini siliyor. Kültürlerini fısıldayarak sürdürmeye çalışıyorlar. Cumhuriyet’ten sonra eşit vatandaş olsalar da kölelik 1960’lara kadar ‘beslemelik’ sistemiyle devam ediyor. Sonra kuşaklar boyunca köle olarak evde hizmetçi, dadı, seks veya tarla işçisi olan bu topluluk kendi hâline bırakılıyor. Afrika kökenli Türklerin meslek sahibi olabilmesi ancak 1970’lerde büyükşehirlerde oluyor.”
Üçüncü kuşak artık sesini yükseltiyor: “Osmanlı’nın kölelik tarihi bilinmiyor. ‘Müslümanlıkta kölelik olmaz’ diyenlerle karşılaşıyoruz. Tarih kitaplarında yokuz, kimse bizi bilmiyor. ‘Osmanlı’da kölelik’ konusu Ermeni ve Kürt meselesi gibi ‘tabu’ bile olamadı! Hepten yok sayıldık.”
Peki şehirlerde nasıl karşılanıyorlar? Karakartal, tecrübesini şöyle anlatıyor: “Bir tür ‘egzotik meyve’ muamelesi görüyoruz. ‘Ne kadar iyi Türkçe konuşuyorsun’ diyorlar; Evet, çünkü buralıyız! Bana bunu sorandan daha İstanbulluyum ama anlatamıyorum. Sürekli saçımıza, burnumuza, belimize dokunuyorlar. Dokunulmak istemiyoruz. Bazı politikacılar mağduriyetlerini anlatmak için ‘Zenci Türküz’ diyor. En altta olduğuna dair verilen referansların ırk üzerinden hele de ‘zencilik’ üzerinden yapılmasından rahatsızlık duyuyoruz. Bu ülkede yaşayan ve sürekli ‘zenci’ denilerek ötekileştirilen insanlar hiç düşünülmüyor. Ötekinin ötekisiyiz.”
10 yıldır İstanbul’da mankenlik ve oyunculuk yapan Kıvanç Doğu için geçmişini aydınlatmak kolay olmamış: “Babam simsiyah bir adam ama sorunca ‘Karadenizliyim’ derdi. Üniversiteyi baskı sebebiyle bıraktım. Kocaeli’nde bir kadın beni gösterip ‘Bakmayın, bu şeytan’ demişti. Osmanlı politikaları sonucunda başka gruplar gibi Türkiye’ye getirilmişiz. Tarihi değiştiremeyiz ama öğretebiliriz.”
ROMANLAR
Sabahattin Ali’nin, “Siz sevemezsiniz adaşım, siz şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler… Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalnız bizler biliriz… Bizler: Batı rüzgârı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingeneler,” diye betimlediği Romanlara ilişkin Ahmet Haşim de ekler:
“Çingenelerin getirdiği bir mevsimdir bahar… Çingene, insanın tabiate en yakın kalan güzel bir cinsidir. Zannedilir ki, bu tunç yüzlü ve fağfur dişli kır sakinleri, insan şekline girmiş birtakım neş’eli ağaçlardır. Çingene, bizzat bahardır.”
Romanlar, vatansız sınır tanımayan özgür dünyalılardır…
Romanların kökeni ve tarihi ile ilgili çeşitli iddialar var. En çok kabul göreni, II. yüzyılda Hindistan’ın Kuzeyinden başlayan göç dalgalarıyla önce Ortadoğu’ya ardından tüm Avrupa’ya yayıldıkları yolundadır.
Romanlar Hint-Avrupa dil grubuna ait olan Romancayı konuşurlar. Yazılı kaynakları olmayan bu dil çok inatçı bir biçimde bütün dünyadaki Romanlarca bugüne kadar korunabilmiştir.
Romanların müziği de yazılı kaynaklara dayanmamasına rağmen hemen tüm ülkelerde benzer temalara sahiptir. Yine ekonomik gelişim düzeyleri ve üretim biçimleri birbirine yakındır. Tüm ülkelerde Romanlar benzer meslekleri yapar ve ortak zanaatlara sahiptir.
Dünyanın bu özgür insanları kendilerini “Rom” olarak adlandırır. Ancak hiçbir ülkede böyle çağrılmazlar. Her dilde bizdeki “Çingene” sözcüğüne denk düşen, içinde güçlü bir hor görmeyi taşıyan değişik isimlerle anılırlar. Birçok dilde “Çingene” sözcüğü “cellat” anlamı taşır. Geçmişten beri yerleşik halklar tarafından, yanı başlarına konup göçen bu gezgin topluluklar tam anlamıyla “günah keçisi” muamelesi gördüler. Bu durum hemen hemen yeryüzünde gezmeye başladıklarından bu yana böyle süregelmiştir. Yerel halkların tümü için Çingeneler potansiyel suçlulardır. Hiçbir şekilde güvenilmez ve itimat edilmez kimselerdir. Yürekleri ve beyinleri dumura uğratan bir önyargıyla hor görülür ve suçlanırlar. Hırsız, pis, tehlikeli ve uğursuz olarak kabul edilirler. Bu durum her zaman Romanlara karşı toplu saldırılar için zemin hazırlamıştır.
Özellikle gerici ve faşist ideolojilerin tümünde düşman görülenler, Çingene olmakla suçlanırlar. Çingene olmak baskı görmek ve yok edilmek için yeterli bir sebeptir. Irkçılığın ve faşizmin yükseldiği her ülkede Yahudilerle birlikte Çingeneler de katliama uğramıştır. Bütün dünya Yahudi katliamlarını bilir ama Çingene katliamından kimse söz etmez. Aynı vurdumduymazlık ve bilgisizlik ilerici kesimler için de geçerlidir. Faşizmin yükseldiği dönemde Yahudilerle birlikte 500 bin ila 1 milyon arasında Çingene Hitler tarafından yok edilmiştir. Ancak bu katliamdan hemen hiçbir kaynakta çok fazla söz edilmez. Katledilen Yahudiler için özür dilenmiş, tazminat ödenmiştir. Çingeneler için bunlar söz konusu olmamıştır.
Gerçekten de, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı deyince akıllara hep Nazilerin Yahudileri toplama kamplarına doldurarak katlettikleri gelir. Hep Yahudilerin uğradıkları zulüm filmlere konu olur. Aradan onca yıl geçmesine rağmen Amerika’daki Yahudi Lobisi’nin de gücü sayesinde, Hollywood filmleriyle, toplama kampları insanların zihnine kazınır ve asla unutturulmaz. Fakat burada göz ardı edilen bir gerçek var ki II. Dünya Savaşı’nda sadece Yahudiler topraklarından sürülmediler, sadece Yahudiler işkence görmedi. Bir de hiç söz edilmeyen Romanlar söz konusuydu…
Romanları ortadan kaldırmayı hedefleyen Naziler, bu insanlık dışı hedeflerine ulaşmak için çok büyük katliamlar gerçekleştirdiler. Tarihçiler, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesinde ve savaş yıllarında yaklaşık 29 milyon sivil insanın Naziler tarafından (toplama kamplarında, gettolarda, askeri kıyımlarda, siyasi cinayetlerde) katledildiğini hesaplamaktadırlar. Naziler hem Yahudilere, hem de Romanlar, Polonyalılar ve Slavlar gibi etnik gruplara, akıl hastalarına, sakatlara ve Katolikler veya Yehova Şahitleri gibi dini cemaatlere, sosyal demokratlara, sosyalistlere ve komünistlere yönelik büyük bir soykırım yürütmüşlerdir. Fakat Yahudilerin dışında bu masum insanlara yapılan soykırım çoğu zaman söz konusu bile edilmemekte, adeta yok sayılarak unutturulmaya çalışılmaktadır.
Romanlara yönelik Nazi vahşeti, unutulan bir soykırımdır. Nazilerin ırkçı ideolojisi, Romanları da “yok edilmesi gereken aşağı ırklar” kategorisine dâhil ediyordu. Nazilerin iktidara gelmesiyle birlikte, Almanya’da yaşayan Romanlar üzerinde de baskı politikası başladı. Sanat yetenekleriyle ve özgün yaşam tarzlarıyla dünyanın pek çok ülkesinde kültürel bir renk olarak kabul edilen ve hoş görülen Romanlar, Nazi Almanya’sında insanlık dışı bir nefretin hedefi oldular.
Alman Sağlık Bakanlığı’nın Irk Araştırmaları Bölümü’nden Eva Justin tarafından 1936 tarihli bir doktora tezi, Çingeneleri “Alman ırkının saflığı için çok büyük bir tehlike” olarak tanımlıyordu. 14 Aralık 1937 tarihli bir karar ise Romanları “iflah olmaz suçlular” olarak tanımladı ve Alman toplumundan izole edilmelerini karara bağladı. 1938’in başından itibaren de, Romanlar Nazi görevlileri tarafından yakalanıp toplama kamplarına gönderilmeye başladılar. Buchenwald kampında Romanlar için özel bir bölüm oluşturuldu. Mauthausen, Gusen, Dautmergen, Natzweiler ve Flossenburg kamplarına gönderilen Romanlar buralarda katledilecekti.
1938’de Nazi Almanyası’nın ikinci adamı olan SS Şefi Himmler “Çingene Sorunu”na el koydu ve daha önceden Münich’teki ‘Çingene İşleri Merkezi’ni Berlin’e taşıttı. Bundan sonra Romanların yok edilmesi de, aynı Yahudilerin yok edilmesi gibi, Nazi Almanyası’nın hedeflerinden biri hâline gelecekti.
Romanlara karşı toplumsal ön yargı besleyen, Nazi olmayan birçok Almandan destek alan Naziler, Romanları “etnik olarak aşağı derecede” görüyordu. Romanların kaderi bazı açılardan Yahudilerinkiyle paraleldi. Nazi rejimi altındaki Alman yetkililer, Romanları nedensiz yere gözaltına aldılar, zorla çalıştırdılar ve topluca öldürdüler. Alman yetkililer, Alman işgali altındaki Sovyetler Birliği ve Sırbistan bölgelerinde on binlerce Romanı katletti.
21 Eylül 1939’da Reich Güvenlik Baş Dairesi başkanı Reinhard Heydrich, Berlin’de Güvenlik Polisi (Sipo) ve Güvenlik Servisi (SD) yetkilileriyle buluştu. Heydrich, Almanya’nın Polonya’yı işgalinin başarıyla sonuçlanacağı kesinleşince Büyük Alman İmparatorluğu’ndaki 30.000 Alman ve Avusturyalı Romanı Genel Hükümet’e (Alman işgali altındaki Polonya’nın Almanya tarafından doğrudan ilhak edilmemiş bölgesi) göndermeye niyetlendi. Genel Hükümet’teki en yüksek sivil yetkiye sahip Genel Vali Hans Frank, 1940 baharında Genel Hükümet’e bu kadar fazla sayıda Roman ve Yahudi almayı reddedince bu plan başarısız oldu.
Alman yetkililer, yine de 1940 ve 1941 kesitinde Romanların bazılarını Büyük Alman İmparatorluğu’ndan işgal altındaki Polonya’ya gönderdi. 1940 Mayısı’nda SS ve polis yetkilileri, çoğunlukla Hamburg ve Bremen’de yaşayan yaklaşık 2.500 Roman ve Sinti’yi Genel Hükümet’in Lublin bölgesine sürdü. SS ve polis yetkilileri, sürülenleri zorunlu çalışma kamplarına hapsetti. Yaşamlarını sürdürdükleri ve çalıştıkları koşullar çoğunun hayatını tehlikeye atıyordu. Hayatta kalanlara ne olduğu ise bilinmiyor, SS’lerin sağ kalanları Belzec, Sobibor ya da Treblinka’daki gaz odalarında öldürdüğü düşünülüyor. Alman polis yetkilileri, 1941 sonbaharında 5.007 Sinti ve Lalleri Çingenesini Avusturya’dan Lodz’da Yahudiler için oluşturulmuş bir gettoya sürdü. Burada ayrılmış bir bölgede kalıyorlardı. Romanların neredeyse yarısı gettoya varmalarından sonraki birkaç ay içinde yetersiz beslenme, barınma, yakıt ve ilaçsızlık nedeniyle hayatını kaybetti. Alman SS ve polis yetkilileri, bu korkunç koşullar altında yaşamını sürdürebilenleri 1942’nin ilk aylarında Chelmno ölüm merkezine sürdü. Romanlar, orada Lodz gettosundan getirilen on binlerce Yahudiyle birlikte gaz odalarında, karbonmonoksit gazıyla zehirlenerek can verdi.
Alman yetkililer, yakın zamanda sözde Büyük Alman İmparatorluğu’na sürmeyi planladıkları tüm Romanları sözde “Çingene Kamplarında/ Zigeunerlager’ topladılar. 1940’ta Romanların gönderilmesi askıya alınınca bu tesisler uzun bir süre kalacakları hapishanelere döndü. Avusturya’daki Lackenbach ve Salzburg’un yanı sıra Berlin’deki Marzahn, bu kampların en kötülerindendi. Korkunç koşullar nedeniyle yüzlerce Roman hayatını kaybetti. Bölgede yaşayan Almanlar sürekli olarak kamplardan şikâyetçi oluyor, genel ahlâk, halk sağlığı ve güvenliğin “korunması” için kamplara hapsedilmiş Romanların sürülmesini istiyordu. Yerel polis, bu şikâyetleri bahane ederek Reichsführer-SS (SS komutanı) Heinrich Himmler’e Romanların doğuya gönderilmesine devam edilmesi çağrısında bulundu.
Himmler, 1942 Aralık’ında sözde Büyük Alman İmparatorluğu’ndaki tüm Romanların sürülmesi emrini verdi. Belirli kategorilerde bulunanlar için istisna uygulanıyordu: Soyları eski zamanlara kadar giden “saf Çingene kanına” sahip olanlar, Alman toplumuna karışan ve bunun sonucu “Çingene gibi davranmayan” Çingene torunları, Alman ordusunda önde gelen kişiler (ve aileleri). Tahminen 5.000-15.000 kişi, bu istisnalardan faydalanabiliyordu. Ancak yerel yetkililer, toplamalar sırasında çoğunlukla bu kişileri göz ardı ettiler. Polis yetkilileri, izinde oldukları için evlerinde bulunan Alman silahlı kuvvetlerinde (Wehrmacht) görev alan Roman askerlerini bile tutuklayarak sürdüler.
Alman yetkililer, Romanları genelde Auschwitz-Birkenau’ya gönderdi. Kamp yetkilileri, onları buradaki “Çingene aile kampı” denen özel bir bölgeye yerleştirdi. Auschwitz’e yaklaşık 23.000 Roman, Sinti ve Lalleri sürüldü. Sözde Çingene evlerinde aileler birlikte yaşıyorlardı. SS Komutanı Dr. Josef Mengele gibi Auschwitz kampında görevli olan SS tıp araştırmacıları, Auschwitz toplama kampında kalan esirler arasından sözde bilimsel tıp deneyleri yapmak için insan kobay seçmek üzere izin almışlardı. Mengele, deneyleri için ikiz ve cüceleri seçti. Bunların bazıları, Çingene aile kampındandı. Diğer Alman toplama kamplarında yaklaşık 3.500 genç ve yetişkin Roman esir bulunuyordu. Tıp araştırmacıları, bölgede ya da yakındaki tesislerde gerçekleştirdikleri deneyler için Ravensbrück, Natzweiler-Struthof ve Sachsenhausen toplama kamplarında tutulan Romanları seçtiler.
Çingenelerin kaldığı Auschwitz-Birkenau kampının koşulları tifüs, çiçek hastalığı ve dizanteri gibi salgın hastalıkların yayılmasına neden olmuştu. Hastalıklar sonucunda kamp nüfusu büyük oranda azalmıştı. SS yetkilileri, Mart sonunda Bialystok bölgesinden gelen yaklaşık 1.700 Roman esiri gaz odalarında öldürdü. Kampa yaklaşık birkaç gün önce gönderilmişlerdi ve hepsi olmasa da birçoğu hastaydı. 1944 Mayıs’ında kamp yetkilileri tüm Çingeneleri öldürme kararı aldı. SS muhafızları bunun üzerine Çingene yerleşkesinin etrafını sardı. Yetkililer Romanlara dışarı çıkmalarını emretti. Ancak Romanlar, daha önceden uyarılmıştı. Ellerinde demir sopa, kürek ve iş için kullandıkları diğer araçlarla içeride beklediler.
SS liderleri, Romanlarla doğrudan yüzleşmek istemeyip geri çekildiler. SS yetkilileri, 1944 bahar sonu ve yaz mevsimi başında çalışabilir durumda olan yaklaşık 3.000 Yahudi’yi Auschwitz I’e ve Almanya’daki diğer toplama kamplarına gönderdikten sonra, 2 Ağustos’ta kampta kalan 2.898 Romanı ele geçirmeye karar verdi. Kurbanların çoğu hastaydı. Kurbanlar arasında kadınlar, çocuklar ve yaşlı erkekler de vardı. Kamp görevlileri, hemen hemen tüm esirleri Birkenau gaz odalarında öldürdü. İşlem sırasında saklanmış olan birkaç çocuk sonraki günlerde yakalanarak öldürüldü. Auschwitz’e gönderilen 23.000 Romandan en az 19.000’i orada hayatını kaybetti.
Auschwitz Müzesi Tarih Bölümü Müdürü Dr. Franciszek Piper’e göre, Auschwitz’in bir parçası olan Birkenau’ya “23 bin Roman transfer edilmiş ve bunların 21 bini öldürülmüştü; Romanların öldürülme oranı Yahudilerinki kadar yüksekti.” Auschwitz kumandanı Rudolf Hess’in anılarında yazdığı gibi, öldürülen bu Romanların arasında “çok sayıda çocuk, yaşı neredeyse yüze varan ihtiyarlar ve hamile kadınlar” vardı.
Romanlar da Yahudiler gibi Nazilerin toplu yok etme planının hedefi oldular. Yahudilere uygulanan tüm katliam araçları Romanlara da uygulandı. Einsatzgruppe timleri, Romanları buldukları yerde öldürdüler. UNESCO’nun ‘Nazi Terörünün Çingene Kurbanları’ başlıklı makalede şu bilgiler verilir:
“Polonya’da ve Sovyetler Birliği topraklarında Romanlar hem ölüm kamplarında hem de açık arazide katledilmişlerdir… Nazilerin geçtikleri her yerde Romanlar tutuklanmış, sürülmüş ve öldürülmüştür. Yugoslavya’da Yahudilerin ve Romanların idamları 1941 Ekimi’nde ormanlık alanlarda yürütülmüştür. Köylüler, idam yerlerine götürülmek için kamyonlara yüklenen çocukların ağlayışlarını ve çığlıklarını hâlâ hatırlamaktadırlar.”
Ne kadar Romanın Naziler tarafından öldürüldüğünü tespit etmek zordur. Yine de rakamlar bir fikir vermektedir. Tarihçi Raoul Hilberg’e göre, soykırım öncesinde Almanya’da 34 bin Roman vardır ve bunların çok büyük bölümü katledilmiştir. Rusya, Ukrayna ve Kırım’daki katliamlardan sorumlu olan Einsatzgruppen raporlarına göre ise, bu ülkelerde yaklaşık 300 bin Roman katledilmiştir. Yugoslav makamlarına göre, sadece Sırbistan sınırları içinde 28 bin Roman öldürülmüştür. Polonya’daki kurbanlar içinse tahmin dahi yapılamamaktadır. Tarihçi Joseph Tenenbaum, toplamda en az 500 bin Romanın Naziler tarafından öldürüldüğünü bildirmektedir. Bazı tarihçiler ise, bu rakamın 1 milyona kadar çıkabileceği görüşündedir.
Bu trajediye rağmen, Roman soykırımı çoğu zaman görmezden gelinmektedir. Soykırımı anlatan kitaplarda, filmlerde, makalelerde Roman soykırımı ya hiç belirtilmemekte veya önemsiz bir konu gibi geçmektedir. Oysa Romanlara yapılanlar ile Yahudilere yapılanlar arasında fark yoktur. Her iki grup da 1936’daki Nuremberg kanunları tarafından Alman toplumundan dışlanmıştır. Nazilerin toplu imha kararı da yine her iki grubu birden hedef almıştır. Soykırım konusunda en yetkili Nazilerin arasında yer alan Adolf Eichmann, “Yahudi sorunu ile Çingene sorununun birlikte ve aynı anda çözülmesi gerektiğini” yazmıştır ki, bu her iki halkın da yok edilmesi anlamına gelmektedir. Gerek toplama kamplarında gerekse işgal altındaki bölgelerde, Romanlar acımasızca katledilmiştir.
Günümüzde de değişen pek bir şey yok gibi… Romanlar belki topluca katledilmiyorlar ama, ırkçı/faşizan zihniyet ve uygulamaların kurbanı oluyor. Romanlar yoğun olarak yaşadıkları Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Slovakya, Polonya, Bulgaristan, Türkiye ve Romanya başta olmak üzere genel olarak Orta ve Doğu Avrupa’da kötü muamele, yoksulluk, tahammülsüzlük, şiddet ve dışlanma ile karşılaşıyorlar.
Bu tablonun uzantısı olarak birkaç şeyi daha eklemen geçmeyelim:
i) Türkiye’de Romanlar ve dışlanan diğer grupların nüfusunun 2-5 milyon arasında olduğu kabul ediliyor. Barınma ve eğitim haklarını kullanmada birçok sorunla karşılaşan bu grupların çocuklarından bazıları, zekâ geriliği ya da öğrenme güçlüğü olmamasına rağmen engelli eğitimi programlarına dahil ediliyor.
‘Sıfır Ayrımcılık Derneği’ ile ‘Uluslararası Azınlık Hakları Grubu’nun (MRG) ortaklaşa hazırladığı ‘Görmezlikten Gelinen Eşitsizlik: Türkiye’de Romanların Barınma ve Eğitim Hakkına Erişimi’ başlıklı rapora göre, Türkiye’deki Roman nüfus ve Abdallar gibi benzer toplumsal gruplar, zaman zaman nefret söylemi ve şiddet tehdidinin hedefi oluyor; aşırı yoksulluk ve dışlanmaya kadar hayatlarının neredeyse her alanında ayrımcılığa maruz kalıyorlar.
ii) Edirne’nin Roman mahallelerinde yaşam coronavirüs salgınıyla birlikte daha da zorlaştı. Mahalleliler açlığa terk edilmiş durumda. Yiyecek ekmekleri, yakacak kömürü olmayan Roman yurttaşlar soruyor: “Bu devlet aç yatmak nedir biliyor mu?”
iii) Milletvekili Özcan Purçu, İstanbul Ümraniye’de Roman vatandaşların barındığı çadır ve barakaların belediye ekiplerince yıkılmasına tepki gösterip, “Romanlar, en temel haklardan bile yoksun bırakılmaktadır,” dedi.
iv) İstanbul’da 3 belediyenin ortasında ama “sahipsiz” olan “teneke” mahallesinin sakinleri yaşamak için direniyor… İstanbul’da Pendik, Sancaktepe ve Sultanbeyli belediyelerinin tam ortasında, unutulmuş bir mahalle var. Çoğunlukla Roman yurttaşların oturduğu “teneke” mahallede, yaşam, kara kışla birlikte iyice zorlaşmış… Sunta ve sacdan yapılan evleri su basmış. Kar yolları kapatmış… Yoksulluk ve hastalık en çok çocukları vuruyor. Mahalle sakinleri, “Yakacak odunumuz, kömürümüz yok. Çocuklarımız yalınayak geziyor. Kimse ne hâldesiniz diye sormuyor,” diyor.
v) Roman milletvekili Özcan Purçu, Manisa’da Romanlar için yapılan TOKİ konutlarında yaptığı inceleme sonrası tuttuğu notlar tam bir “yoklar listesi”: “Vatandaş, ne yazık ki devletin yanında olduğunu hissetmiyor. Üstelik burası TOKİ konutları… Sadece binaları yapıp bırakmışlar. Kanalizasyon kokusundan durulmuyor. Manisa’ya liseye gitmesi gereken çocuklar için her gün 15 lira veremiyorlar. Bu yüzden 15 Roman çocuğu okulu bırakmış. Yandaki ilköğretim müdürü üniformaları yok diye çocukları okula almıyor. Çocuklar sırtlarında çantalarıyla dışarıda geziyor. Ondan sonra da Romanlara ‘çocuklarınızı okutun’ diyorlar. Seçim zamanı Romanlara söz veren hükümetin siyasetçileri şimdi ne yapıyor?”
ÊZÎDÎLER
“73. Ferman”ın kurbanı Êzîdîler ve “72”si de “73”üncü gibi acılarla bezeli onların hikâyesi…
Êzidîlerin tarihlerine ilişkin yazımsal hiçbir şey yok. Tarihleri sözlüdür. Fermanların hiçbiri belgeli değil. Sözlü olarak tarihten günümüze gelmiş fermanların unutulmaması için, yüzyıllar boyunca sözlü olarak nesilden nesile aktarılıyor acılar…
Örneğin Êzîdîlerin “73. Ferman” dediği IŞİD’in 3 Ağustos 2014’te Şengal’de başlattığı soykırımda 5 binden fazla Êzîdî hayatını kaybetti, 6 bine yakın kadın ve çocuk esir alınarak cinsel saldırıya maruz bırakıldı.
Tarihler 3 Ağustos 2014’ü gösterdiğinde “ölüm meleğinin neferleri” ölüm taarruzunu “cihadın kutsal seferi” olarak tanımlayarak Êzidî cemaatine karşı akla durgunluk veren bir vahşet sergilediler. Birkaç örnek bile neyin ne olduğunu ortaya koyar!
i) IŞİD’in ele geçirdiği Şengal’den 200 bine yakın Êzîdî ve Türkmen kaçtı.
ii) Katliamdan kaçan Êzîdîlerin anlattıkları kadim halkın tarih boyunca gördüğü zulmün sadece IŞİD kaynaklı olmadığını hatırlattı. AFP haber ajansına konuşan 68 yaşındaki Êzîdî Sabah Haci Hasan, Afgan, Boşnak, Amerikalı ve İngiliz cihatçıların aralarında bulunduğu militanlar gelir gelmez Arap komşularının IŞİD üyelerine yardım ettiğini anlattı. Hasan “Sünnî Metvet, Havata ve Kejala aşiretleri komşumuzdu. Fakat silaha sarılıp IŞİD’e katıldılar. Kimin Êzîdî olup olmadığını söylediler. Kasabayı almaları için IŞİD’e yardım ettiler,” dedi.
iii) BM Genel Sekteri’nin Irak Özel Temsilcisi Nikolay Mladenov, durumun “insanlık trajedisine” döndüğünü belirterek birçok kişinin açlık ve hastalıktan hayatını kaybettiğini söyleyip, çok sayıda çocuğun sağlık hizmetlerinden yoksun yaşadığını da ekledi. Bir bölge sakini sadece kendisinin 10’u çocuk 15 kişiyi toprağa verdiğini belirterek “Ölülerimizin mezarını taşlarla örtüyoruz. Onları gömmek için bile aletlerimiz yok,” dedi.
Kontrol altına aldığı yerlerde infazlar da yapan IŞİD, işgal ettiği bölgelerdeki Êzîdî kadınları da kaçırdı. Êzîdî Ruhani Hareketi Sözcüsü Hadi Babaşeyh, yaptığı açıklamada “Êzîdîlerin durumlarının gittikçe kötüleştiğini” vurgulayarak çok sayıda Êzîdî kadının İslâmcı militanlar tarafından rehin alındığını ve cinsel tacize uğradığını kaydetti.
iv) Katliamdan kurtulanların anlattıklarına göre kasaba ve köyleri ele geçiren IŞİD, isteklerinin kabul edildiğinin anlaşılması için evlere beyaz bayrak asılması ve bayrak asanlara zarar verilmeyeceği duyurusu yapmış. Sincar’ın Til Keseb köyünden gelen Beze adlı bir kadın “7 gündür buradayım. IŞİD evlerimize geldi. ‘Beyaz bayrak asarsanız, teslim olduğunuzu anlarız, sizlere zarar vermeyiz. Evlerinizde oturursunuz’ dediler. Bazıları inandı, evlerine döndü. Daha sonra dönüp hepsini yakaladılar. Kızları götürdüler, bazı kadın ve erkekleri öldürdüler. Akrabalarımızdan 13 kişiyi götürdüler, haber alamıyoruz,” dedi.
Til Keseb köyü baskınında Ali Erebo adlı oğlunu kaybeden Nuran Erebo, oğlunun başka bir köyde yaşayan dayısını kurtarmaya gittikten sonra telefonda babasıyla konuştuğunu anlatarak “‘Çatışmalar var, buradan çıkamıyoruz. Eve geldiler, onlara su verdik, çay ikram ettik. Bizlere ‘beyaz bayrak asın sizlere dokunmayacağız’ dediler’ diye konuştu. Bir süre sonra telefona ulaşamadık. Hâlâ haber alamıyoruz,” dedi.
v) Sincar bölgesini ele geçiren IŞİD’in, din değiştirmeyi reddeden 80 Êzîdî erkeği öldürdüğü ve 100 kadın ile çocuğu ise kaçırdığı bildiriliyor. IŞİD’in ele geçirdiği Sincar’dan kaçarak dağlara sığınan Êzîdîlerin açlık ve susuzluk altındaki yaşam savaşı verdi. Sincar Dağı’nda IŞİD’den kaçan ailesinin terk ettiği Êzîdî Aziz, Kamışlı’daki bir hastanede yaşamını yitirdi. Aziz’in babası, yerini tespit ettiği oğlunu canlı göremedi.
vi) IŞİD’in katliamından kaçan Êzîdîler yaşadıklarını anlattı: “Birçok bebek ve çocuk sınır ötesinde kaldı. Pek çok anne çaresizlik içinde bekliyor…”
vii) ‘The Telegraph’ gazetesinin haberine göre, Êzîdîlerin Sincar Dağı’ndan kaçışı sırasında geriye kalan, en fazla 8 yaşında olduğu düşünülen bir erkek çocuk ölümden döndü. Felç olan çocuğun başına ne geldiğini ise kimse bilmiyor. Çocuk, şimdi Suriye’deki bir hastanede kalıyor. Doktorların “İsimsiz” olarak hitap ettiği çocuk bir günden fazla tek başına dağın eteklerinde yapayalnız bir şekilde kalmış. Doktorlar, çocuğun annesinin artık onu taşıyamayacak hâle geldiğini ve diğer çocuklarını kurtarmak istediği için ‘İsimsiz’i bırakmak zorunda kaldığı yönünde tahmin yürütüyor.
viii) IŞİD saldırılarından kaçan yaklaşık 1500 Êzîdî 18 günlük yürüyüşün ardından, -28 Aralık 2011’de savaş uçakları tarafından bombalanan 34 kişinin öldürüldüğü- 15. No’lu sınır taşından geçerek Roboskî’ye ulaştı. Êzîdîler, Roboskî’de okula ve evlere yerleştirildi.
ix) IŞİD zulmünden kaçıp, Diyarbakır’da Yenişehir Belediyesi’nin kampından Edirne’ye, oradan da Avrupa’ya gitmek isteyen Êzîdîler’e yol verilmiyor. Kampı terk eden Êzîdîler, yatakları, denkleri, valizleriyle yol kenarında bekleşiyor. Ağlayarak konuşan kadınların sözleri ortak hayallerini özetliyor: “IŞİD’den en uzağa, ölümden uzağa gitmek istiyoruz”!
Böylesine acılara maruz kalan Êzîdîler, inanışları hakkında yanlış bilinenler nedeniyle birçok kez hedef oldular. 4 bin yıl önce şekillenen Êzîdîlik en eski tek tanrılı dinlerden biri.
Êzîdî inancının mitolojisini anlatan Mishefa Reş kutsal Kitapları, Êzîdî önderi Şeyh Adi tarafından yazılan Kitab-ı el Celve ise pratik kuralları anlatan kitap olarak kabul ediliyor. Ancak Êzîdîlerin gelenekleri ve ritüellerinin çoğu yazılı değil sözlü. Hem İncil hem de Kur’an Êzîdîler tarafından kutsal sayılıyor.
Êzîdîlik’te ağır bir kast sistemi uygulanmaktadır. Müritler ve din adamları olmak üzere iki sınıf vardır. Din adamları arasında Mirler (Emirler), Şeyhler, Pirler, Qewallar (Kavallar), Fakirler (Karabaşlar), Koçekler ve Çömezler olmak üzere bir hiyerarşi vardır. Emirler, en üst rütbeli kişilerdir. Emir, Êzîdîlerin her anlamda sözcüsü, temsilcisidir. Veraset sistemiyle başa gelmektedirler. Birini Êzîdîlikten çıkarma sadece Mir’in isteğiyle olabilir.
Dini önderler Şeyhler ve Pirleri izleyen, Qewallar, yılda bir defa tüm Êzîdî cemaatlerini dolaşırlar. Böylece birbirinden uzak Êzîdî bölgelerinde bile birliğin canlı tutulmasını sağlarlar. Fakirler yılda 92 gün oruç tutar, sert kumaşlar üzerinde yatarlar. Tıraş olmaları, silah taşımaları ve kan dökmeleri de yasaktır. Sadaka ile yaşamlarını sürdüren Fakirler toplumda barışı sağlayıcı kişilerdir. Çömezler, Şeyh Adi türbesinin bakımından sorumludur. Müritler, dini bağlamda en düşük kastta olmalarına rağmen çiftçilik, hayvancılık, toprak sahipliği, çobanlık, rençberlik veya yevmiyeli işçilik yaparak toplumun ana direğini oluşturmaktadırlar.
Müslüman, Hıristiyan ve Musevilerdeki ‘Şeytan’ ile, Êzîdîlerin inancındaki ‘Şeytan’ arasındaki fark, suçlamalara neden olmuştur. Semavi dinlerde ‘Şeytan’ denilen meleği Êzîdîlerin ‘Melek Tavus’ olarak adlandırması, onların Şeytan’a taptıklarına dair hatalı bir düşüncenin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İslâm inanışına göre; Tanrı dünyanın ardından ilk insanı yani Adem’i yarattı ve herkesin ilk insana secde etmesini istedi. Şeytan secde etmediği için Allah’a şirk koşmuş oldu. Bu yüzden İslâm inanışına göre Şeytan lanetli bir melektir.
Êzîdîlere göre ise, Şeytan, Allah’tan başkasına secde etmeyecek kadar ona bağlıdır. Bunun için de Şeytan, ilk başta cennetten kovulmasına rağmen sonradan Tanrı tarafından affedilir. Hatta Tanrı dünyanın yönetimini artık Melek Tavus olarak anılan bu meleğe verir. Kısacası Êzîdîler Şeytan’a tapmıyor, sadece o meleği algılayış biçimleri diğer tek tanrılı dinlerden tamamen farklı. Êzîdîlikte, ‘Şeytan’ adının ağza anılması yasaktır.
Êzîdîler, birçok dilde ‘Yêzîdî’ olarak anılıyorlar. Bu kullanım, konu hakkında bilgisi bulunmayan bazı kesimlerin Êzîdîleri, Emevi hanedanının ikinci halifesi olan Yezid İbn Muaviye’nin takipçileri zannetmesine neden oluyor. Kerbela Olayı’ndan sorumlu tutulan Yezid, İslâm’da zulmün ve kötülüğün sembolü… Ancak Êzîdîler ve Yezid’in hiçbir bağı yok. Yezid kelimesi Farsça’da melek ya da ilah anlamındaki “İzed” kelimesinden geliyor. Kürtçe olan Êzîdî kelimesi ise “Allah’a inananlar” anlamına geliyor, “Ezam” kelimesine dayanıyor.
Êzîdîlerin birçok dinsel pratiği bulunuyor; dini törenler ve bayramlar kutlanıyor, zekat veriliyor, hac ibadeti yapılıyor ve oruç tuttukları günler bulunuyor. Önemli günlerde kutsal sayılan yerler ziyaret ediliyor ve günlük olarak ibadet ediliyor. Çocuklar için hem sünnet hem de vaftiz geleneği bulunuyor. Kadınlar ve erkekler bir arada ibadet edebiliyor. Êzîdîler, attıkları her adımda Allah’ın adını anarlar. Ancak onlara göre Allah, dünyanın sadece yaratıcısıdır, dünya yönetimi ile ilgilenmez. Melekleri onun emirlerini uygular. Meleklerin başı Melek Tavus’a büyük saygı duyarlar.
Allah’ın insanları peygamber göndermeksizin de doğru yola itebileceğine inanılır. Ancak Semavi dinlerdeki peygamberleri de kabul ederler. Êzîdîler günde beş kez Melek Tavus’a dua ederler. Gün doğumu ve batışında Güneş’e dönülüp ibadet edilir. İbadetten önce eller ve yüz yıkanır. Melek Tavus’un ışık saçtığı düşünüldüğü için ışık saçan her şey kutsaldır. En büyük ışık kaynağı Güneş’e dönülüp ibadet edilmesi bu yüzdendir.
Müritler yılda 3 gün, din adamları 80 gün oruç tutarlar. Hac ibadetinde 15-20 Eylül arasında Laleş Vadisi’ndeki Şeyh Adi mabedi ziyaret edilir. Ahiret ve dolayısıyla bir cennet-cehennem inancı yoktur. Êzîdîliğe göre; ruh bedenin ölümünden sonra başka bedenlere geçerek varlığını sürdürür.
Êzîdîler hakkında bugüne kadar verilmiş 73 ferman emri bulunuyor. Tarih boyunca çıkarılan her ferman ölüm ve zorunlu göçü beraberinde getiriyor.
Êzîdîler, Osmanlı Devleti’nde ehli kitap olarak görülmeyip dışlanmışlar. Ermeni tehciri döneminde devlet politika ve pratiklerinden Êzîdîler de ciddi bir şekilde etkilendi. 1912’deki nüfus sayımında 37 bin civarında olan Êzîdî nüfusu 1923’te yapılan nüfus sayımında 18 bine düşmüştür. Cumhuriyetin ilanından sonra da homojenleştirme politikaları nedeniyle göç etmek zorunda bırakıldılar. Irak’ta ise Saddam dönemi sonlanana dek büyük baskılar altında yaşayan Êzîdîler, yeni Irak anayasasına göre ise dinî vecibelerini yerine getirme ve en az bir milletvekiline sahip olma hakkına sahipken; Êzîdîlerin farklı bir dine mensup biriyle evlenmesi yasaktır. Çünkü evlenen kişinin dininin bozulacağına, kirleneceğine ve artık Êzîdîliğin saflığını üzerinde barındıramayacağına inanılır. Dolayısıyla bunun aksini yaparak başka dine mensup biriyle evlenen bir Êzîdî, Mir tarafından kesinlikle aforoz edilir. Bunun dışında kastlar arası evlilik de yasaklanmıştır. Her Êzîdî ancak kendi kastından bireylerle evlilik yapabilir.
TC kimliklerinde din hanesi boştur. Türkiye’de yakın zamana kadar Êzîdîlerin nüfus cüzdanlarındaki din hanesinde (x) işareti vardı, şimdi ise bu hane boş bırakılıyor.
Kolay mı? “Batman’ın Beşiri ilçesine bağlı 15 köy ve mezrada 1980 darbesine kadar 15 bin Êzîdî yaşıyordu. Êzîdîlerin sayısı bugün 149’a kadar düştü,” bilgisi bile neyin ne olduğunu ortaya koyuyor!
Ha bir şey daha: Cumhurbaşkanı Erdoğan bakın Êzîdîler için ne demişti?!
“Êzîdîler! Bak, teröristlerle işbirliği yapmayın!.. Şu anda ülkemde bu kadar Êzîdîyi kamplarda biz bekliyoruz. Kapılarımızı biz size açtık. Hıristiyan demedik, ayrım yapmadık, kapımızı açtık ama şimdi bazı yanlış oyunların içine giriyorsunuz. Bu yanlış oyunlar size kâr getirmez, zarar getirir bunu da buradan söylüyorum.”
Evet, dehşet bir tehdit, ama bir o kadar da feci bir yanlış, ürkütücü bir bilgisizlik…
“Hıristiyan demedik, kapımızı açtık, ama şimdi bazı yanlış oyunların içine giriyorsunuz” diyor Cumhurbaşkanı Êzîdîlere…
“Hıristiyan demedik” lafzının başlı başına sorunlu durumunu, sadece derinden üzüntü duymakla yetinerek geçiyorum!
Êzîdîler, Hıristiyan değildir.
Êzîdîlik, en köklü ve baskın şekilde Zerdüştîlik (Mecusîlik), bunun yanı sıra İslâm, Hıristiyanlık, Maniheizm ve diğer eski dinler, Gnostik gelenekler ile bağlantı ve etkileşimlerle biçimlenmiş “bağdaştırmacı” (senkretik) bir inançtır (Öte yandan, hangi inanç sistemi, hangi din “senkretik” değildir ki!).
O, Ortadoğu’nun “maneviyat rahmi”nden doğmuştur ve bizim coğrafyamızın özbeöz çocuğudur.
Êzîdîler, Hıristiyan değildir ve yaşadıkları coğrafyada Müslümanlar kadar, Hıristiyanlar tarafından da “Şeytanatapar”lıkla lânetlenirler.
Ama Êzîdîler Şeytan’a tapmazlar, “Hûda”ya tapar, tek bir Tanrı’ya inanırlar.
Yalnızca Êzîdîler, Hûda’nın tüm dünya işlerinin sorumluluğunu meleklerin en kıdemlisi olduğu üç büyük tektanrıcı din tarafından da onaylanmış Ezazil’e, kendi tabirleriyle “Melek Tavus”a bıraktığına da inanır, ona da kutsallık atfederler.
Ezazil, İslâm’ın İblis’ine, Hıristiyanlığın Lucifer’ine ve her iki dinde de ortaklaşılan adla Şeytan’a karşılık değil mi diye diklenilecektir hemen… Lâkin Êzîdîlikte Ezazil’in Tanrı’ya isyanı, İslâm’da ve Hıristiyanlık’taki gibi anlaşılmaz.
Êzîdîler, Ezazil’in Âdem’e (insana) secde etmemesini Tanrı’ya isyan diye değil, onun Tanrı’ya olan büyük ve emsalsiz sevgisi, Tanrı’nın asıl yaratıcı olmasından kaynaklı mutlak itaati temelinde açıklarlar.
“Ben yalnız sana secde ederim” demiştir Ezazil yani…
Tanrı da bu “sınama”dan katıksız çıktığı için onu lânetlemek ne kelime, aksine dünya işlerine, insan hayatına yönelik çerçevede “Melek Tavus” olarak “gözbebeği” yapmıştır.
Êzîdî inancında kötülüğün “insan-üstü” plânda (İblis, Şeytan, Lucifer gibi) bir temsilcisi yoktur. İyilik, ilahi kattan, Hûda’dan Melek Tavus aracılığıyla dünyaya, hayata, insana inerken kötülük insanî katta, insanın yaratılışında içkindir ve yine onun yaratılışında içkin iyilikle mücadele hâlindedir.
Êzîdîler Hıristiyan da değildir, “Şeytana-tapar” da değildir.
Emevi halifesi ve Hz. Hüseyin’in katili Yezid bin Muaviye’ye nisbeten “Yezidî” olarak adlandırılmaları da yanlıştır.
Êzîdîler, Ortadoğu’nun, Anadolu’nun, bu memleketin sabahtan akşama yüzünü Güneş’e dönen, o yüzden de hep yüzü ak, parlak ve aydınlık insanlarıdır.
VE SÜRYANÎLER
Süryanîcede “Seyfo” sözcüğü, “Kılıç” anlamına geliyor. Süryanîler bu terimi, 1914-15 Ermeni/Süryanî soykırımı için “kılıçtan geçirme” anlamında kullanıyorlar.
Aslı sorulursa İslâm coğrafyalarında, her soykırımda vurulan bir halktır Süryanîler.
Oysa Süryanîlerin, Halid Bin Velid kumandasındaki İslâm ordusunun M.S. 636’da Bizans’ı yenmesinde rolleri vardır.
Süryanî halkı o kadar çok katliama uğradı ki, Süryanîler için neredeyse ana yurtlarında nefes almak bile zulüm oldu. Genelde Ermeni katliamı olarak hatırlanan 1915 tarihi, aynı zamanda Mezopotamya’nın kadim halklarından olan Süryanî halkının da katliam tarihiydi.
Hıristiyan dinine mensup halkların 1912 Balkan Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bağımsızlıklarını kazanmalarının ardından Afrika ve Arabistan’da da Arap ve diğer halkların isyanları; Osmanlı İmparatorluğu’nu, Mezopotamya’da, Trakya ve Anadolu’ya sıkıştırdı. İçinde bulunduğu bunalımı ve yenilgiyi 1914’ün Temmuz’unda başlayan 1. Dünya Savaşı’nı fırsat bilerek atlatmaya çalışan Osmanlı, 1912- 14 yılları arasında Ege, Trakya, Van ve Hakkâri bölgelerinde Hıristiyan halklara karşı gerçekleştirdiği yerel saldırı ve katliamları yoğunlaştırdı. Bu saldırılarına 1915’te de devam eden Osmanlı, Nisan ayında Van, Bitlis ve yakın alanlardaki Süryanî ve Ermeni halklarına karşı başlatmış olduğu soykırımı, Mayıs ayının başında Diyarbakır ve Hakkâri’ye doğru genişletti. Soykırım, haziran ayında ise bütün Turabdin’i ve yakın alanları kapsadı.
Mezopotamya ve Anadolu’da yaşayan Süryanî, Ermeni ve Helen halklarına karşı başlatılan bu soykırımda, 500 binden fazla Süryanî, bir milyondan fazla Ermeni ve 300 binden fazla Helen yok edildi. Soykırımdan arta kalan yüzbinlerce insan ya Müslümanlaştırıldı ya göç ettirildi ya da inkâr edilerek büyük bir demografik değişim yaratıldı. Bu değişimle birlikte Süryanî vd. Hıristiyan halkların mal-mülk ve bütün zenginliklerine el konularak; ulusal, toplumsal dinamikleri, tarihsel değerleri büyük oranda tasfiye edildi.
İkinci Meşrutiyet’i gerçekleştiren İttihat ve Terakki Cemiyeti döneminde yapılan bu soykırımda, bu cemiyetin başta gelen yöneticilerinden biri olan Talat Paşa büyük bir rol oynadı. Cemiyetin bir diğer yönetecisi Enver Paşa da soykırım baş mimarlarından biri olarak bilinirken, soykırımın en yetkili isimlerinden birisi de Cemal Paşa’dır. Katlimda bu insanlar önemli görevler üstlenirken, soykırımın 1913-1918 yılları arasında planlamasında, örgütlemesinde ve uygulamasında başrolü oynayan İttihat ve Terakki hükümeti büyük oranda Jön Türkler’den oluştu. Bunlar ise daha çok o dönemin akımlarından olan Turancılığın temsilciliğini yaptılar. İttihat ve Terakki Cemiyeti aynı zamanda Osmanlı sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosunu da oluştururken, günümüze kadar etkisini sürdüren “Türk Milli düşüncesi” olarak kabul edilen Kemalizm’in de kökenini oluşturdular. Bu nedenle, 1915 soykırımı; hem Osmanlı’nın hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin ortak bir suçu olduğu ortada. Ki zaten Türkiye Cumhuriyeti de kendini Osmanlı’nın mirasçısı olarak görmektedir.
Soykırımın yoğun olarak yaşandığı yerlerde, 1915 öncesinde Süryanî nüfusu şöyleydi: Azerbaycan-Kuzeybatı İran 70.000, Hakkâri ve Sınır bölgeleri 153.000, Sivas Vilayeti 25.000, Harput Vilayeti 5.000, Diyarbakır Vilayeti 60.000, Van Vilayeti 98.000, Bitlis Vilayeti 15.000, Turabdin bölgesi 200.000, Musul 100.000, Sapna 10.000, Zibar 15.000, Botan 5.000, Aşağı Pervari 5.000, Urfa 5.000, Siirt 25.000. Bağdat, Erbil, Kerkük, Basra ve çevreleri ile Antakya, Çukurova, Suriye ve Lübnan’daki Süryanî halkının nüfus bilgileri bu istatistik verilerin dışındadır.
Süryanî halkına yönelik 1915 baharından sonbahara kadar devam eden soykırımda; yaklaşık 500 bin Süryanî katledilirken, 200 bin kişi ise toplama kamplarında kaybedildi. Onlarca Süryanî şehri ve binlerce köyün yaşanmaz hâle getirildiği soykırımda bir kısım Süryanî Müslümanlaştırılarak devşirilirken, bir kısım ise canını kurtarmak için yerinden-yurdundan kaçmak zorunda kaldı.
Ya bugün mü?
Sadece bir örnek bile yeter: Urfa’da 1861’de yapılan ve kentte Süryanîlere ait tek ibadethane olan Reji Kilisesi, restore edildikten sonra Eyyübiye Belediyesi’ne bağlı kültür merkezi ve Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı olarak kullanılmaya başlandı!
SONRA DA ÇERKESLER
“Siz hiç balık yemeyen bir halk tanıyor musunuz?”
“Çerkeslerin balık yemediklerini biliyor musunuz?”
Ben ana tarafımdan bilenlerdenim…
Anam da, anası da hiç balık yememişler…
“Neden” mi?
Şeyh Şamil isyanı bastırılınca, Batı Kafkasya halkının yüzde 90’ı Osmanlı topraklarına sürüldüler. Hayvan taşımakta kullanılan Osmanlı ve Rus gemileri, tıka basa “yükledikleri” Adige ve Abhazları, Karadeniz’in karşı kıyısına taşıdılar.
Çarlık Rusyası’nın askerleri, gidenler geri dönmesin diye, köylerini yaktı, yıktı, yerle bir etti. Gemilere doluşan insanların ancak yüzde 50’si ulaşabildi menzile. Gemilerde ölenler, gözyaşları içinde Karadeniz’in kara sularına bırakıldılar. Balıklara yem oldular. İşte tarihin en trajik yolculuklarından biri olan bu sürgünden sonra Çerkesler ağızlarına balık koymadılar.
Karadeniz’e kıyısı olan Adige ve Abhazya’da balıkçılık yapılmadı.
Çerkesler, Karadeniz’in balıklarında o sulara bıraktıkları canlarını gördüler. Balık yemediler, yiyemediler…
Ubıhça, “Tsıtsekun/soykırım”dan mülhem hikâye bu!
Malum: “Holocaust” denince aklımıza Yahudiler, “Meds Yeghern” denilince Ermeniler, “Seyfo” denince Süryanîler, “Tertele” denince Dersimliler gelir.
Peki, ya “Tsıtsekun”? O, Çerkes soykırımını ve sonrasında yaşanan büyük sürgünü anlatır. Kırım ve sürgün içinde kaybolmuş bir dilden, “Ubıh”çadan alınmıştır. Ubıhça sözlükteki karşılığı katliam ya da kırımdır. Ve bu nedenle de 21 Mayıs 1864, Çerkesler için dönüm noktasıdır.
Kafkasya’nın kadim halkları bağımsızlık ve özgürlük için yaklaşık üç yüz yıl direndi. Çarlık Rusyası direnişi uyguladığı vahşetle kırabildi.
Dönemin diğer iki hegemonik gücü Osmanlı İmparatorluğu ve İngiltere, biri sınırlarının diğeri Hindistan’ın bekçisi olarak gördüğü Çerkeslere yönelik ikiyüzlü politikalarını direniş boyunca sürdürdü.
Çerkes köylerine baskınlar yapıldı, evler içindekilerle birlikte yakıldı; ekinler atlara çiğnetildi; hayvanlar çalındı, telef edildi; ormanlar tahrip edildi; Karadeniz’den abluka uygulanarak ticaret engellendi, un ve gıda ticareti yasaklandı… İşgal edilen Çerkes köylerine Kazaklar ve Ruslar yerleştirildi.
Soykırım uygulamaları sürgünle devam ettirildi. Karadeniz sahil şeridi Çerkeslerden arındırıldı, halk Osmanlı topraklarına sürgün edildi. Ubıh, Abaza ve Adıgelerin yüzde 90’ı, yaklaşık 1.5 milyon insan sürgün edildi, sürgünlerin 500 bini yolda yitirildi. Osmanlı sürgün Çerkesleri belli bir iskân politikası ile yerleştirdi. Rumeli ve Ortadoğu’ya; Sinop’tan Reyhanlı’ya uzanan hat üzerine ve Marmara Denizi’nin Anadolu yakasına…
Tarihçi Kemal Karpat’a göre, 1859-1879 arasında sürgün edilen Çerkeslerin sayısı 2 milyon civarındadır ve bunlardan 500 bini Osmanlı topraklarına ulaşmadan yaşamlarını yitirmiştir. Trabzon’daki Rus konsolosunun yazdığı bir rapor, ölümlerin insanların tıka basa dolduruldukları gemilerden karaya çıktıklarında da sürdüğünü göstermektedir: “Trabzon’a çıkarılan 24.700 kişiden şimdiye kadar 19.000 kişi ölmüştür. Şimdi orada (Batum) bulunan 63.900 kişiden her gün 180-250 kişi ölmektedir. Samsun civarındaki 110.000 kişi arasında her gün vasati 200 kişi can veriyor. Trabzon, Varna ve İstanbul’a götürülen 4.650 kişiden de günde 40-60 kişinin öldüğü haberini aldım.”
Bu süreçte bazı Çerkes halkları tamamen yok olmuş, Ubıhlar yok olmanın eşiğine gelmişti. 1834 yılında nüfusları 573 bin olarak kaydedilen Adıgelerin nüfusunun 1867’ye gelindiğinde 44 bine düşmüş olması trajedinin boyutunu gösteren bir başka veridir. 100 yıldan uzun süren Rus-Çerkes savaşlarının 21 Mayıs 1864’te sona erişi, kimi Çerkes halkları ve dilleri için sonun başlangıcı olmuştu!
1864 Çerkes Soykırımı sürecinde milyonlarca insan katledilmiş, Çerkesya Karadeniz sahil şeridi boyunca; Anapa, Soğucak, Gelendjik, Tuapse ve Soçi’yi içine alacak şekilde Abhazya’ya kadar tamamen Çerkeslerden temizlenmiş, Kuzeyde Kuban nehrini takip ederek doğuda Mozdok’a kadar olan bölgede ise çok az sayıda Çerkesin yaşamasına müsaade edilmişti.
Rus Çarlığı 1567’de iskan etmeye başladığı Kazaklara ait Stanitsa’ların sayılarını artırarak 1800’lerden itibaren Çerkesya’yı tamamen ortadan kaldırmak istemiş, Soykırım sürecinde de serfliği kaldırarak özgürleştirdiği topraksız kölelerini Çerkeslerden temizlediği köy ve kasabalara yerleştirerek onları toprak sahibi yapmıştı.
Çerkesler modern dünyanın gördüğü ilk büyük soykırımın kurbanları olarak vatanlarından binlerce km uzakta ayrı devletlerin sınırları içinde kendilerine ait olmayan savaşlarda ölerek, hayatta kalanları da yeni kimlikler, kültürler ve diller edinerek yaşamaya zorlanmıştı.
1864 Çerkes Soykırımdan sağ kurtulanların topluca sürgün edilmesi halk için ikinci bir soykırıma neden olmuş, Çerkesler yıkılmakta olan bir devletin nasırlaşmış meseleleriyle bir savaştan diğerine savrularak ama bir gün Kafkasya’ya geri dönecekleri inancını hep diri tutarak, Osmanlı coğrafyasında hayatta kalma mücadelesine girişmişti.
Çerkeslerin sürgünü ile Osmanlı ordusu Türkçe bilmese de ölmeye hazır sadık askerlerle, istihbaratı gözü kara tetikçilerle, zengin haneleri de kılıç artığı yetim çocuklar ve nikahlanmayı bekleyen dul kadınlarla dolmuştu…
Çerkes soykırımıyla neticelenen Rus-Çerkes ilişkileri Çar Korkunç Ivan (1547-1584) döneminde başlamış, 1552’de Kazan’ın ve 1556’da da Astrahan’ın işgali ile güneye sarkan Rus orduları Kafkasya sınırlarını aşıp 1567’de ilk Kazak-Stanitsa’sı kurulmuştu. 1567’den itibaren işgaller adım adım devam etse de yıkım sürecinin 1700’de başladığı ifade edilebilir. 1700 İstanbul antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu’ndan Azak kalesini ele geçirerek ilk kez Karadeniz’e ulaşan Rus Çarlığı, o günden başlayarak Kırım Hanlığı ve Çerkesya topraklarına doğru sarkmış, süreçte Çarlığın kontrolüne giren ve Ruslaştırılan bölgeler de gittikçe genişlemişti.
Sürgün öncesinde Çarlık Rusya bölgede yeni kurulan Stanitsa’da 14 bin 223 aile ve yaklaşık 85 bin nüfus yerleştirmişti. Bu süreçte kuzeyde Don Nehri’nin ağzından, güneyde Abhazya’ya, Batı’da Kerç boğazından, doğuda Hazar kıyısındaki Kuma’ya kadar olan tüm Kafkasya’da toplam 440 bin Rus-Kazak-Ukraynalı vs. iskân edilmişti.
1856 Kırım Savaşı’nı yitiren Çarlık Rusyası, ciddi bir prestij kaybına uğrayıp Karadeniz’de donanma bulundurma hakkını dahi kaybetmiş, bu mağlubiyetini de Kafkasya’daki direnişe saldırarak gidermeyi tercih edip, Dağıstan ve Çeçenistan’da faaliyet gösteren İmam Şamil 1859’da esir edilmiş, Rus kolonyalizminin önünde engel olarak sadece Çerkesya ve Abhazya kalmıştı. Mücadele bu bölgelerde şiddetlenerek devam etmiş Çerkes ve Abhazların direnişi 1864’e kadar altı sene kadar daha sürmüştü.
Süreçte Çerkeslerin hızla Kafkasya’yı boşaltmalarının sağlanması için de askerî birlikler şiddet uygulamış, halk kadın ve çocuklar ayırt edilmeksizin katledilmiş, Çerkeslerin köyleri ve tarlaları yakılmış, halka aç kalıp ölmek ya da sürülmekten başka seçenek bırakılmamıştı. 21 Mayıs 1864’te Soçi sırtlarındaki Kbaada’da gerçekleşen son savaşta Çerkesler mağlup olmuştu.
Karadeniz sahillerine sürülen yüz binlerce Çerkes’in perişan hâline şahit olan Rus tarihçi Berje’nin sözleri 1864 gerçeğini gözler önüne sermiştir: “Novorosisk Körfezi’nde toplanmış 17 bin dağlının bende bıraktığı korkunç izlenimi hiç unutmayacağım. Yılın bu sert zamanında neredeyse tamamen gıdasız kalan, tifüs ve çiçek salgınıyla kırılan bu halkın hâli içler acısıdır. Gökyüzünün altında çıplak arazide yırtık elbiselerinin içinde katılaşmış cesediyle yatan genç Çerkes kadının ve biri can çekişen diğeri annesinin göğsünden süt emmeye çalışan çocukların manzarası hangi kalbi sızlatmaz? Benzer pek çok sahne gördüm…”
1864 öncesinde, Osmanlı Devleti kıyılarından Rus işgalindeki Karadeniz sahillerine kayık ve sandalların gitmesi yasak iken, Trabzon’daki Rus Konsolosu Çerkesya ve Abhazya sahillerinden muhacir nakletmek isteyenlere hemen açık pasaport vermeye başlamıştı. Rus koloniyalizmi Çerkes ve Abhazlardan arındırılmış bir Batı-Kafkasya için her tür imkânı seferber edip, hayatta kalan tüm Çerkes ve Abhazları da bir an önce nakletme işine koyulmuştu.
Rus subay Ivan Drozdov, Soçi’ye ulaşmaya çalışan Çerkeslerin mahveden yürüyüşünü anlatırken: ‘Erkek, kadın, çocuk, yaşlı bir Çerkes kafile, açlıktan ve hastalıklardan bitkin cesetler hâlinde yürürken, aç köpeklerin saldırısına uğrayıp canlı canlı yeniyordu…’ ifadesini kullanmıştı.
1863-1864 kışından itibaren Çerkeslerin sürgününde ciddi artış meydana gelmiş, başlangıçta 40-50 bin kişi olacağı tahmin edilen muhacirlerin sayısı, kısa zamanda 400 bine ulaşmıştı. Takip eden aylarda bu sayı fazlasıyla artmış, vaktiyle Kafkasya’da kalabalık köy ve kasabaların bulunduğu vadiler bir insana bile rastlanamayacak derecede ıssızlaşmıştı.
Aralık 1864’te sadece Trabzon’a sürülen Çerkes muhacir sayısı 100 bini geçmiş, çoğunun üzerinde giyeceği bir parça elbisesi bile olmayan, salgın hastalıklara yakalanmış bu kadar insanı Trabzon gibi nüfusu o dönem 10 bini geçmeyen bir şehirde barındırmak da mümkün olmamıştı.
İtalyan Dr. Barozzi’nin komiser olarak görev yaptığı Trabzon ve Samsun’a yaklaşık olarak 350 bin Çerkes getirilmiş, fakat sadece Trabzon’da hastalık, açlık ve sefalet yüzünden 35 bininin öldüğü kayıtlara geçmişti.
1864’ün ekim sonuna kadar sürülenlerden 40 bini Trabzon ve 60 bini de Samsun’da olmak üzere 100 binden fazla Çerkes ölmüş, şehirlerin çevresi Çerkes mezarlıkları ile dolmuştu. Trabzon kıyılarına ayak basan muhacirlerin sayısı yaklaşık olarak 220 bini bulmuş ve bunlardan dul ve yetimler başta olmak üzere yaklaşık 10 bini açlık ve hastalıktan ölmektense köle olarak satılmak zorunda kalmıştı.
Osmanlı Hükümeti, muhacirlerin dağınık şekilde iskân edilmelerini benimsemiş olmakla birlikte, Çerkeslerin toplu hâlde iskân edilmelerinin siyasi ve askerî yönden uygun bulunduğu Sivas-Kayseri arasında yer alan Uzunyayla’da, Düzce-Adapazarı ve Güney Marmara’da toplu iskânlara da izin vermişti.
Devlet-i Ali’nin iskân siyasetinden Çerkeslerin payına düşen devletin bekası için gerekli görülen bölgelere iskân edilmeleri olarak gerçekleşmişti. 1864-1877 döneminde sadece Rumeli’nde iskân edilmiş olan Çerkes sayısı yaklaşık 400 bin olarak ifade edilmiş, Kemal Karpat tarafından verilen bilgilere göre 1860’lardan itibaren Kafkasya’dan sürülen Çerkeslerin sayısı 1.2 milyonu bulmuştu. Çerkesler kafileler hâlinde sürgün yollarına düştüğünde, Osmanlı Hükümeti kaybedilen savaşlarla azalan Müslüman nüfusu tahkim etmek, çıkması muhtemel bir büyük savaş öncesi Anadolu’da safları sıklaştırmak ve elde kalan topraklarda Müslüman çoğunluğu sağlamanın telaşıyla derin bir iskân siyasetini uygulamaya koymuştu.
Sinop’tan başlayarak, Samsun, Amasya, Çorum, Yozgat, Tokat, Sivas, Kayseri, Maraş, Adana, Antakya, Hama, Humus, Şam, Golan Tepeleri, Amman ve Akabe’ye kadar olan, Karadeniz’den Kızıldenize uzanan 1900 km’lik hat üzerinde en uzak köyler arası mesafe atla bir günde ulaşılmak kaydıyla Çerkesler iskan edilmişti.
Çerkesler, hep muhacir olarak kaldılar…
Ve “muhacir” isen geldiğin yeri, soykırımı hatırlamana da gerek yoktur!
BİRKAÇ ŞEY DAHA
Egemenlerin azınlıklara yaşattıkları trajedi konusunda Étienne de La Boétie’ın, “Dünyada hiçbir şey haksızlık kadar doğaya aykırı değildir,” uyarısının altını çizerek ekleyelim:
Etnik farklılıklar özünde çelişkili farklılıklar değildir. Ancak, etnik farklılıklar, belli toplumsal koşullarda bir karşıtlığa dönüştüklerinde karşımıza özel bir durum çıkıyor…
Etnik farklılıklar, bireyin istese de terk edemeyeceği kimi “organik” özelliklerden kaynaklanır. Birey ait olduğu etnik kimliğini yok edemez, örneğin, Han, Kürt, Türk, Roman olmaktan vazgeçilemez. Buna karşılık, “çelişkinin” (karşıtlığın) taraflarından birinin varlığı öbürünün varlığına bağımlı değildir. Bu nedenle etnik farklılıklar bir etnik karşıtlığa dönüştüğünde karşımıza özgün bir durum çıkıyor. Bu durumu, Zizek’in, Kant’tan aktardığı “antinomi” kavramının yardımıyla düşünmeyi deneyebiliriz.
“Antinomi”, taraflarından birinin öbürüne indirgenemediği, diyalektik bir senteze ulaşılarak aşılamayan bir çelişki, karşıtlıktır. Bir “antinomi” ile karşı karşıya olduğumuzda, bu karşıtlığı eleştirmeye, başlarken onu oluşturan unsurların özelliklerinden hareketle değil, bir üçüncü noktadan yaklaşmak (“parallax” bakış) gerekecektir. Örneğin, bugün karşımızda, bir taraftan bakınca “Kürt sorunu”, öbür taraftan bakınca “Türk sorunu” olarak görülen bir karşıtlık var. Bu karşıtlığa yönelik radikal bir eleştiri, tarafların “sorun” algısının dışında üçüncü bir noktadan bakan bir yaklaşımı gerektiriyor.
Yoksa, “çözüm” seçenekleri karşımıza, ilişkinin, parçalanması (ayrılma) ya da taraflardan birinin yok olması (asimilasyon) ile sınırlanmış olarak çıkabilir. Üstelik şiddet içeren bu iki “seçenek”, asla “sorunu” ortadan kaldıracak bir kesinliğe ulaşamayacak, en fazla karşıtlığı geçici bir süre, şiddet kullanarak bastıracaktır.
Üçüncü bir noktadan hareketle, dışından, eleştirildiğindeyse, bu “antinomi” yönetilebilir (yapının istikrarını bozmayacak, egemenlik ilişkilerini koruyacak bir düzeyde tutulabilir) ya da tümüyle ortadan kaldırılabilir…
Etnik karşıtlığı (antinomiyi), kimi reformlarla da sonsuza kadar biteviye yönetmeye kalkarak Sisifus’un yükünü üstlenmek yerine, reformlara ek olarak ortadan kaldırmayı amaçlamak daha gerçekçi bir seçenek olabilir. “Üçüncü noktayı” bir başka kimlikte değil, etnik kimlikler arası ilişkiyi, karşıtlığa dönüştürerek bir antinomiye yol açan, maddi koşullarda, yapının ekonomi politiğinden kaynaklanan çelişkilerde arayabiliriz.
Eğer bu saptama doğruysa, antinomiye dönüşmüş etnik karşıtlığa, gerek reformlar yoluyla yönetmek, gerekse ortadan kaldırmak için, yaklaşırken, öncelikle kapitalizmi, varsa feodal ilişkileri, bunlar üzerinde yaşayan emperyalist süreçleri eleştirmek gerekecektir.
Aksi takdirde, yasal, kurumsal, ne kadar kapsamlı, ayrıntılı düzenlemelerle (reformlarla) yönetilirse yönetilsin, toplumsal zenginliğin üretiminden, bölüşümünden, bunu sağlayan siyasi yapı içindeki konumlardan (sınıfsal farklılıklara) kaynaklanan çelişkiler, kaynakları anlaşılamadığı takdirde; etnik kökenli eşitsizlikler olarak görülebilecek, gösterilebilecek, böylece etnik gruplar arası ilişkiler, özellikle, gelir dağılımının bozulmaya, ekonomik güvensizliklerin artamaya başladığı dönemlerde, kolaylıkla “antinomiye” dönüşecek, dönüştürülecek, bir kez dönüştükten sonra, yapılmış tüm reformlara karşın, ekonomi politikten gelen maddi belirleyiciler ortadan kalkmadıkça, yok olmayacaktır.
Bir başka deyişle çözüm, “farklılıklar”ı değer kabul eden eşitlikçiliktedir.
Ve bir şey daha…
Henry David Thoreau, “Azınlık çoğunluğa ayak uydurduğu sürece güçsüzdür; hatta artık azınlık bile değildir,” derken ekler Yaşar Kemal de: “Haklı azınlık, haksız çoğunluktan daha güçlüdür.”
23 Mart 2021, İstanbul.