3 beyaz polis, siyah George Floyd’u ellerini bile kullanmadan, boğarak öldürdüler. Görüntüleri dünya izledi ama beyaz devlet, henüz bunun bir cinayet olduğuna ikna olmadı.
Adaletin gözünün kör olduğu aldatmacasına artık çocukları bile inandırmak güç.
Adaletin sadece gözü değil, kulağı, hatta elleri de sonuna kadar açık. Renk farkını görüyor, dil farkını işitiyor, statü farkını gözetiyor, hatta elini rüşvete uzatıyor. Hem de liberal demokrasinin en ileri örnekleri sayılan Batı ülkelerinde bile.
İki ülkeden iki farklı isim bugünlerde gazete manşetlerinde.
Birincisi 46 yaşındaki Afrikan Amerikan George Floyd. Texas eyaletinin Houston kentinde doğdu. Yates kolejinden 1993 yılında mezun oldu. Medyada yazılanlara göre daha önce de gözaltına alındı, hatta hapis yattı. 2014 yılında daha iyi bir yaşam umuduyla geride 6 ve 22 yaşlarındaki iki kızını bırakarak Minneapolis’e taşındı. 5 yıldır bir restorantın güvenlik görevlisi olarak çalışıyordu. Covid-19 nedeniyle işyeri kapanınca işsiz kaldı.
İddiaya göre, 20 dolarlık bir alışveriş için sahte bir çek kullanmaya yeltenmişti. Ardından gelişen olaylar, cep telefonu kameralarının kaydettiği görüntülerden:
Beyaz polis Derek Chauvin, siyah George Floyd’u ters kelepçe takarak gözaltına alıyor. Önce bir duvar dibine götürüyor, sonra uzaklaştırarak yüzükoyun yere yatırıyor ve diziyle boğazına basıyor. Son video görüntülerinde Thomas Lane ve Alexander Kueg isimli diğer 2 beyaz polisin de dizleriyle Floyd’u yere bastırdıkları görülüyor. Canlı yayında polis işkencesi…
Asya kökenli Tou Thao isimli bir diğer 3 polis de Derek Chauvin’e sokak diliyle söylersek erketelik yapıyor, etraftan gelen müdahaleleri ve görüntü alınmasını engellemek için Chauvin’i perdeliyor.
Nefes alamıyorum
O sırada Floyd’un ağzından zorlukla çıkan “ohh annem, nefes alamıyorum, lütfen” sesleri de yavaş yavaş duyulmaz oluyor.
Floyd’un yakın arkadaşlarından biri olan eski NBA yıldızı Stephen Jackson da görüntüleri izlemiş. Floyd’un 2 yıl önce annesini kaybettiğini hatırlatıyor ve gözyaşlarıyla anlatıyor: “Bizler güçlü adamlarız, gerçekten ihtiyacımız olmasa öyle kolay kolay annemizin adını ağzımıza almayız”…
Sıradan bir cinayet ya da devlet, polis şiddeti değil karşımızdaki. Devletin kurumsal olarak ırkçılığını ortaya koyan organize bir nefret cinayeti bu.
Kendisine direnmeyen, kelepçe takılmasına itiraz etmeyen, son nefesini verirken bile “nefes alamıyorum, lütfen” diye seslenen Floyd’a böcekmiş gibi davranan polis Chauvin, onun ve çalıştığı bölüm hakkında çıkan haberler bu gücü nereden aldığını açıkça ortaya koyuyor.
Öncelikle Minneapolis hakkında kısa bir bilgi.
Yaklaşık 400 bin kişinin yaşadığı kentte, nüfusun yüzde 65’i beyazlar ve yüzde 20’si siyahlardan oluşuyor. Latinler yüzde 10 ve Asyalılar da yüzde 5 dolayında. 1970’li yılların başında nüfusun yüzde 95’i beyazmış.
Kentin polis departmanı hakkında, çoğunluğu siyahlardan olmak üzere çok sayıda şikâyet var. Departmanın polis şeflerinden birisi, kendi departmanı hakkındaki bir davada kurumunu, “ırkçılığın kaynadığı bir kazan” diye tanımlamış.
Minneapolis polis memuru Chauvin hakkında bu güne dek 18 resmi şikâyet var. İki kez de disiplin cezası almış. Polis silahının kullanıldığı üç olaya karışmış, bunlardan birinde maktul ölmüş. Diğer polisler hakkında da benzer raporlar var.
Ülkenin polis raporları, “hangi memur hakkında böyle dosyalar yok ki?” dedirtecek cinsten zaten.
Minneapolis’te 2017 yılında Justine Ruszczyk isimli beyaz bir kadını öldüren siyah bir polis, cinayet işlemekten ceza aldı. Kadının ailesine de 20 milyon dolar tazminat ödendi.
Belediye başkanının gözyaşları
2018 yılında ise 2 beyaz polis memuru, kamera kayıtlarında kendilerine “Lütfen öldürme, bırak beni” diye yalvaran 31 yaşındaki siyah Thurman Blevins’i öldürmekten ceza bile almadılar. Şehir, 2 yıl boyunca protestolara sahne oldu.
Örnekler bunlarla sınırlı değil. Kısacası kentin polisinin ve yargısının yani adalet sisteminin geçmişi pek parlak sayılmaz.
Minneapolis’in İşçi Köylü Partili (Demokrat Parti’ye bağlı) genç ve beyaz Belediye Başkanı Jacob Frey’in, Floyd’un öldürülmesi olayını gözyaşları içinde, “Siyah olmak öldürülme nedeni olamaz” diye değerlendirmesi olayın ırkçı bir nefret cinayeti olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Şimdi Minneapolis’in polis teşkilatının “kurumsal ırkçılığı”, coronavirus endişelerine rağmen son derece sert bir şekilde, deyim yerindeyse yakarak ve yıkarak protesto ediliyor.
Polisin zaman zaman plastik mermi kullanarak olaylara müdahalesini ve bu sırada bir kişinin de öldürülmesini polis sözcüsü, “Gösteriler barışçı değil” diyerek savunuyor.
Trump’ın normali
Ülkenin başındaki malum adam da “Yağma varsa ateş açmak normaldir” anlamına gelen tweet’ler atıyor. Floyd’a sahip çıkan belediye başkanına “radikal solcu” diyerek saldırıyor ve askeri göreve çağırıyor. Twitter’in bile “şiddeti kutsadığı” için Trump’ın tweet’ini gizlemesi ve bu çerçevede yürüyen tartışmalara girmek istemiyorum ama ortada şöyle bir gerçek var:
Devlet, ilk andan itibaren kurumlarını korumaya alıyor. 4 polis görevlerinden atılsalar da haklarında dava açılıp açılmayacağı ya da ceza alıp almayacakları belli değil. Suçüstü görüntülerine rağmen, mahkemeler daha fazla delil arıyor. Eldeki delillerin polislerin cezalandırılması için yetersiz kalacağına ilişkin açıklamalar birbirini izliyor.
Başta polis teşkilatları olmak üzere kurumsal ırkçılık konusunda ABD yalnız değil. Londra’da 2011 yılında bir siyahın öldürülmesi üzerine Tottenham’da, Paris’te 2005 yılında St. Dennis’de polisin ırkçı tutumu, günler süren şiddet eylemleriyle protesto edilmişti.
ABD’deki örnekler ise saymakla bitecek gibi değil ama 2012 yılında, 17 yaşındaki Trayvon Martin’i Sanford’da öldüren beyaz George Zimmerman’ın suçsuz bulunması üzerine kurulan “Siyahların Yaşamı Değerlidir” inisiyatifini anmak gerekiyor. Bu inisiyatif, 2014 yılında Michael Brown’ın Ferguson’da ve Eric Garner’in New York’ta öldürülmesi üzerine ülke geneline yayıldı. Eric Garner da aynı Floyd gibi kendisini yere yatıran polise “nefes alamıyorum” diye bağırmasıyla hafızalara kazınmıştı.
Öyle midir bilmiyoruz ama bir genelleme yaparsak, muhtemelen Floyd’un büyük büyük anneleri ya da dedeleri ile polis memuru Chauvin’in büyükleri aynı yıllarda Amerika’ya geldiler. Floyd’unkiler zorla ya da kaçırılarak, Cahuvin’inkiler gönüllü ya da geçmişlerinden kaçarak geldikleri ya da getirildikleri bu ülkede asla eşit olmadılar. Her ne kadar bugün yasalar önünde eşitlikten söz edilse de gerçekte bunun böyle olmadığı, ırkçılığın gündelik yaşamın bir parçası olduğunu haykırıyor göstericiler yine. Covid-19 bile en çok onları vurdu. Siyahlar adına konuşan bir avukat, CNN’de katıldığı bir programda “Bize bu ülkede sistematik ırkçılık dayatılıyor. Temiz suya erişimin olmadığı, hijyenin hiçe sayıldığı ortamlarda yaşıyoruz. En çok da biz ölüyoruz” diye anlatıyordu. “Eğer” diyordu, öldüren siyah ölen beyaz olsaydı, kafasından vurulup öldürülmemişse, şimdiye çoktan cezaevini boylamıştı.
Yani?..
Yasalar önünde ırk ayrımı gözetiliyormuş, adaletin gözü, deri rengine sonuna kadar açıkmış.
Danışman kim?
Biraz da ikinci örneğe bakalım.
Bu örnek Birleşik Krallık’tan. Onun adı Dominic Cummings. Yaşı da Floyd’a yakın. 49 yaşında. Durham’da doğdu, Durham Özel Okulu’ndan sonra Oxford Üniversitesi’ni bitirdi. 1994 – 1997 yılları arasında 3 yıl Rusya’da kaldı. Birleşik Krallık’a döndüğünde önce “Euro’ya karşı Sterlin” için Muhafazakâr Parti’nin yürüttüğü kampanyada çalıştı. Ardından Muhafazakâr Parti’de çeşitli görevler aldı. Brexit savunucularından Muhafazakâr Partili siyasetçi Michael Gove’a yıllarca danışmanlık yaptı.
Brexit kampanyasının yürütücülerinden Cummings, Başbakanlık görevini üstlenince de Johnson’ın Başdanışmanı olarak çalışmaya başladı. Danışmanı dediğime bakmayın, Johnson hükümetindeki perde arkasındaki asıl ismin Cummings olduğuna ilişkin iddialar bugünlerde daha yüksek sesle dile getiriliyor. Sadece İngiliz medyasında değil Avrupa’nın önemli birçok gazetesindeki kalem de Londra’daki başbakanlık konutu 10 numaranın asıl patronunun Cummings olduğunu yazıyor.
Cummings’in Rusya’da kalmış olması da onunla ilgili tartışmalarda gündeme gelen konulardan birisi. Brexit kampanyası sırasında Cambridge Analytica isimli bir şirketin kampanyaya katkısı ve şirketin ortakları arasında Putin’e yakın Rus oligarkların bulunması ile Cummings arasında bağlantı kuranlar da var.
Aralık seçimlerinden hemen önce, parlamenter sisteme darbe diye tanımlanan ve mahkeme kararıyla kaldırılan Avam Kamarası çalışmalarının askıya alınması kararının arkasındaki ismin de Cummings olduğu ortaya çıktı.
Johnson’ın, Cummings’in izni olmadan hükümette hiçbir atama yapılmamasına ilişkin kararı da onun hükümetteki pozisyonunu ortaya koyması açısından önemli.
Cummings’in coronavirus günlerinde oluşturulan bilim kurulunun toplantılarına katıldığının öğrenilmesi de tepkiyle karşılandı.
Birleşik Krallık’ta Cummings üzerinden yürüyen tartışma, “Elitler ve sıradan vatandaşlar yasalar önünde eşit midir? Adaletin gözü, elit ile sıradan vatandaş arasındaki statü farkına kör müdür?” diye özetlenebilir.
Birleşik Krallık, Avrupa’da coronavirusten en çok etkilenen ülke oldu. Sürü bağışıklığının 250 bin kişinin ölümüyle sonuçlanabileceği endişesi üzerine bu politikadan vazgeçen hükümet vatandaşlarına, “Evde kal, ulusal sağlık sistemini koru” çağrısı yaptı.
Kurallar herkese başka
Ağır karantina yasakları uygulamadaydı. İnsanlar, yakınlarının cenazelerine katılamadılar, hastane görevlilerinin yardımı sayesinde telefon ya da whatsapp yoluyla sevdikleriyle son kez vedalaşabildiler.
Aileler, 2 aydan fazla bir süredir yetişkin çocuklarını ya da yaşlı büyüklerini göremiyorlar.
Sağlık görevlileri ve kritik işlerde çalışanlar dışındakiler, aylardır markete ve eczaneye gitmek için kullanmadılarsa arabalarını çalıştırmadılar bile. Seyahat yasağı kalkalı, sadece 1 hafta oldu.
Bu dönemde istatistik kurumları verilerine göre 50 binden fazla kişi yaşamını yitirdi. Başbakan Boris Johnson’ın da aralarında olduğu ve test yapılan 270 bin kişinin virüsü kaptığı bir süreç yaşandı, yaşanmaya da devam ediyor.
Herkesin az ya da çok bedel ödediği bu dönemde, kurallara uymayanlar önce para sonra da hapis cezasıyla cezalandırıldılar.
İşte bu nedenlerle, Johnson’ın danışmanı Cummings’in eşini ve çocuğunu alarak Londra’dan 420 kilometre uzaklıktaki ailesinin Durham’daki çiftlik evine gitmesini kimse kolay kolay affedecek gibi görünmüyor.
Hem kendisinin hem eşinin coronavirus taşıdığı şüphesine rağmen karantina kurallarını ve seyahat yasağını hiçe sayan Cummings’in, Durham’da kaldığı süre boyunca da seyahat yasağını ihlal ettiği ve yakın çevreye seyahatler yaptığı polis kayıtlarıyla belirlendi.
Cummings, bugüne dek hiçbir başbakan danışmanının yeltenmediği bir ilke imza attı. 10 numaralı Başbakanlık Konutu’nda düzenlediği bir basın toplantısı ile kendisini savundu. Gerekçeleri, Muhafazakâr Partilileri bile ikna etmedi. BBC Politika editörünün “Yasaların, kuralların size başka vatandaşa başka uygulanmasından rahatsız değil misiniz, özür bile dilemeyecek misiniz?” sorusu son günlerde Birleşik Krallık’ta kopan fırtınayı özetliyordu.
Daily Star Gazetesi de 1. Sayfasına, kesilip takılabilecek bir Dominic Cummings maskesi bastı. “Bunu takın, canınız ne isterse yapın, herkesi gıcık edin” notuyla…
“Bir hukuk devletinde” diye başlayan masallarda, kuralları ihlal eden bir kamu görevlisiyse, istifa etmesi beklenir.
İngiltere’de, İskoçya’da, dünyanın başka yerlerinde, örneğin Yeni Zelanda’da benzer örnekler yaşandı. Bu örneklerde kuralı ihlal edenler en azından istifa ettiler.
Cummings dışında.
Görünüşte Johnson, en azından şimdilik, danışmanına ya da başka bir deyimle patronuna sahip çıktı.
Yani?..
Yasalar önünde elite başka vatandaşa başka davranılıyormuş. Adaletin gözü, statü farkına da sonuna kadar açıkmış.
Şimdi dil, din, ırk, cinsiyet ayrımının sıradanlaştığı, ayrımcılığın cezalandırılması bir yana yok sayıldığı, banal ırkçılık ya da gündelik ırkçılığın alıp başını gittiği ülkelerin diktatörlük heveslisi yöneticileri bu olayları kınamaya yelteniyor.
Bu olaylardan kendilerine pay çıkarmaya çalışıyorlar. İyi de bu adı geçen örnekler, “hukuk devleti” sayılan ülkelerden.
Bu sözleri edenlerin çoğu, kapsama alanında bile değil yani…