Askerî Keynesçilik, iktisatçı John Maynard Keynes’in kriz zamanlarında devletin mali politikalar aracılığıyla ekonomiyi canlandırabileceği fikrinden türetilmiştir.
Dünya ekonomisi ve siyaseti köklü değişimlerin yaşandığı bir dönemden geçiyor. Bu süreçte, geçtiğimiz şubat ayında yapılan seçimler, Almanya’nın ekonomik ve siyasi yapısında derin dönüşümleri tetikleyen bir dönüm noktası olarak öne çıkıyor.
Almanya’daki ihracata dayalı büyüme modeli, küresel üretim ağlarındaki yeniden yapılanma, enerji fiyatlarının artması ve içsel çelişkiler nedeniyle sürdürülemez bir hâl almıştı ve iki yıldır süren resesyon önceki koalisyon hükümetinin sonunu getirmişti.
Ancak mevcut gündem yalnızca Almanya’nın iç meselelerinden oluşmuyor. ABD’de ikinci Trump dönemiyle birlikte küresel güç dengelerinde yaşanan kaymalar daha da hızlandı ve bu yeni durum, uluslararası ilişkilerde de yeni bir denge arayışını kaçınılmaz hale getiriyor.
Bu gelişmeleri akılda tutarak, bu yazıda şu görüşü tartışacağım: Almanya’da krize giren birikim modelinin tadilatının yapılması, yani bir paradigma değişimi zaten seçim öncesinden beri tartışılıyordu. Ancak giderek derinleşen Trans-Atlantik yarılması, bu paradigma değişiminin yönünün yeni bir askeri Keynesçilik olarak şekillenmesini teşvik ediyor.
Büyüme/birikim modelinin krizi
Almanya’nın ihracata dayalı büyüme modeli, uzun yıllar boyunca ekonomik başarısının temel taşı oldu. Ancak, Çin’in yükselişi, küresel tedarik zincirlerinde yaşanan yeniden yapılanma süreci ve küreselleşmenin yavaşlaması, bu modelin sınırlarını açık bir şekilde ortaya koydu.
Savaş nedeniyle artan enerji maliyetleri, enerji yoğun üretim yapan sektörlerde büyük sorunlar yaşanmasına neden oldu. Ek olarak uluslararası rekabette geriye düşen otomotiv sektörü derin bir kriz içinde ve toplu işten çıkarmalar çoktan planlandı.
Tüm bu zorluklara, bu zaman kadarki iktidarların takip ettiği sürekli kemer sıkma politikaları nedeniyle oluşan kronik yatırım eksikliği, kamusal, lojistik ve sosyal altyapının aşınmış olması ve günün gereklerine yanıt veremeyecek hale gelmesi de eklendiğinde, karşımızda sadece iki yıl süren bir resesyon değil, daha bütünlüklü bir birikim modeli krizi olduğu daha net görülebiliyor.
Paradigma değişimi
Ekonomik krizin derinleşmesi, Anayasal hale getirilen sürekli kemer sıkma modelinin en azından esnetilmesini zorunlu kılıyordu. Ancak bu adımın liberaller (FDP) tarafından bloke edilmesi, bir önceki koalisyon hükümetinin sonunu getirmişti. Seçimler sonrasında koalisyon görüşmelerine başlayan CDU ve SPD yani Hristiyan Demokratlarla Sosyal Demokratlar, zaten seçim öncesinde başlayan bu paradigma değişimini, yani kemer sıkma politikalarını yol açtığı kronik yatırım eksikliğini aşmayı öngörüyordu.
Müstakbel yeni hükümetin duyurduğu büyük mali teşvik paketi, bu bağlamda değerlendirilmelidir. Görünen o ki, Almanya’nın geleneksel mali disiplin anlayışı esnetilerek, kamu harcamalarının artırıldığı ve devletin ekonomide yeniden belirleyici bir aktör hâline geldiği bir döneme giriliyor. Ancak, bu müdahale sosyal refahı artırmaya değil, sermaye birikimini desteklemeye yönelik.
Gerçekten de, sosyal harcamaları artırmak için bir türlü aşılamayan denk bütçe duvarı, konu jeopolitik gerilimler ve Trans-Atlantik yarılma olunca ışık hızıyla aşıldı ve müstakbel yeni hükümet, altyapı projeleri ve savunma sanayi odaklı olarak, eşi benzeri çok az görülebilecek büyüklükte bir harcama paketini hazırlamaya soyundu.
Almanya’nın sıkı mali disiplin kurallarını gevşeterek savunma harcamalarını artırma planı, Avrupa finans piyasalarında büyük yankı uyandırdı. 30 yıllık Alman devlet tahvillerinin getirisi 25 baz puan artarak 1998’den bu yana en büyük yükselişi kaydetti. DAX 30 endeksi yüzde 3.6 oranında değer kazanırken, Londra, Paris ve Milano borsalarında da benzer yükselişler gözlendi. Özellikle savunma harcamalarının GSYİH’nin %1’ini aşan kısmının borçlanma kuralından muaf tutulması, Almanya’nın savaş sonrası ekonomik ve politik paradigmasında bir kırılma anına işaret ediyor.
Trans-Atlantik ilişkilerde kırılma
Jeopolitik gerilimlerle birleşen ekonomik kriz, Almanya’nın dış politika yönelimlerinde köklü değişimlere yol açıyor. Geçtiğimiz haftalarda gerçekleşen Münih Güvenlik Konferansı’nda ABD Başkan Yardımcısı J.D. Vance’in yaptığı açıklamalar, Avrupa’daki müesses nizam için tam bir soğuk duş etkisi yaptı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana NATO şemsiyesi altında ve ABD’nin askeri güvencesi sayesinde askeri harcamalarını minimumda tutabilen Avrupa için Trans-Atlantik ilişkilerde yaşanan kriz, sarsıcı bir şok anlamına geliyor. Münih Güvenik Konferansı’nda Vance, Avrupa’nın kendi güvenliği için daha fazla sorumluluk üstlenmesi gerektiğini açıkça ifade etti. Bu açıklama, ABD’nin artık Avrupa’nın güvenlik garantörü olma rolünden çekilme eğiliminde olduğunu teyit eder nitelikte.
Trump yönetiminin Avrupa’ya koymayı hazırlandığı gümrük vergileri bir yana, Almanya ve Avrupa’nın artan askerî harcama zorunluluğu, ekonomik ve siyasi yapılanmalarını derinden etkileyecek yeni bir sürecin kapısını aralıyor. Avrupa’da devletin ekonomideki rolü artarken, bu rolün giderek savunma sanayisine kaydırılması, kıtanın ekonomik geleceğini belirleyecek en kritik unsur hâline geliyor.
Almanya’nın yeni ekonomik paradigması askerî Keynesçilik mi?
Almanya’daki son seçimler ve ikinci Trump yönetiminin yaydığı şok dalgaları, gerek Avrupa’da gerekse Almanya’da kritik değişimlerin yaşanmasına neden oldu. Bu değişimler sıralanırken, özellikle Almanya’nın artan askerî harcamalarının ekonomiyi canlandırıcı bir işlev üstlenebileceği yönündeki tartışmalar dikkat çekiyor. İşte bu noktada, ‘askerî Keynesçilik’ kavramı gündeme geliyor.
Askerî Keynesçilik, iktisatçı John Maynard Keynes’in kriz zamanlarında devletin mali politikalar aracılığıyla ekonomiyi canlandırabileceği fikrinden türetilmiştir. Bu teoriye göre, devletin büyük çaplı askerî harcamaları hem toplam talebi artırarak ekonomik büyümeyi teşvik eder hem de yeni istihdam alanları yaratır. Hatta 1930’lu yıllardaki Büyük Buhranından çıkışın II. Dünya Savaşı ile gerçekleşmesi, bu tip politikalara örnek olarak gösteriliyor.
ABD, sadece II. Dünya Savaşı sırasında değil, 1947 sonrasında başlayan Soğuk Savaş boyunca da askerî harcamaları ekonomi politikalarının merkezine yerleştirdi. Silahlanma yarışı, sanayi üretimini ve teknolojik yenilikleri teşvik ederek ekonomik büyümeye ivme kazandırdı. Avrupa, uzun yıllardır mali disipline öncelik vermesine rağmen, ABD’nin güvenlik garantisini geri çekme eğilimi, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerini yeni bir ekonomik paradigmayla yüzleşmeye zorluyor: Devletin artan askerî harcamalar aracılığıyla ekonomiyi desteklemesi.
Kısacası, ABD’nin Avrupa’yı daha fazla askerî harcama yapmaya zorlayan politikası, kıtada askerî Keynesçilik yönelimini güçlendirebilir. Almanya için bu, yalnızca ekonomik bir dönüşüm değil, aynı zamanda siyasi bir yeniden yapılanma anlamına geliyor.
Ancak müstakbel yeni hükümetin uygulamaya hazırlandığı bu tip bir politika, yani sosyal harcamaların kısıtlanması pahasına güvenlik yatırımlarının artırılması, toplumsal hoşnutsuzluğu daha da artıracaktır. Ayrıca, devletin askerî yatırımlar yoluyla özel sermayeyi desteklemesi sürdürülebilir bir model değil. Zira üretilen bu metalar (silahlar) bireysel tüketiciye ulaşan/tüketilen ve hızla yenileri üretilen ürünler değil. Bir seferlik yaratılan bu ivmenin sürekli hale gelmesi için bu ürünlerin tüketilmesi, yani geniş çaplı bir savaş gerekiyor! Bu açıdan birikim modelindeki tıkanıklıkların askeri Keynesçilikle aşılmaya çalışılması, dünyayı tehlikeli sularda gezmeye yönlendirecek mekanizmaları harekete geçirebilir.