12.9 C
İstanbul
21 Ekim Pazartesi, 2024
spot_img

Azınlık, “Çoğunluk Tiranlığı”nın panzehiridir* – Temel Demirer

Azınlıkların varlığı bir kusur değil, güvencedir. Olması gerek ise, azınlıkta olanların güvence altına olduğu, özgürlüklere saygılı eşitlikçi özgürlüğün çoğunluğudur.

 

“Çoğunluk
her zaman ve istisnasız olarak
azınlığın haklarını çiğnemiştir.”[1]

“Çoğunluk” -sınırlarını sınıflı-sömürücü sınıfın çizdiği!- gündelik hayatın “muteber” kavramlarındanken; “azınlık” da bir o kadar “lanetli”dir.

Oysa çoğunluğa değil, hakikâte itibar edilmeli; çünkü çoğunluk kuvveti, güçlerin en hoyratıdır. Bu bağlamda da çoğunluğun “cenneti”, ötekileştirilen azınlık(lar) için cehennemdir.

Tıpkı John Stuart Mill’in, “Çoğunluğun iradesi, diğer insanlar üzerinde baskı yapabilir; gücün çoğunluk tarafından kötüye kullanılmasının önlenmesi gereklidir. ‘Çoğunluğun tiranlığı’ topluma karşı bir kötülüktür ve toplum buna karşı korunmalıdır”…

Anooshirvan Miandji’nin, “Eğer bir yerde çoğunluk kendini olduğundan daha ahlâklı göstermeye çalışıyorsa, orada ahlâk sorunu vardır.” “Çoğunluğu doğruluk olarak görmek, demokrasinin en büyük yanılgısıdır”…

Eugene V. Debs’in, “Tarihte büyük değişiklikler meydana geldiğinde, büyük ilkeler söz konusu olduğunda, kural olarak çoğunluk yanlıştır”…

Hannah Arendt’in, “İnsanların sonuçları düşünmeksizin çoğunluk görüşüne itaati insanın basitliğidir”…

Ayn Rand’ın, “Bir karar çoğunluğun oyuyla alındı diye doğru olmaz”…

Mahatma Gandhi’nin, “Vicdan meselelerinde çoğunluk yasasının bir yeri yoktur”…

Walter Lipmann’ın, “Politikada çoğunluk kuralının haklılaştırılması onun ahlâki açıdan doğru olduğunu göstermez”…

Emma Goldman’ın, “Aramızda gerçeğin ve adaletin en büyük düşmanları, bir kitle hâlindeki çoğunluklardır, kahrolası kitle hâlindeki çoğunluklar”…

Giordano Bruno’nun, “İnsanın sırf çoğunluk, çoğunlukta olduğu için, kitlelerle ya da çoğunlukla aynı şekilde düşünmek istemesi aşağılık ve düşük bir kafası olduğunun kanıtıdır”…

Herbert Spencer’in, “Çoğunluğun azınlık tarafından yönetimi tiranlıktır; azınlığın çoğunluk tarafından yönetimi de tiranlıktır. Her iki durumda da ‘senin istediğin gibi değil, bizim istediğimiz gibi yapacaksın’ kuralı geçerlidir,” ifadelerindeki üzere…

* * * * *

Çoğunluğun alkışlarına inanmayın; çünkü çoğunluğun onayı yanlışı doğru yap(a)maz. Herkes yapıyor olsa da yanlış yanlıştır.

Sınıflı sömürücü şiddetin sürüleştirdiği çoğunluk otoriteyi sever; “Yöneten çoğunluğun azınlığı susturma hakkı olmadığı”nı aklından dahi geçirmez…

Çünkü “İmkânsız”, çoğunluğun lügatına kayıtlı bir sözcüktür; en kolayı bilmemek ve sürüye ait olmaktır. Tam da bunun için de çoğunluk bilgisiz ve önyargılıdır; yalanları gerçeklerden daha kolay kabul eder.

Böylesi bir otorite, azınlığın baş belası, çoğunluğun idolü olsa da; çoğunluk tarafından yapılması, yanlışı, yanlış olmaktan çıkarmaz.

Nihayetinde insan(lar)ın sonuçlarını düşünmeksizin çoğunluğun görüşüne itaati, teslim olması yabancılaşmış insan(lık)ın basitliğidir.

O hâlde net biçimde ifade edelim: Azınlığın çoğunluk tarafından yönetimi tiranlıktır; “Bizim istediğimiz gibi yapacaksın/ olacaksın” kuralının dayatılmasıdır; John Dalberg Acton’un, “Bir ülkenin özgür bir ülke olup olmadığını değerlendirmek için en iyi test azınlıkların sahip olduğu hakların güvence altına alınıp alınmadığına bakmaktır,” uyarısı kesinlikle “es” geçilmemelidir.

* * * * *

Bir an dahi unutulmasın: Gerçek daima azınlıktadır ve azınlık daima çoğunluktan güçlüdür. Yol gösteren asla statükocu çoğunluk değil, radikal azınlık(lar)dır. Çünkü bir gerçeği söylemek, muhalefet ve direniş göstermek anlamına gelir her zaman.

Sınıflı sömürücü yapının pompaladığı “Umutsuzluk” çoğunluğun çözümü; umut ise azınlığın itiraz ve duruşundadır. Komutan Yardımcısı Marcos, “Sömürülmüş, dışlanmış, ezilmiş ama karşı koyan ve ‘yeter’ diyen tüm azınlıklar,” diye betimlediği potansiyeldedir…

“İyi de azınlık” ne mi?

Søren Kierkegaard’ın, “Doğru her zaman azınlıktadır”…
Georges Bataille’ın, “Bilinçli insanlık azınlıkta kaldı”…
Gilles Deleuze’ün, “Çoğunluk hiç kimsedir, azınlık herkestir”…
George Orwell’in, “Deli dedikleri şey, tek kişilik bir azınlıktı belki de”…
Thomas Carlyle’nin, “Her yeni fikir, başlangıçta diğerleri arasında azınlıkta kalır”…
Anooshirvan Miyandji’nin, “Binlerce düşünceyi yıkacak güçte fikirler var ve bunların peşinde azınlık zihinler”…
Mahatma Gandhi’nin, Tek kişilik bir azınlık bile olsan gerçek hâlâ gerçektir”… sözleriyle tarif edebiliriz onu.

Özetin özeti: Bilenler azaldığında aptallar çoğal(tıl)dığı kapitalist yabancılaşma tablosunda azınlık zamanının önündeyken; çoğunluk zamanın önüne dikilendir.

Ancak kapitalist uygarlık krizinde herkes dışlanan azınlık tarafında olmaktansa dışlayan çoğunluk tarafında olunca rahat ediyor. Karşı tarafta olmadığı için seviniyor. Çoğunluğun içinde olunca da, azınlığa dair eziyet hâline gelen şeyleri düşünmeye gerek bile duymuyor.
“Çoğunluğuz” deyip, geçiyor!

Kapitalist “demokrasi” illüzyonu da bu değil mi zaten?!

Kaldı ki kapitalizm, her varyantıyla bir azınlık yönetimidir. İktidar her zaman bir avuç oligarkın, yönetici elitlerin, çokuluslu şirketlerin, bankaların elindedir, onların kamuoyuna kapalı “zirve”lerinde alınan kararlar uygulamaya konulur. “Çoğunluklar”da yönetenler kendileriymiş yanılsamasını yaratma görevi ise, her zaman oligarkların sözcüleri, temsilcileri olarak davranan popülist/ demagog politikacılara ve medyaya düşer. Bunlar eliyle pompalanan milliyetçilik, din, yabancı düşmanlığı, homofobi, ırkçılık, ataerki gibi harcıâlem fikirler, yığınlarda bir “çoğunluk olma” hissiyatı ve sahte bir özgüven yaratarak kendileri yönetiyormuş” yanılsamasına yol verir. Bir başka deyişle, “çoğunluğun tiranlığı” gerçekte güruhların bir avuç muktedir tarafından manipüle edildiklerinin farkına varmaksızın, kendilerini kudretli sanmaları yanılsamasıdır. “Çoğunluğun tiranlığı”nın hedef tahtasına yerleştirdiği azınlıkların uğradığı baskı ve ayırımcılığın yarattığı rantta aslan payı da her zaman muktedirlere gider: Ermeni soykırımıyla oluşan rantı (“emval-i metruke”) kim yedi, dersiniz?

Bu noktada Pierre Joseph Proudhon’un, “Demokrasi gizli bir aristokrasidir.” Noam Chomsky’nin, “Dev şirketler tarafından yönetilen bir toplumda özgürlük hakkında konuşmak saçmadır. Bir kurumda ne tür bir özgürlük var? Onlar totaliter kurumlar, yukarıdan emir alırsınız ve belki de onları altınızdaki insanlara verirsiniz,” saptamaları son derece yerindedir…

* * * * *

Euripides’in, “Kanunları zenginlerin çıkarı için yapıyorsunuz”…
Ovid’in, “Parlamentonun kapıları fakirlere kapalıdır”…
V. İ. Lenin’in, “Parlamento burjuvazinin ahırıdır”…
Marcus Aurelius’un, “Kurdun kuzuya dostluğundan daha çirkin bir şey yoktur. En çok bundan kaçın”…[2]
Anthony Burgess’un, “Seni bir makine biçimine sokmuşlar. Seçme hakkını elinden almışlar,” notunu düştüğü tabloda “seçim” güçlüler ile güçsüzler arasında iktidarın bekası için yaratılmış bir illüzyondur.

Açıktır ki soru(n)lar sadece bir kâğıt parçasını oy sandığına atmakla çözül(e)mez. Çoğunluğa uyan bir azınlık güçsüzdür, hatta böyle bir durumda azınlık bile sayılmaz. Aksine o, tüm gücünü ortaya koyduğu an yenilmez olacaktır.

Kaldı ki Karl Marx ile Friedrich Engels’in teorize ettiği, V. İ. Lenin ve Mao Zedung gibi devrimcilerin geliştirip uyguladıkları teori açısından sınıfsal kazanımlar, ancak iktidar hedefli devrimci bir mücadele ile olasıdır.

Dahası: V. İ. Lenin ve Mao Zedung’a göre kazanılan hak ve özgürlükler de (iktidar) ancak radikal önlemlerle korunabilir. Durum buyken; yaygın çoğunluk kaygılarına tercüman (musallat!) olan “seçim”, “demokrasi” vb. söylenceler güdük ve gülünç olmuyor mu?
Noam Chomsky’nin, “Demokrasi içindeki insanların oyuncu değil izleyici olduğu bir sistemdir”; Dylan Riley’in, “Kapitalistler hiçbir zaman demokrasinin dostu olmadı”[3] uyarıları asla boşuna değil.

“Nasıl” mı?

Mesela… “Polisin yetkilerinin genişletilmesi, ceza ve yaptırımların artırılması gösteriyor ki İngiltere’de demokratik eylem yapma hakkı tehlike altında.”[4]
Ya da… Hükümet Brexit sürecinin kritik aşamasında Parlamento’yu 5 hafta süreyle askıya alma kararı açıkladı. Hükümet istedi, Kraliçe onayladı: İngiltere’de Parlamento askıya alınacak, muhalefet ‘Britanya usulü darbe’ diyor.”[5]
Veya… Fransa’da 2020 yerel seçimleri özellikle katılım oranın çok düşük seviyesiyle gündemde. Seçmenlerin sadece yüzde 40’ı sandığa gitti. Bu, Beşinci Cumhuriyet’in 1958’de kuruluşundan bu yana kaydedilen en düşük oran oldu… Fransız demokrasisi neredeyse yirmi yıldır derin bir kriz sürecinden geçiyor.”[6]

* * * * *

Gelelim sınıflı-sömürücü yapıların “çoğunlukçu demokrasi” illüzyonuna…
Öncelikle belirtelim: Friedrich August von Hayek’in, “Demokrasi teorisinin bugünkü yanlış anlaşılmasının kaynağı, Rousseau tarafından, halk iradesinin genel inancın yerine konması ve bunun sonucu olan halk egemenliği görüşüdür,” itirafındaki üzere, kapitalizm koşullarda -“serbest rekabetten tekelci”liğe!- sözcüğün tam anlamıyla gerçek bir demokrasi hiç bir zaman olmadı, olmayacaktır da.

Çoğunluk, -öyle olduğu “iddia” etse de!- genel iradenin onaylamadığı bir yürütme oluşturur. Örneğin kapitalist “demokrasi”de çoğunluk yönetir, ama azınlık susturulur.
Kaldı ki sürekli bir düşünce oluşturma, karar verme ve aktif katılım süreci olması gereken “demokrasi”, sadece oy verme, çoğunluk olarak anlaşılamaz.
Bu bağlamda “Rıza Demokrasisi” denilen şey manipülasyondur. Oysa benim sözünü ettiğim, yığın demokrasisidir; aktif katılımdır. Çünkü gerçek demokratik ilke, hiç kimsenin emeğin üzerinde bir güce sahip olmamasıyla mümkündür. Bu da kapitalizmin hiçbir versiyonunda, doğası gereği mümkün değildir.

Söz konusu hâlde “demokrasi” denilen şey çoğunluğun tiranlığına; yani çoğunluğun sınırsız gücünü temsil eden sisteme dönüşmüştür.
Öyleyse James M. Buchanan’ın, “Demokratik karar mekanizması garanti edildiği sürece her şey yolunda gider düşüncesini kabul etmiyorum. Ben bunu ‘seçim safsatası’ olarak adlandırıyorum,” uyarısı eşliğinde çoğunluğun tiranlığı ya da diktatörlüğü, çoğunluk kuralı doğrultusunda birey veya azınlık gruplara yönelik baskıyı ifade eden bir kavramdır.
O hâlde Alexis de Tocqueville’in, “… ‘Demokrasi’ ve ‘demokratik devlet’ kavramlarının kullanımı konusunda büyük bir eksiklik vardır. Bu kelimeler açıkça tanımlanmadıkça ve anlamları üzerinde uzlaşılmadıkça insanlar bu anlam karmaşası üzerinde yaşamaya devam edeceklerdir ve bu tartışmalar demogoji yapanların ve despotların işine yarayacaktır,” uyarısı şaşırtıcı değildir.

Devlet yönetimine halkın katılımı, özgür katılım ve denetimi “olmazsa olmaz”ken; olması gereken, “Vox populi, vox dei/ Halkın sesi, hakkın sesi” demekle kalmayıp, her adımda bunu hayata geçirmektir. Çünkü “Yürütme gücünü ellerinde tutanlarda halkın efendileri değil, görevlileridir; halk istediği zaman onları işbaşına getirir, istediği zaman da işten uzaklaştırır.”[7]

Bunun için i) kamusal kararlara katılma, ii) temsil etme hakkı ve iii) itiraz ya da muhalefet yapma hakkı tartışıl(a)maz olmalıdır. Söz konusu hâlin yol açabilmesi mümkün olan soru(n)lar da, yine tartışıl(a)maz ilkelerde daha fazla ısrarı gerektirir.

Olması gereken politikaya aktif katılımdır. V. İ. Lenin’in ifadesiyle, “merkezde proletarya diktatörlüğü, yörelerde özerklik”tir. Formül budur. Çünkü “Halkın iradesinin danışıldığı bir sistem izlendiğinde ve halkın refahına hizmet eden bütün eylemleri tek norm olarak kabul edildiğinde yönetmek ne kadar kolaydır,” Che Guevara’nın da belirttiği gibi.

* * * * *

Çoğunluk, adalet için hiçbir garanti vermezken; gerçeğin çoğunluk tekeline bağlı olduğu yalandır. O, çoğunluğun iradesinden değil, azınlığın öngörü, ihtiyaç ve itirazından kaynaklanır.

Tam da bunun için Lucius Seneca, “Gerçek daima azınlıktadır ve azınlık daima çoğunluktan güçlüdür. Kural olarak azınlık gerçekten bir fikre sahip olanlardan oluşmuştur”…
Jean de La Bruyere, “Gerçek, çoğu zaman, çoğunluğun inandığının tam tersidir”…
Howard Zinn, “Gerçekleri söylemek, özellikle de toplum tarafından kabul edilmeyen gerçekleri söylemek zordur”…

George Orwell, “Gerçekleri söylemek, özgürlüğü kaybetmek anlamına gelebilir,” diye uyarırlar…

Diyeceklerimi noktalıyorum: Azınlıkların varlığı bir kusur değil, güvencedir.
Olması gerek ise, azınlıkta olanların güvence altına olduğu, özgürlüklere saygılı eşitlikçi özgürlüğün çoğunluğudur.

Olması gereken gerçekleşene dek yapılması gereken, Nevzat Çelik’in dizelerinde kayıtlıdır:
“Çok olmadığımız kesin
Çok olan tarafta değiliz
Çok olan tarafta olmayacağız
Türkiye’de Kürt olacağız
Kürtlerde Ermeni
Ermenilerde Süryanî
Gidip Almanya’da Türk olacağız
Hollanda’da Surinamlı
Fransa’da Cezayirli
İran’da Azeri
Amerika’da zifiri zenci olacağız
Çoğalan zencide mutlaka Kızılderili
İsrail’de Filistinli
Köpeğin karşısında kedi
Kedinin karşısında kuş olacağız
Kuşun karşısında börtü böcek
Hakemler hep karşı takımı tutacak
Ve biz hep yedi kişiyle tamamlayacağız maçı
Çiçeklerden kamelya olacağız”…


NOTLAR

[*] Avrupa Demokrat, Ağustos 2024…
[1] Max Horkheimer.
[2] Marcus Aurelius, Kendime Düşünceler, çev: Y. Emre Ceren, İş Bankası Yay., 2020.
[3] Dylan Riley, “Kapitalistler Hiçbir Zaman Demokrasinin Dostu Olmadı”, 1 Haziran 2024… https://www.ykp.org.cy/2024/06/kapitalistler-hicbir-zaman-demokrasinin-dostu-olmadi-dylan-riley-2/
[4] Andrea Brock-Nathan Stephens Griffin, “İngiltere de Polis Devletine Dönüştü”, Birgün, 20 Aralık 2022, s.10.
[5] “İngiltere’de Protesto: Darbeyi Durdurun”, Cumhuriyet, 30 Ağustos 2019, s.20.
[6] Anne Cécile Robert, “Seçmen Grevde”, Cumhuriyet, 1 Temmuz 2020, s.7.
[7] Jean-Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, çev: Vedat Günyol, İş Bankası Yay., 2006.

Son Haberler

ÇOK OKUNANLAR

ÖZGÜR BİR DÜNYA İÇİN!

KALDIRAÇ DERGİSİ'NİN EYLÜL SAYISI ÇIKTIspot_img

ARTIK TELEGRAM'DAYIZ!

spot_img

DÜNYAYI İSTİYORUZ!

İŞÇİ GAZETESİ'NİN 218. SAYISI ÇIKTI!spot_img

Bizi takip edebilirsiniz

369BeğenenlerBeğen
851TakipçilerTakip Et
14,108TakipçilerTakip Et
1,920AboneAbone Ol