13 gün boyunca enkaz gibi yaşam deneyimleri altında kalan en az 50 kadın ile tanıştım. Yaşadıkları travmalar sonucunda yönünü kaybetmiş kimseyle hiç tanışmadıysanız buyurun benimle tanışın: Ben Ebru, 38 yaşındayım. İntihar geçmişi olan ve 4 ay önce son anda ipten inen bir devrimciyim. Düştüm evet, öfkeden ve derin üzüntüden ötürü gardım indi. Faili bu yazıyı (üstelik bu halimde) yazmama neden olan ilaç tekelleri ve bu sağlık sisteminden nemalananlardır.
Ben bu konunun anlatıcısıyım. Fakat bu kaliteli ve başarılı ve hatta sanatsal bir gerilim filmi senaryosu değil. Bu bayağı bayağı yaşanıyor, ve ben bunun şahidinden öte mağduruyum.
Ocak ayındaki intihar girişimimin ardından kendi isteğimle acile götürüldüm ve doktorların kararıyla Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin polikliniğinde psikiyatr görüşmelerine başladım. Doktorumdan çok memnundum, haftada 2 kere beni gördüğü oluyordu, hassasiyetle ilgilenip duygu durumumu dengelemeye çalışıyordu. Ayakta tedavi ile birkaç ilaç denememize rağmen, ilaçların aşırı uyku yapmaları dışında etkileri olmadı ve 3 ayın sonunda doktorumun da yönlendirmesi ile aniden yatış kararı aldım ve işte buradayız.
“Neyle karşılaşırsam karşılaşayım, ne kadar kötü olabilir ki?” dedim kendime ve en kötü ortamı kafamda tasarladım. Biraz “Girl Interrupted”a yakın şeyler hayal ettim. Benzerlikler nerdeyse yoktu. Beklediğim, istediğim şey durmayan kafamı biraz susturabilmek, zihni düzenleyebilmek, dinlenmek, yürekteki dinmeyen acıyı azaltmak, biraz da “takın serumu, ilk hafta uyutun beni” hayali.
“En kötü deneyim olur bana” dedim. Şimdi yazarken bir gülümsedim. Müthiş deneyim oldu, ağır depresyon hastası olarak girdiğim hastaneden artan krizler ve nöbetlerle ve kafayı azıcık kırarak çıktım. Hatta daha kötüsü; “çıkamadım” henüz. 13 gün boyunca farklı farklı ruh ve sinir hastalıkları tanısı olan, ağır ve çok ağır düzeyde en az 50 kadın hastayla bir aradaydım. Ve birbirimizden başka neredeyse kimsemiz yoktu.
Hastaneye giriş
Ben Acil’den girdim, girişte güvenlik ne için geldiğini soruyor, “yatışa” dedim. Bu arada bilmeyenler için söyleyeyim; buraya kendi rızanla yatmış olsan dahi kendi istediğin zaman çıkamıyorsun. İlk yatış minimum 15 gün. Sonra uzman ve asistan doktor vs. tedavi yönteminin devamının nasıl olacağına dair karar veriyor.
Acil’e hastayla birlikte sadece 1 kişi girebiliyor. Yatış onayı sonrası Covid testi ve tahliller yapıldı. Vejetaryen olduğumu belirttik ve bu not edildi.
Yatış onayı ve testlerden sonra eşya stresi ile başlıyor her şey (her şey yasak; kot, sutyen, bağcıklı her şey, lastikli her şey, mont ipleri kesiliyor, kağıt-kalem-kitap, öz bakım ürünleri, cüzdan -telefon numaralarını not ettiğim kağıt ile birlikte, çünkü içinde unuttum ve bu sonrasında çok büyük sorun oldu benim için). Bu olmaz, şu olmaz derken bir bez torba kaldı elimde. Tırnak makası ve cımbız hemşire odasına teslim ediliyor ve gerektikçe kısa süreler için istenebiliyor.
Sonra çıktım, sevdiklerimle biraz dramatik bir vedanın ve “Ebru lütfen içeride sadece kendine odaklan, unutma, sen buraya iyileşmek için giriyorsun” hatırlatmaların ardından güvenlik eşliğinde o binaya götürüldüm. Kadın Kapalı Kliniği (K1). Daha iyi olmak için (dünyanın en kısa fıkrası).
Bu bina 2 kattan oluşuyor:
- 1.KAT: yeni gelenler ve ağır hastalar (?!) = cehennemin dibi
- 2. KAT: alt kattan terfi eden hastalar = cehennemin birkaç üst katı
Yeni gelen olduğum için elbette önce dibi görmem gerekiyordu. 1. kat. “Yok canım, ruh ve sinir hastaları bir arada tutulmuyordur” yorumunu çokça aldığımı hatırladım ve yanıldıklarını gördüm. Çünkü katta tüm odalar birbirine bir koridorla bağlı ve hepimiz belli ki iç içeyiz.
Yatışın ilk haftası dış dünyayla iletişimin tamamen kesiliyor.
İçerde eşyalarım tekrar ayıklandı, üzerimi değiştirmem gerekiyordu, alınmayan kıyafetlerden bir şeyler giydim. Sonra bana Covid’den dolayı izolasyonda olacağım söylendi, temiz çarşaf, yastık kılıfı ve nevresim verildi ve odama götürüldüm. İçeri girdim, kapı üzerime kilitlendi.
Oda boştu, en azından bu gece tektim, bu iyiydi. Odalar genelde 4 yataklı. Gömme dolap var, o kadar. Tavan yüksekliği sanırım 3,5 metre civarı, duvarların rengi bej, duvar köşeleri yuvarlaklaştırılmış… Bütün sesler boş yüksek duvarlar yüzünden her yerde yankılanıyor. Perdesiz bir pencere, arkasında da 2 kat tel ve parmaklık… Ve dışarıda 1. Katın yüksekliğinde, dışarıyı görmemizi engelleyen beton bir duvar… Pencere açıktı, kolu yoktu, gece kapatmak için arasına bir şey sıkıştırıyordum. Tavanda sanırım olmazsa olmaz beyaz florasan lamba ve köşede de kamera var. Bu arada doğal olarak neredeyse her yerde kameralar var, elbette 2. katta da aynı şekilde.
Etraftan sürekli sesler geliyordu. Öncelikle kapıların üzerimize kilitlenmesi bazı hasta arkadaşlar için sıkıntıydı. Kapalı alanda kilitli kalma korkusu olanlardan da olmayanlardan da, “kapıyı açın” talebini çok duydum. Üstelik tabii, farklı seviyelerde psikolojik hastalığı olanlarla nörolojik hastalığı olanlar aynı odaya denk düşebiliyordu. Tuvaletimiz gelince ya da bir sıkıntımız olduğunda kapıya tıklıyorduk, sonra vuruyorduk, fakat bu sesler diğer seslerle karışıyordu, ve aynı anda birkaç oda kapılara vurunca ya da haykırışlar yükselince tabii sağlık personeli de yetişemiyordu ya da biraz bekliyordu sanırım belki sakinleşen olur diye. Muhtemelen o sırada kameradan da bakılıyordu. Ama sonuç olarak izolasyondayken tuvaletin geldiyse ya da bir şekilde kapının açılması gerekiyorsa geçmiş olsun. Kapının pervazına yapışıp ilaçların da neden olduğu bitkinlikle bekliyorsun. “Uyuyamıyorum” şikayeti için bekliyorsan zaten bitmişsin. Hemşireye ulaşsan bile genelde “yarım saat daha dene” diyor ve sonra o yarım saat 20 saat sonra filan geçiyor ve ilacına (ne olduğu hiç önemli değil, sadece dalmak istiyorum) kavuşuyorsun.
Sabah 5’te kapı açılıyor, çalışanlar tabldotu hemen odanın girişine denk gelen yatağın ucuna koyup çıkıyor. Ve bilin bakalım ne yok? Vejetaryen yemek. Üstelik hayvansal içerikli yemekler ve diğerleri (ki bu pilav, makarna ya da salata oluyordu, o da bazen) tabldotta karışıyordu. 3 öğün kahvaltı verin dedim, o da olmadı. İştahım da yoktu zaten, bununla uğraşamayacaktım. Genelde tepsiyi geri çeviriyordum.
Arada ilaç saatleri var, hemşireler odaya giriyor, ilaçları içiriyor. İzolasyonda olduğumuz için sigara odasını kullanamıyoruz. Ama yine biraz insaflılar, en büyük atraksiyonumuz olan yaklaşık 5’er dakikalık bahçe çıkışlarımız var. O küçük, etrafı tel örgülü, geneli beton bahçede 5 dakika içinde hem sigara iç, hem diğer hasta arkadaşlarla tanış, hem bir hava al, hem de biraz bilgi al; yetmiyor elbette. İzolasyondan çıkacağımız sırada, iki katta da Covid vakası çıktı. Hepimiz tekrar Covid testi olduk ve izolasyon süremiz uzadı.
2. günümde çok sık ağlama nöbetleri geçiren genç bir hasta arkadaş geldi odama. Odamız kilitli olduğu için o da genelde kapıya vururdu. Ben günümün büyük kısmını onu yatıştırmaya, fenalaştığında hemşireyi çağırmaya çalışmakla geçiriyordum. Sevdim de onu, ablası oldum. Ama 3. günün şafağında, ben ikinci kez sinir krizi geçirince hasta arkadaşımla konuştum -, anlayışla karşıladı ve bulduğum ilk hemşireye yapışıp bizi ayırın dedim. Ve arkadaşımı ayırdılar.
1. katta televizyon odası vardı, fakat izolasyon nedeniyle kullanamıyorduk. Benim 2. gün huzursuz bacak sendromumun pik yapması nedeniyle 5 gece uyuyamadım. Bir gece odada uyuyan arkadaşlar uyanmasın diye kendimi TV odasına kilitlettirdim hatta. Yürümek zorunda kalıyorsun sürekli, uykun var, başın dönüyor, çile… Ama gece neyse ki sessiz oluyordu genelde. Ağır hasta arkadaşlara uyuyabilmeleri için muhtemelen bizden daha fazla ilaç veriyorlardı.
Koridorun sonunda yemekhane vardı. İzolasyon sonrası 2 kattakiler de tam oraya bağlanan bir merdivenle yemekhaneye giriyordu. Yemek konusuna 2. kata çıkınca tekrar döneceğim.
Sakin ya da itaatkar kal(a)mazsan, özel olarak hazırlanmış VIP odalarına girmeye hak kazanıyorsun:
Bağlanma Odası
- İnsanların kemerli yatağa bağlandığı bir oda. Hasta kontrolü kaybeder (ki kontrolü kaybetmek ağır depresyon hastası olarak benim için bile olasıydı) ve hastane personeliyle de fiziksel ve sözlü olarak girdiği tartışma sonucunda sakinleşmezse; hemşire, güvenlik, hastane personeli yardımıyla o odaya sokuluyor. Bağırış çağırış, zorla yatağa bağlanıyor. İğne, serum, artık ne verirlerse veriyorlar. Ama o odaya sokulup da sakinleşeni pek az duydum. Yatağa bağlısın yahu. Sana yardımcı olmak için burada olduğunu söyleyen personel seni yaka paça bağlıyor. Bu sesler üst kata da gidiyor tabii. Ve biz hastalar için bunlar tetikleyici olabiliyor. Ben 2. Kattayken bir kadını sanırım her gün oraya alıyorlardı ya da bir odaya kilitliyorlardı. O kadın arkadaşın arada sadece birkaç dakika molalar ve gece uyku saatleri hariç 4 gün boyunca çığlıklarını duyduk. Bir eyleme/maça gidersiniz, sesinizi zorlarsınız; normalde birkaç saatte bile kısılan ses o 4 gün boyunca kısılmadı hiç… O seste acıyı duyuyorsun, çaresizliği, öfkeyi, ne varsa içinde, onları haykıran insan sesi. İnsan.
Yastıklı Oda
- Kendine zarar verme noktasındaki bazı ağır hastalar için de her yeri yastıkla kaplı bir oda var. Bir gün tesadüfen kapı açıktı ve içeriyi gördüm; içerde yine beyaz florasan ışık vardı.
Düşün sinir krizi geçiriyorsun, kontrolü kaybetmişsin, etrafa ve en önemlisi kendine zarar verme noktasındasın, seni bembeyaz ışıklı küçücük bir odaya kilitliyorlar. Yastıklı odanın bir süresi var, emin değilim ama 1 saatin altında olması lazım. Sonuç olarak, bu odanın amacı hastayı sakinleştirmekse, bu işe yaramıyor.
EKT (Elektrokonvülsif Tedavi)
Hastalara elektroşok verilerek suni epilepsi nöbetleri yaratan bir ‘tedavi’ yöntemi… EKT’ye girecek arkadaşlarımla öncesinde bunu konuştuk, bana anlattılar. Ben de hafızaya nasıl bir etkisi olduğunu merak ettiğim için aramızda birkaç konu belirledik. O güne ait, birlikte yaşadığımız akılda kalıcı absürd anlar belirledik. EKT’den sonra bunlar üzerine konuşacaktık. Odada beklerken aklım onlardaydı. Döndüklerinde arkadaşlarım bana “Sen kimsin?” diye sorduklarında kendi aralarında anlaştılar, bana şaka yapıyorlar zannettim. Ama bir yandan da karşımda gözünün feri gitmiş üç tane beden görüyorum. Beni kandırmadıklarını anlamam uzun sürmedi. Anıları hatırlamayı bırak, sanki o anda ruhları yokmuş gibiydi. Zamanla bazı şeyleri birbirimize hatırlatarak ilerlemeye çalıştık. Ama inanılmaz hafıza kayıpları vardı. Aradan 6 hafta geçti, ve iletişimde olduğumuz için unutulan şeylerin hala geri gelmediğini biliyorum.
2. Kat
6 günün sonunda izolasyon bitti ve beni 2. kata aldılar.
2. kata çıkınca tekrar bir eşya kontrolü ardından hastane işçisi abla beni bir hasta arkadaşla tanıştırdı, o da sağ olsun beni gezdirdi. Sonra çok iyi arkadaş olduk…
Bu katta da tek bir koridor var. 1. Kattan farklı olarak bu katta Etkinlik Odası ve kullanılabilen bir Televizyon Odası vardı. Hastanenin resmi sitesinde “Yatarak tedavi gören hastalara yönelik; günaydın toplantıları, grup psikoterapisi, psikoeğitim, egzersiz, resim, takı, boncuk ve el sanatları gibi rehabilitasyon çalışmaları servis ekibince yürütülmektedir.” yazıyor. Bunu yatıştan önce okumuştum; fakat bunların hiçbiri yok. Haftada bir resim öğretmeni geliyor ve onunla kozalak ya da motifli kağıt boyayabiliyorsun. Ve bu herkese hitap eden ve her hafta yapılacak bir etkinlik olmadığı için genelde katılan olmuyordu. Hatta yaşça daha büyük hasta arkadaşlarım “Çocuk muyum ben” diyordu. Çok sıkıldığımızı söylediğimizde ve başka bir etkinlik olmamasının nedenini sorduğumuzda, yine “Covid sebebiyle” cevabını alıyorduk; fakat Covid’den önce de buraya yatmış olan arkadaşlar bu durumun hep olduğunu söylüyordu.
TV odasında ise genelde izlenmemesi gereken, hele ki biz hastaların hiç izlememesi gereken o aile faciaları programları izleniyordu. Özellikle yaşça daha büyük olan hasta arkadaşlar o odayı kullanıyordu. Akşamları da yine toplumun beynini kevgire çeviren o entrika dolu travma dizileri açıktı.
Anlayacağınız, sabahın 5’inden gece yarısına kadar bir de canımızın sıkıntısına sıkılıyorduk. Ben sıkılmanın gerçekte nasıl bir şey olduğunu bu klinikte öğrendim. Yapacak hiçbir şey yok. Üstüne üstlük, arıza çıkardığında 1. Kata geri yollanma tehdidiyle karşılaşıyorsun. Bizler kendimiz de birbirimizi kriz anında sakinleştirmek için bazen bunu hatırlatıyorduk. Yani hasta bir arkadaş, bir başka hasta arkadaşına korku vererek onu 1. Kattan koruyor. Düşünsene… Çünkü her şey 1. Kata inmekten daha iyi…
Covid sebebi ile 2. Katta da ziyaretçi kabul edilmiyor. Hastalara ziyaretçi eşya getiriyorsa iyi kalpli güvenliklere denk gelmişsen sana haber veriyorlar; demir kapının parmaklıkları arasında 2’şer metre mesafe tutarak birkaç dakika konuşabiliyorsun. Garip duygular oluşurdu her iki taraf için de. Etrafımız tellerle sarılmış bir klinik, eşofman/pijamalar üstümüzde, saç/baş her telden çalıyor, sıfır makyaj elbette, ve bitkin bir hal.. Yani hoş olmamalı bunu görmek…
Gün Programı:
- Sabah 5.30 gibi kalkış
- Kahvaltı
- İlaç saati (İlaçlar her hastaya ayrılmış bölmeli kutulardan veriliyor, ağzının içi içtikten sonra kontrol ediliyor)
- 08.00-09.00 gibi bahçe kapısı açılıyor. Oldukça büyük bir bahçe, çardaklar var, parklarda olan spor aletlerinden var. Ama çoğumuzun bu aletleri kullanmaya hali olmuyor. Dışarıyı hiçbir şekilde göremiyoruz. 1. Katın bahçesiyle bu bahçe arasında tel örgü var. Denk geldiğimizde birbirimizle iletişim kurabiliyorsun. Bahçede bir ankesörlü telefon var. Buradan kartla telefon görüşmesi yapabiliyorsun (sıra gelirse). Dışarıdan ise arama yapılamıyor. Kartın yoksa arama yapamıyorsun. İçeride kart da satılmıyor. Yani bir yakının sana kart getirmediği sürece sen dışarıyla iletişim kuramıyorsun. (Bahçede önceden çay-kahve alınabilecek küçük bir market de varmış, Covid’den dolayı kapalıymış. Yani hastanenin içinde herhangi bir şer satın alamıyorsun). Burada saat 4’e kadar vakit geçirebiliyorsun. Sigara içmek istediğinde güvenlikler yakıyor.
- 10.00 – 12.00 yıkanma saati
Yıkanma takip edilmiyor. İstersen 2 hafta yıkanma, kimse fark etmiyor. Banyoda duş başlıkları yok, kapılar kapanmıyor, kova bir de maşrapa var, hiç özel alan yok. Duşta ve tuvalette kapıyı kapalı tutabilmek için yöntemler geliştiriyordum. Bu bazı hastaları biraz rahatlattı. Tüylerimizi alabileceğimiz jilet vb. malzemeler daha girişte hastaneye alınmamış olmasına rağmen ‘hastaların güvenliği için’ kapıların da açık olması, bunun bir güvenlik önlemi olmadığını, daha çok buradakilere mahremiyetine saygı duyulması gereken insanlar olarak bakılmadığını gösteriyor.
2. katta saç kurutma makinesi yok, (1. Katta ise var, ama orada da yıkanamıyorsun; bu ne yaman çelişki!) sıcak ya da soğuk suyla bir şekilde yıkanabildiysen, dışarıda da hava soğuksa hastalanmayı göze alıyorsun. Çünkü bahçe çıkış zamanı çok önemli. Zaten dışarıda geçirebileceğin hepi topu 4 saatin var.
Çamaşırhane yok, kendi çamaşırlarımızı elimizde yıkıyorduk.
- 13.00 yemek saati… Bu saat yaklaştığında hastalar “bugün ne yedirecekler bize” diye gerilmeye başlıyor. Kedi bile köfteleri yemiyor. Yemeklerin o tarifsiz kokusu daha merdivenden geliyor, tepsiler yarı dolu çöpe gidiyor. İçlerinde benim de olduğum bazı hastalar yemek sonrasında kusuyordu. Hastane personeli de elbette şikayetlerimizi haklı buluyor. Açıklamaları şu; ihaleyi alan firmanın sözleşme bitiş tarihi bekleniyor. Ama yine başka hastalardan aldığım bilgiye göre yemek konusu hep sıkıntıymış. Haydi biz hastaların demesiyle olmuyor, burada hastane yönetimi yemek şirketine “bu yemekler yenecek gibi değil” deme hakkına sahip değil mi?
- 17.00 yemek saati (son yemek)
- 18.00 – 20.00 arası koridorun sonuna sabit bir telefon takılıyor. Dışardan 4 dakikalık aramalar yapılabiliyor. Kalabalıktan düşürebilene…
- Oda ve üst araması. Bu saat tam da birçok hasta için çok önemli olan telefon saatine adeta denk getiriliyordu, o esnada telefon çaldığında kablosu çekiliyordu. Her gün. Bir kadın, bir erkek güvenlik koridordan “aramaa” diye bağırırdı, ve oda ve üst araması için hızlıca belirlenen alanlara götürülürdük. Bu arama anlarında, biz hastalar üzerinde anlamsız bir gerginlik yaratılırdı. Stresli bekleyiş. Açık olan paketli yiyecekleri topluyorlardı (bozulabilirmiş… Bisküvi bile…). Ya da bir çiçek, bir kozalak gider aramada… Ha bir de yatakları kaldırıp pat diye bırakırlardı, çarşafları hep baştan sermek zorunda kalırdık ve dolaplar -ki ne var birkaç kazak, tişört, havlu, şampuan filan-, onların arasına acaba ne koyduk diye bakarken darmaduman edilirdi. Bir gün dedik yeter ya insan gibi arama yapın… Ama hiç oralı olmadılar. Bu arama saatleri hastalar üzerinde korku yaratarak ‘denetimi’ hissettirmek için var gibiydi.
- 20.00 gibi meyve suyu ve kek dağıtılıyordu. Her gün aynı kek ve aynı şeftalili meyve suyu. Almayan arkadaşlar vardı onu da.
- 22.00 civarı gece ilacı olanların ilacı verilirdi. İlaçların ne olduğunu sorunca (doğru ilaçları bulmak için sürekli değiştiriyorlardı çünkü) bazen adını söylüyorlar, bazen ilacın neye etki ettiğini de… Ama sıra var, bu yüzden bu bilgiyi almak için yeterli vakit yok. Neticede tanıdık bir ilaç değilse ne aldığını bilmiyorsun. “Bir avuç ilaç”. Her gün, özellikle akşam ilaçlarından sonra aramızda bunu konuşurduk. “Şu renk, şu boy”. İlacı tanıyan varsa söylüyor ama ilacın adını bilsek de yine de ne olduğunu bilmiyorduk. Ne yapacağız ki, bazen konuşacak konu bulmak zor oluyordu, biz de ilaç saatinden sonra ilaçları konuşup duruyorduk. Ardından yavaştan yatmaya başlardık. Zaten sigara odası da bu saatlerde kilitleniyordu. Sonra bir süre sonra uyuyamayanlar (tabii ki ben de) gece kilitli olan hemşire odasını tıklatıp ilaç için yalvarırdık. Sırtımıza batan yatak tellerini saymazsak gecenin benim için güzel yanı, tüm o seslerin artık azalmasıydı.
Öz bakım
İlk girişte yanıma ağda bantları almıştım, içeri almadılar. Bir sonraki sezonda “Ağda Bantları ile kendimize veya karşımızdakine nasıl zarar verebiliriz” konusunu konuşalım… Bu arada eşyalarımız konusunda paylaşımcıydık ama her şey de paylaşılabilir değil maalesef.
Jilet elbette yasak olduğu için, ağda da yasak olduğu için hijyen açısından önemli olan iki bölgemizi, yani genital bölgemizi ve koltuk altımızı alamıyorduk. Madem bize yaptırmıyorlar, 10 günde bir 1 ağdacı gelse mesela ne olur, hastalara böyle bir çözüm sunulsa, batar mı hastane? Yahu aylarca yatan hastalar var… İlaçlardan dolayı sık sık tuvalete gidiyoruz. Tuvaleti bile zar zor kullanabilen bir hasta kişisel bakımını nasıl kendisi yapsın?
Bazı hasta arkadaşların hiçbir şeyi yoktu, koltuk altı ürünü ya da saç fırçası gibi. Bazılarının yakınları çok uzakta oturuyordu; ya da kimsesi yoktu. Eşya temini hepimiz için zorken bazılarımız için çok daha zordu. Özellikle de özbakımını kendisi yapabilecek durumda olmayanlar için… Bazı fiziksel veya mental aktivitelerde zorlansa da çoğu hasta kirli olduğunun her daim farkında. Kirli olmak, kirli hissetmek ne demek ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde?
Bir akşam sık sık ağlayan, kendi yazmış olduğu şiirleri bize okumayı seven, gözleri güzel abla yine ağlıyor odasında. Gittim, “şimdi n’oldu gene abla” dedim. “Saçlarım çok kötü, düğüm olmuşlar” diye ağlıyor. Üstten belli olmuyordu ama saçları maske ipinden kurtarabilince ortaya çıkan manzarayı görünce, 2 kere hemşire odasına gidip (çünkü makası elbette elime vermez) saçı doğru yerden tutup kestirerek, saç kremi ve soğuk su yardımıyla oldukça uzun bir süre çabalayarak birkaç kişi açtık. Ve biz hastayız. Güzelce taradım, yandan ayırarak arkadan ördüm, arkadaşların hazırladığı yeni bir maske ipiyle bağladım… Kadın bir süre de buna ağladı ve her gün bunu söyledi durdu.
Şimdi bu kadının saçları neden bu haldeydi. Ve NEDEN HER ŞEYLE İLGİLENEN BİZ HASTALARIZ?”
Bazıları için orada hayat çok daha zordu. Kiminki daha zor tam kestiremiyorum hala.
Bir gece bir ablamızdan “aaayyy” diye bir ses, banyo girişi, abla altına kaçırmış. Hemşire geldi baktı, döndü gitti. Arkadaş duymuş geçerken kendi kendine “ben hemşireyim, ben mi temizleyeceğim” demiş. Kendince haklı elbette, bu bakım personelinin işiydi. Sanırım bizde öyle bir şey yoktu ama. Şimdi burada hemşirenin bu işi bir şekilde çözmesi gerekirdi, ya bir personel bulacaktı ya da en en kötü kendisi yardımcı olmalıydı bence… Hastalar değil. Ama hastalar yaptı. Hem de ilk koşan daha ağır olan hastalardan bir arkadaştı, onu soydu, temizledi, giydirdi. Herkes koridora toplandı, ve genel duygu sanırım üzüntüydü. Ve çözemediğim bir sebepten dolayı ablanın idrarlı çamaşırları iki gün boyunca o tuvaletin girişinde yerde durdu.
Genel sağlık
Bir de çok önemli değil belki ama, ufak bir maruzatımız daha vardı; “afedersin” insan olduğumuz için başka sağlık sorunlarımız da olabiliyor. Bu hastanede, ruh ve sinir hastalıklarının dışındaki sıkıntılara müdahale edilemiyor.
Bir gün arkadaşım kendi odasındayken kafasında yara açılacak kadar şiddetle kafasını duvarlara vurdu. Güm seslerini duyduk. Hemşirelere haber verdim ve sakinleştirici verildi. Sonra hemşireler odadan çıktı, arkadaşım da uzandı. Darbe aldı mı kafasına, uyumaması mı gerekiyor diye endişelenmek bilin bakalım kime düştü? Yine biz hastalara… Şansımıza koridorda asistan doktora denk geldik ve arkadaşımın filmi çekilebildi.
Örneğin dişi çok ağrıyan arkadaşıma diş doktoru ayarlanamadı. Günler sonra hemşire telefonda bir doktora danışarak dilimizde tüy bitiren antibiyotiği yazdırdı.
Mesela benim var olan cilt problemim stresten korkunç bir hale geldi, yüzümü kırmızı noktalar sardı ve rahatsızlık veriyordu. Üzerine de maske… Cildiye ayarlanamadı.
Hep bizden söz ettim. Peki sağlık çalışanlarının ve hastane personelinin sağlığıyla ve çalışma koşullarıyla kim ilgilenecek? Çoğu hemşire antidepresan kullanıyor mesela. Bu insanlar her gün bu ortamda. Üstüne 48 saatlik nöbetleri de var.
Uzun lafın kısası, hasta ya da hastane çalışanı ol, hastalığın ne olursa olsun, bu hastanede(?) iyileşemiyorsun.
Peki neden iyileşemiyorsun?
Çünkü bir hemşirenin söylediği gibi; “temel amaç burada tedavi değil, ilaçların doğru kullanıldığından emin olmak”mış… Nasıl yani? İlaçların doğru kullanılmasıyla ilgili hastalar olarak öğrendiğimiz bir şey yok ki. (Sürekli değişen ilaçlar günlük hap kutularında geliyor, veriliyor ve ağzının içi kontrol ediliyor). Ama “temel amaç tedavi değil” sözüne katılıyorum. Zaten eğer amaç tedavi olsaydı, öncelikle ruh hastaları ve sinir hastalarının ortamları ayrıştırılırdı. Her hastalığın farklı belirtileri, etkileri ve sonuçları var. Özellikle psikolojik hastalıkları ve nörolojik hastalıkları olan insanlar bir arada olduğunda birbirlerine iyi gelmiyor. Kafasında intihar düşüncesi olan bir insanın kriz geçiren bir insanı görmesi; ya da hastalığını kabul eden bir şizofreni hastasının bir depresyon hastasıyla kendi durumunu karşılaştırıp “seni yakında çıkarırlar, ben kim bilir daha ne kadar kalacağım” diye düşünmesi bile…
İnsanlar sevdiklerini, ailelerini oraya yatırıyorlar ve içeride ne yaşadığımıza dair hiçbir fikirleri yok. İçerideyken de kendine sorduğun soru bu: Buradan ne zaman ve ne durumda çıkacağım acaba? Buradan hiçbir zaman çıkamayacağını düşünen arkadaşlar da vardı. “Çıktığımda gidecek yerim yok” diyen bir arkadaş bile çıkmak istiyordu. Biraz olsun iyiye gidebileceğine dair motive edecek hiçbir şey yok çünkü. Tam aksine sürekli demotive oluyorduk. Ve uyku saatlerini dışında bıraktığında, günün 19 saatini birlikte geçiren insanlar olarak birbirimizin her şeyinden etkileniyorduk. Duygu durumumuzu sadece içeride olup bitenler değil, kullandığımız ilaçlar da belirliyordu. Eminim ki hepimiz dışarıda olduğumuzdan daha hassastık. Başlangıçta dikkatimi çeken ve beni rahatsız eden şeyleri bir süre sonra kendim de yaptığımı fark ettim. Herkesin terliklerini sürüyerek gezmesi mesela… Sonra bir baktım ben de terliklerimi sürüyorum. Bir yerden sonra ayağını kaldırmak bile gereksiz bir emekmiş gibi geliyor. Yani içerde hiçbir şey olmadığı için zaman zaman her şey anlamsızlaşıyordu. Ve zamanla anlamsız olan sanki gereksize dönüştü.
Bu arada erkek koğuşlarında ve Amatem binasındaki durum da biz kadın hastalar için bir merak konusuydu. Çok daha korkunç hikayeler yaşandığından neden bu kadar emindik? Sonradan öğrendim, üç sene önce Manisa erkek koğuşu ile ilgili bir deneyim aktarımı yapılmış. Benim okurken tüylerim diken diken oldu. Siz de bir göz atın isterseniz: https://www.gazeteduvar.com.tr/saglik/2019/08/30/hastane-tanikligi-15-gunde-5-6-kez-elektrosoka-goturulenler-oldu
13 gün sonra ne oldu?
Minimum süre olan 15 günden iki gün erken taburcu edildim. İhtiyacım olan ilaçları
bulmuştuk ama psikolojik durumum iyiye gitmiyordu.
Henüz taburcu olmayı beklemediğim için (orada 2 gün bile kısa bir süre değil) “Ebru hanım, taburcu olmak ister misiniz?” diye sorulduğunda önce bir şaşırdım, ne diyeyim “evet” dedim “Hazır mısınız tekrar dışarı çıkmaya?” sorusuna cevabım yoktu. Ve şöyle bir sorun vardı ki, arkadaşlarımı bırakıp gitme düşüncesi ile sevinemedim. Yanlarına gidip haber verdiğimde herkes “Senin için çok sevindim” diyordu ama ben onlara “beni taburcu ediyorlar” derkenki duygularımız ortaktı.
Dolu dolu geçirilen zaman içinde farklı bağlar kurulmuştu, kuru bir ağaçtan dallar çıkmıştı ve o ağaç o an kimseye gölge sunmuyordu çünkü karanlıktaydı. Hayatımda hiç unutmayacağım bir yoğunlukla vedalaştık. Ağır hastalardan “şantör” abla bana son kez kendi bestelediği Fransızca şarkısını okudu, hastane işçisi dost abla son çayımı verdi, “beni sakın unutma” diye fısıldandı kulağıma. Benden büyükler ellerimi öptü… Bu anları sayfalarca anlatabilirim.
Çıktım, oğlumu (kedi) aldım ve eve geldim. Eve özellikle tek başıma gittim. Binbeşyüzseksendokuz gün sonra sessizlik. 2 gün öncesinde “yarım saat tek başıma ve sessiz bir ortam” arayışı ile bir kriz geçirmiştim. Şimdi yarım saatten çok daha fazla vaktim olacaktı.
Ama bu kavuşma anı beni mutlu etmedi. Eve girince başkasının evine girmiş gibi hissettim. Tanıdık geliyordu ancak ben burada mı yaşıyordum ve tüm bu eşyaları şimdi istediğim gibi kullanabilir miydim? Benim ayrıcalığım neydi peki? Bu manzara hiç iyi hissettirmedi.
İlk gece ilaçları yanlış alacağım korkusu ile endişe nöbeti geçirdim. Arkadaşım gelmişti neyse ki, yoksa nasıl olurdum kestiremiyorum.
Arkadaşlarım hala içeride (hapishane gibi anlaşılıyor “içeride” deyince, uygundur) olduğu için orada yapamadığım şeyleri evde de yapamadım. Birkaç gün hastanede giydiğim kıyafetleri giydim, çay içemiyordum (içerde çok zor edinebildiğimiz bir şeydi), her gün telefonla görüşme saatinde arıyordum onları, nasıllar iyiler mi diye soruyordum, bunun için telefonumda saat ayarlıydı. Kendimi ilacımı içtikten sonra ağzımı açmış, dilimi hareket ettirirken bulduğum bile oldu. Hemşirenin ağzımızı kontrol hareketiydi bu. Ama burada karşımda bir hemşire yoktu. Olağan dışı hareketlerimin farkına vardıkça, “ruh hastalığından akıl hastalığına geçiş mi yapıyorum” düşüncesiyle endişe nöbetleri geçiriyordum. Bu noktada durumumu bilen ve hastane süreci öncesinde bana alan tanıyan yoldaşlarım, dostlarım ve ailem bu duruma müdahale etti, bazı şeyleri aşmama yardımcı oldular. Bir süre önce de benim tanıdığım tüm hasta arkadaşlarım taburcu edilmişti. Bu elbette çok rahatlattı.
6 hafta oldu çıkalı, daha geçen gün saçımı hastanede yaptığımız gibi maske lastikleri ile değil, tokayla topladım. Her sabah saat 6 küsürde uyanıyorum hala. Yıkanırken hala vicdanım rahat değil. İştahım öncesinde zaten kapalıydı, şimdi hayatta kalacak şekilde besleniyorum galiba, bazı günler hiçbir şey yemiyorum. Film genelde izleyemiyorum, çünkü odaklanamıyorum. Bu yazıyı tamamlamamın bu kadar zaman alması da benzer sebeplerden. Bu benim deneyimim. Bir de orada daha uzun süre kalmış, defalarca EKT’ye girmiş, hafızasının bir kısmını kaybetmiş vs. vs. arkadaşların yaşadıkları var… Bir arkadaşım kendi durumunu “İçeriden çıktım, içeri girdim” diye tarif ediyor mesela…
Peki “13 günlük” bir tecrübeyi neden bu kadar uzun uzun anlattım size?
En başta da söylediğim gibi; ben bu konunun anlatıcısıyım. Çünkü birilerinin bunu anlatması gerekiyordu. Ben bunları hastalığımın derecesi ve elbette yok sayamayacağım, devrimciliğin getirdiği bilinç sayesinde bu kadar detaylı takip edebildim ve aktarabiliyorum. Çünkü aslında kendimi yeni bir mücadele alanının ortasında buldum; halbuki gardım düştüğü için oradaydım. Kendi savaşımı vermek için oradaydım… Ama şimdi de buradayız.
Soruyorum:
- Psikolojisi ya da akli dengesi bozulmuş olan bir insan hal böyleyken nasıl iyileşebilir?
- Dünya sağlık sistemi bu tür hastaları zaten gözden çıkardığı için mi hastaneler de mantığın bittiği son nokta haline geldi?
- Acaba tıpkı kanserde ve birçok hastalıkta olduğu gibi ilaç satmak çok para getiriyor diye mi süründürülüyoruz?
- Biz hastalar olarak çok kalabalığız. Neden?
- Neden bu kadar çok insan intiharı düşünüyor?
- Neden bu sadece düşüncede kalmıyor ve hayata bağlanamıyoruz? Motive olamıyoruz? Umudumuz tükeniyor? Ölüyoruz?
Durum bu. Son soru: Şimdi n’apıyoruz?
Umut Bulut’un anısına saygı ve özlemle…