Türkiye’nin 6 Şubat 2023 günü itibarıyla karşı karşıya kaldığı korkunç tablo bir ‘afet’ ya da ‘felaket’ değildir. İktisadi ve politik katmanları bulunan, koşullarının oluşumu zamana yayılmış, durdurulması için yapılan çağrılara kulak asılmamış bir katliamdır. Art arda iki çok şiddetli deprem yaşanması ve bunların ‘tarihi’ büyüklükte olması bu gerçeği değiştirmiyor. Yıkımın yaşandığı 10 kentteki yurttaşlar, öncesi bir yana, neredeyse çeyrek asır önceki 1999 Marmara depreminin acı sonuçlarından gerekli vazifeyi çıkarmayan devlet ve iktidar tarafından ölüme terk edilmiştir; hem depremden önce hem de sonra… Bilim insanları, mühendisler ve (Hatay örneğinde görüldüğü gibi) yerel yöneticiler defaatle uyarmasına rağmen bu yıkımı engellemek için hiçbir şey yapmayanlar bu katliamın cellatlarıdır. Resmi can kaybı bu yazının yazıldığı sırada 25 bine yaklaşmıştı, ama gerçek tablonun bunun kat kat kat üstünde olduğunu biliyoruz. Onbinlerce insanımız, uykularında, yaşadıkları konutlara, evlerinin odalarına diri diri gömülmüştür. Canını bir şekilde kurtaranlar soğuk, açlık, susuzluk ve enkaz altındaki yakınlarına ulaşamama çaresizliğiyle baş başa bırakılmıştır. Türkiye devleti ve onun temel fonksiyonları, milyonlarca insanı yıkıma sürükleyen bu Anadolu katliamının sorumlusu ve seyircisi pozisyonundadır.
Bu vahşetin başlıca müsebbibi, elbette, Türkiye’yi 20 senedir ve bugün yönetmekte olan siyasal iktidar. Ama sorumluluk silsilesi, tarihsel ve aktörel açıdan çok daha katmanlı ve geniş… 12 Eylül’den sonra Türkiye’nin neoliberal kapitalist dönüşümünü yöneten, bu dönüşümün iktisadi, politik ve kültürel ihalelerini sırtlanan herkes yaşananlardan doğrudan sorumludur. Başta tekelci burjuvazi olmak üzere, sermaye sınıfının ’Batıcı’sı ve ‘İslamcı’sıyla tüm kesimleri; taşra ekonomisinin eşraf ve ağaları; tarikat, cemaat ve öteki dinbaz teşkilatların hacıağaları; bütün bunların uzantısı durumundaki asalak siyaset sınıfı ve sivil-asker bürokrasinin tüm yönetici takımı, yüzbinlerce Anadolu insanının kanını döken, canını alan, milyonlarcasını bir dehşetin içinde sahipsiz bırakan bu katliamın suç ortağıdır.
Bugün bizzat bu kesimlerin halka dayanışma ve birlik çağrısı yapması ikiyüzlülükten başka, bir de suç örtbası faaliyetidir. Türkiye halkı, kendisine dayatılmış bütün yapay ayrımları tereddütsüz şekilde aşmış olarak dayanışma gösterdi. Bu konuda kimsenin tavsiyesine, kibirli dürtüklemesine ihtiyacı yok. Hiçbir zaman da olmadı. Halkın, başına gelen felaketi anlamak için yardıma ihtiyacı yok. Türkiye halkının şimdi, içine itildiği bu yıkımın tüm sorumlularından kurtulmaya ve ülkenin ve toplumun yeniden inşası için örgütlenmeye ihtiyacı var.
Yıkımın gerçekleştiği coğrafya, uluslararası sermayenin, yerli tekelci burjuvazinin ve ‘Anadolu sermayesi’ gibi isabetsiz bir ifadeyle de adlandırılan dinbaz burjuva katmanların el birliğiyle sürdükleri bir sömürü tarlasıdır. Maraş’ta iplik sektörü, aralarında örneğin IKEA’nın da bulunduğu uluslararası tekellerin tedarik merkezlerinden biridir. Antep ve Urfa tekstil sektörünün ucuz emek ile ‘rekabet avantajı’ sağladığı, onbinlerce işçinin pandemide, 2022 kışında olduğu gibi kar kenti teslim almışken ve azgın pahalılık koşullarında cepheye sürülür gibi işliklere sürüldüğü, sendikanın, en küçük sosyal ve iktisadi dayanışmanın bile ‘terör’ ile ilişkilendirildiği emek cehennemi kentlerdir. Tütün üreticisi köylülerin geçim olanaklarının, uluslararası sigara tekellerinin stratejik çıkarları ve özelleştirme politikaları kapsamında, kimi zaman jandarma sopasına varan yöntemlerle tasfiye edildiği, ‘milli gelir’den aldığı binde 3’lük zavallı payla, işsizliğe ve çaresizliğe terk edilmiş Adıyaman bir yoksullar kentidir. “Mesleki eğitim” adı altında (devletin MESEM markasıyla kurumsallaştırdığı) çocuk işçi sömürüsünün merkez üsleri, depremin de merkez üsleridir. Okullarından koparılarak, aylık 1.200 lira ücretle ‘ihracatçı’ sanayinin siperlerine sürülen çocuklar, kendilerine ve ailelerine reva görülen evlerde yakalanmıştır depreme. Maraş’ın, Antep’in, Adıyaman’ın, Hatay’ın, Malatya’nın ve öteki kentlerin derme çatma binalarında yaşayan emekçiler, kapitalist üretim ilişkilerinin bir girdi kalemi gibi istiflendikleri bu çürük binalarda ölüme terk edilmiştir. Öğretmenler, hemşireler, doktorlar, mühendisler, bütün meslek sahipleri ve küçük memurlar, kendilerine süslü sözlerle satılan ya da kiralanan ev görünümlü tabutlarda; demirden, betondan çalan hain müteahhitlerin kazanç hırslarında ezilerek ölüme sürülmüştür.
6 Şubat’ta Anadolu’nun güney ve doğu kentlerinde yaşanan katliam, bu yönleriyle bir kapitalist sömürü katliamıdır. Yukarıda sıralanan suç ortaklarının ortaklık masası bu sömürünün kendisidir. Depremden hemen sonra, kimi zaman bir serzeniş olarak söylenen “devlet nerede” sorusuna tam da bu masanın ortasından yanıt vermek gerekiyor belki: Devlet yok değil, Türkiye’nin kapitalist devleti artık budur, bundan ibarettir. İhale ve imtiyaz dağıtacak, paranın dolaşımını, sömürünün organizasyonunu ve mevzuatını üstlenecek, ama yatak odalarına gömülen yorgun emekçilerden hayatta kalanlara kurtarma ekibi gönderemeyecek bir devlet. İhale saçan, kârları garantileyen ve bu sömürü düzeninin devam için gerekli siyasal-sosyal ‘güvenliği’ cebren sağlayan bir devlet. Rejimin iletişim başkanlığı ismi takılmış propaganda bürosunun depremden hemen sonra yaptığı ihbar app’i, Erdoğan’ın tüm konuşmalarındaki açık tehditler, satılık ve asalak medya kâtiplerinin yazıları ve sözleri bu cebrin, bu şiddetin araçları.
Ama bugün, ülkemizin ve her birimizin içinde bulunduğu yıkım, bu şiddet araçlarıyla vehmedilen gücün nasıl da kâğıttan olduğunu gösteren bir ışımaya da sahiptir. Türkiye, merkez siyasetin çelişkileri düzleminde değil, tarihsel olarak bir dönüm noktasında bugün gerçekten. Klişe tabirle söylersek ‘dipteyiz’ –ve– ya bu dipten çıkacağız ya da aktörleri değişse bile o dipte kalacağız. Bugün Türkiye toplumuyla sermaye diktatörlüğünün düzeni arasındaki ölümcül çelişkinin, enkazlar, yüzbinlerce kayıplar, yok olan kentler ve tarihsel-sosyal varlıklar ile göründüğü bir andayız. Bu çelişkileri esasen siyasal partiler, resmi ya da ‘sivil’ kurumlar değil, sınıf çelişkileri ve mücadelesinin nesnel koşulları belirliyor. Devlet aygıtına da onun olağan ya da olağanüstü durumlardaki fonksiyonlarına da yön veren sınıf savaşıdır. Türkiye, beşeri, doğal ve hatta tarihsel varlığının, sermayenin kısa vadeli çıkarları uğruna ateşe atıldığı, ama o ateşin de bütün çatıyı sardığı bir noktada. Buradaki seçeneklerimiz, sermayenin farklı fraksiyonlarının rakip projelerinden ibaret değildir.
Başta deprem bölgesindeki yurttaşlar olmak üzere toplumun genelinde bu yıkıma karşı ortaya çıkan öfkenin doğru hedeflerden sapmasına ve bir ‘asayiş sorunu’ görünümüne bürünmesine yol açan şiddet görüntüleri ülkemizin önündeki kaygı verici bir başka manzara oluşturuyor. Neredeyse bir özel şirketler temsilcileri topluluğundan oluşan neoliberal Saray kabinesinin imdadına neofaşist kışkırtıcılar koşuyor. Yıkım bölgelerindeki asayiş sorunlarının travmatik bir seyir alması, en çok yıkımdan sorumlu olanların işine geliyor. İnsanları önce ölüme sonra derin asayiş sorunlarına terk eden kapitalist devlet, bu asayişsizliğin kendisidir.