Trump’a yapılan suikast, temmuz ayının ortasında gündemi doldurdu.
Hemen analizler, ilk akla gelen soru üzerinden yapılmaya başlandı; acaba bu ABD devletinin başarısız olan bir suikastı mı idi, yoksa Trump lehine seçimlere yön vermek için yapılmış bir sahte suikast mı idi? Öyle ya, eğer öldürmek için CIA tarafından yapılmış bir suikast ise, bu durumda, mutlaka yedek suikastçı olacağını artık biliyoruz. Öte yandan, eğer Trump lehine yapılmış bir operasyon ise, demek ki suikastçı oraya öldürmek için değil, ölmek için gelmiş olmalıdır, Hollywood, böylesi sahneleri rahatlıkla organize etmeye yetenekli olduğunu göstermiştir.
Aslında tartışmanın bu yönü, magazinel açıdan da ilgi çekicidir. Bu nedenle, tartışmanın bu nokta üzerine odaklanması anlaşılmaz değildir. Ama doğrusu, durumu doğru anlamak için esas nokta da burası değildir.
Öyle ya, Trump seçilse ya da Biden seçilse, ABD’nin ana politikaları değişecek mi? Ki bunu zaten yaşadık. Trump, Biden’a karşı, hileli olduğu söylenen bir seçimle kaybetti. Trump’ın yerine Biden kazandı. Trump, saçma sapan bir adamdı ve faşist olarak nitelendiriliyordu. “Kötü” olan o idi. Ve demokrat olan Biden kazandı. “İyi adam” kazandı ve liberal sol, bunu alkışladı. Oysa Biden, hiçbir açıdan, “olumlu” bir şey yapmadı.
Peki ne oldu?
ABD’nin Suriye politikası mı değişti? Ya da mesela Ukrayna konusundaki gelişmelere bakarak, Biden’ın daha az savaş politikası yanlısı olduğu mu ortaya çıktı? Her ikisinin de olumlu bir yanıtı yoktur. Biden, NATO’yu yeniden toparlamak üzere adımlar attı. Macron, “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir,” demişti Trump döneminde. Biden, Avrupa’daki NATO toplantısında “ABD geri geldi,” dedi ve Macron, “welcome Amerika,” dedi. Böylece “beyin ölümü” gerçekleşmiş olan NATO, yeniden beynine kavuştu.
Biraz daha uzağa gidelim ve süreci görmeye çalışalım.
ABD hegemonyası, I. Dünya Savaşı öncesinde gelişmeye başladı. İngiltere’nin hegemonyasını iki ülke açıktan tehdit ediyordu, biri Almanya idi, diğeri ABD. Birinci Dünya Savaşı sonunda Almanya yenilen kampta oldu ve ABD, kendini korudu, geliştirdi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise, savaşa neredeyse en son anda giren ABD, Batı sisteminin hegemonyasını eline aldı. ABD hegemonyası, 1945 sonrası organize edilmeye başlandı. IMF, Dünya Bankası, Bretton Woods anlaşması ve NATO bu hegemonyanın simgeleridir. ABD parası altına, diğer paralar ise ABD Doları’na endekslendi.
ABD, bu avantajı ile yetinmedi. Ortaya çıkan krizleri aşmak için, karşılıksız dolar bastı. Ve 1971-73 krizinde Nixon, açıkça, karşılığı olmadan dolar bastıklarını kabul etti. Krizi ise petro-dolar sistemi ile aştılar. Bu dönemde ABD, birçok sömürgeyi kendine bağlamanın yollarını buldu; darbeler organize etti, savaşlar kundakladı.
SSCB çözülünce, Batı’nın zafer ilanı ortaya çıkar çıkmaz, ABD, dünya imparatorluğunu ilan etti. Negri gibi soldan destekler peş peşe geldi. Negri, tek bir dünya imparatorluğunun aslında savaşı da önleyeceğini ilan etti. Kissinger, “ABD’ye bir dış politika lazım mı” diye sordu. Çünkü, tüm dünya ABD’nin olmalı idi. Yani, dış diye bir yer kalmamıştı. İddiaları buydu. Bu dönem saldırgan politikada bir yükseliş ortaya çıktı.
Oysa bu savaş bulutları içinde ABD hegemonyası çözülüyordu. Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya, ABD hegemonyasından kurtuluş için her yolu denemeye başladılar. Zaten ekonomik açıdan Japonya ve Almanya, ciddi birer güç olmuştu. Ama her ikisi de İkinci Dünya Savaşı’nın yenilmiş güçleri idi ve asker beslemeleri ve silah üretmeleri konusunda sınırlamalarla karşı karşıyaydılar. ABD, tüm bu arayışlara karşı, hegemonyasını korumak üzere, savaş politikalarına hız verdi. Afganistan ve Irak savaşları, tam da bu amacı gütmekteydi. ABD, her ikisinde de bir yandan zafer kazandı ama diğer yandan kaybetti. Askerî olarak kazandı. Ama siyasal olarak aynı şeyi söylemek mümkün değil. Dahası ABD, hegemonyasının çözülüşünü durduramadı.
Obama, bu dönem, bir çeşit güçlerini toparlamak üzere, ABD’de başa geçirildi. Bir beyaz olmayan kişi, aslında ABD içinde sistemi güçlendirir diye düşünülmüş olmalıdır. Ama buna rağmen savaş politikaları durmadı. Zira hegemonyanın çözülüşünü önlemek, ana politika idi.
Ve bu, doğrusu, bir siyasal kayıp idi de. Çünkü, “dünya imparatorluğu” için savaştan hegemonyayı korumak için savaş noktasına evrilmişti. Bu bir yandan da savaş politikalarının da devamı demekti.
ABD, Libya ile, Avrupalı rakiplerine bir pasta sundu. Pastadan payını alanlar, ABD politikalarının ardına sıralanır sanıldı. Bunun hemen ardından ise, Suriye savaşı başladı. Ve Suriye savaşı ile birlikte, Rusya sahaya indi.
Bu arada, 2000’lerin başında, artık dünyanın fabrikası hâline gelmiş olan Uzak Doğu’nun devi Çin, artık kendi markaları ile pazara girme kararı verdi. Bu ise, aslında sistemi daha da zora sokmaya başladı.
2008 krizi, işte böyle gündeme geldi. Kriz, kendi başına zaten ağır bir kriz idi. Ama bu kriz, bir yandan savaş politikaları içinde gündeme geldi, diğer yandan Çin’in ekonomik hamleleri ile birleşti. Bunların üstüne, Suriye sahasında Rusya’nın devreye girmesi krizi daha da ağırlaştırdı.
Suriye savaşı, planlandığı gibi gelişmedi. Erdoğan ve şürekâsı, Emevi Camii’nde namaz kılamadı. Ve savaş sanılandan çok uzun sürdü. Bugün hâlâ sürmektedir.
Obama dönemi böylece kapandı. Çünkü ABD’de Suriye yenilgisini kabul edecek bir irade yoktu. Zira bu yenilgiyi kabul etmek, aslında hegemonyasının çok büyük yara alması da demek olurdu.
Trump dönemi böyle başladı.
Trump, Avrupa’ya, NATO’nun yükünü almayı dayattı. Böylece Avrupa aşağılanmaya başlandı. Çin’e karşı ekonomik ambargolar devreye sokuldu. Çin’deki şirketlere “ABD’ye dön” çağrısı yapıldı. Avrupa’da IŞİD eylemleri yükseldi. Bu yolla, Avrupa’nın ABD önünde boyun eğmesi istendi. Ama bu politika da sonuç vermekten uzak oldu. İki dönem Başkan olması beklenen Trump, hileli olduğu söylenen bir seçimle, Başkanlığı kaybetti. Hattâ parlamento baskını ortaya çıktı. ABD karıştı.
Biden dönemi, pandeminin ardından gündeme geldi.
Pandemi, gerçekte, savaşın bir başka cephesi idi.
Biden, demokrat idi ve herkes ondan savaşçı olmayan bir politika bekliyordu. Oysa, o dönemde bizim gibi birçok kişi, ABD politikasının değişmeyeceğini söylüyordu. Öyle oldu. ABD, pandemi döneminde yeni hazırlıklar da yapmıştı.
Biden, NATO’yu ayağa kaldırmaktan söz etti ve Macron, “beyin ölümü gerçeklemiş” dediği NATO toplantısında “welcome Amerika” demekten geri durmadı.
Bu kısa hazırlıklardan sonra, Rusya ve Çin’i düşman ilan eden Trump dönemi politikalarına uygun olarak adımlar atmaya başladı. Ukrayna hamlesi ile Biden, savaşı daha da ilerletti. Ukrayna savaşı, tüm AB’nin NATO yolu ile ABD şemsiyesi altına toplanması sonucu verdi. Savaşın ilk günlerinde, ABD Avrupa’yı kontrol altına alarak zafer kazanmış oldu.
Beklenen, Rusya’nın yalıtlanması, izole edilmesi ve bu yolla çökmesi idi. Beklenen, Çin’in yatırımlarla hizaya çekilmesi idi. Oysa öyle olmadı. Bir yandan Rusya ve Çin daha da büyüdü. Bir yandan Fransa Afrika’da bazı sömürgelerini kaybetti. Bir yandan Ukrayna savaşı ABD ve AB’yi daha da zora soktu. Ve Rusya ve Çin’in başını çektiği BRICS daha da büyüdü ve artık G7’leri ekonomik olarak geçen bir güç ortaya çıkmış oldu. Bugün dünyada sadece ABD ve Batı merkezli bir dünyanın var olduğuna inanmayan birçok ülke, BRICS etrafında toplanmaya başladı.
NATO, gerçekte, Ukrayna’daki savaşı kaybetti. ABD, hem Suriye’de hem de Ukrayna’da savaşı kaybetti. Ve bunu açıkça kabul etme eğiliminde değildirler. ABD açık olarak yenilgiyi kabul ederse, tutunması da mümkün olmayacak ve bedellerini de ödemek zorunda kalacak. Bu durumda ABD, savaş politikalarından geri çekilmeyecektir.
İster Trump seçilsin ister Biden, ABD savaş politikalarını sürdürecektir.
ABD tarafından yapılan İran’a karşı saldırı planları, son NATO toplantısında, açıkça kabul edilmiştir. Rusya, Çin, Kuzey Kore ve İran, ismi anılarak hedefe konmuştur. Bu, savaş politikalarının devamı demektir.
Türkiye, İran’a karşı savaş politikalarının bir parçasıdır. Filistin sorunu nedeni ile İran’a karşı operasyon tarihinin ertelendiğini söylemek mümkündür. İsrail, Filistin halkını kıyımdan geçiren bir savaş politikasını devreye sokmuştur. İsrail kendi ülkesinde halkın protestolarına sahne olurken, ABD ve AB ülkelerinde Filistin’i destekleyen protestolara açıkça bir saldırı devreye çıkmaktadır. Bu, savaş hazırlığının tüm Avrupa’yı nasıl sardığını göstermektedir. Avrupa solu, İsrail halkının protestolarını bile görmezden gelmektedir. Bu, savaşın yakınlaştığının göstergesidir. Zaten var olan savaş, daha da büyüyecektir.
İsrail, İran’a karşı savaş öncesinde, Filistin, Hizbullah ve Husileri, yani kendisi için tehdit olan unsurları yok etmek istemektedir.
Aynı anda, Erdoğan, Esad ile görüşmelerden söz etmektedir.
Erdoğan, birdenbire, “Sayın Esed” demiştir. Henüz Esad dememiş olsa da, “katil” yerine “sayın” demeyi tercih etmiştir.
Anlaşılan odur ki, bu sadece sözü edilen bir şey değildir. TC devleti, işgalci olduğu Suriye topraklarından çekilmek zorunluluğunu hissetmektedir. Öyle anlaşılıyor, ABD, İran’ı kuşatmak üzere buna izin vermiş gibidir.
TC devletine, Kürtlere kıyım hakkı ve Kerkük-Musul gösterilirse, yapmayacağı şey yoktur. Suriye sahasındaki sıkışıklığını aşmak için, Irak Kürdistanı’na yerleşme hazırlıkları yapmaktadırlar. Şimdi, Irak topraklarında sınırdan 40 km ileriye gitmekten söz ediyorlar. Böylece, bir yandan PKK’ye karşı avantaj kazanmak peşindeler, diğer yandan ise, İran’ı kuşatma peşindedirler.
Bu elbette onların planıdır. Hayat hiçbir zaman düz bir çizgi değildir. Burada da ortaya neyin çıkacağı bilinmiyor. Sadece PKK’nin değil, mesela Talabani güçlerinin de bu işgal politikasına karşı duracağını varsaymak mümkündür.
Elbette ABD bu planı, İran’a karşı savaş temelinde kabul edebilir. Ama yine de İdlib’in boşatılması kolay bir konu değildir. Zira TC devleti, orada IŞİD güçleri ile çok yönlü ilişki içindedir. IŞİD aynı zamanda TC topraklarının içindedir. Suriye’de işgal altındaki topraklarda, bir ekonomi vardır. İnsan kaçakçılığı, organ kaçakçılığı, petrol kaçakçılığı ve daha başkaları, bu ekonomik faaliyetin içindedir. Ve bu sadece TC ekonomisi için değil, aynı zamanda IŞİD unsurları için de büyük bir kaynaktır.
Ama öte yandan, TC devleti için de bu sürdürülebilir değildir. ABD için ise, İran, giderek güncel hâle gelmektedir.
İster Trump seçilsin isterse Biden, ABD savaş politikalarına devam edecektir. Tayvan üzerinden Çin’e karşı savaş, Ukrayna üzerinden Rusya ile süren savaş ve Ortadoğu’da genişleyen savaş, ABD için gereklidir.
Bu çerçevede, Trump’a karşı suikast girişimi, biraz daha anlamını değiştirmektedir. Bu nedenle, acaba ABD devleti Trump’ı öldürmek mi istedi de başaramadı, yoksa bu bir Trump kazansın hamlesi mi idi tartışması, daha kapsamlı bir tartışmadır. ABD devleti, Trump’ı ortadan kaldırmak istedi ise, neden ikinci bir suikastçı devreye sokulmadı? Çünkü genellikle iki suikastçı iş yapmaktadır. Bu durumda ABD devleti yapmadı sonucu mu çıkar? İyi ama bu durumda, çatı için nasıl önlem alınmadı, o çatıya çıkmak çocuk işi midir? Öte yandan Trump kendine suikast düzenlemiş ise, nişancının sadece kulağa nişan almış olması çok yerinde midir? Zor görünüyor. Eğer Trump yapmış ise, demek ki, bu bir Hollywood sahnesi olmalıdır.
Kanımızca, tartışmayı böyle sürdürmek zordur. Çünkü elimizde veriler yok.
Bugün, bu hâli ile Trump kazanmış demektir. Görüntü budur ve biliriz ki, görüntü önemsiz olmasa da yanıltıcı olabilir.
İyi ama, acaba, seçimler yapılacak mı?
Seçimlere 4 ay gibi bir süre var. Bu dört ay, içinden geçilen savaş politikaları sürecinde, oldukça uzun bir zamandır.
Biden çekilecek mi? Yüksek ihtimaldir. Eğer çekilirse, Kamala Harris mi Başkan olacak? Bu da yüksek ihtimaldir. Eğer seçilirse Harris, demek ki ABD egemenleri, başlangıçta Biden ile gitmek istemiştir ama artık bunun olanaksız olduğuna karar vermişlerdir. Harris olabiliyorduysa, en başından onu gündeme getirmemeleri ilginç bulunmalıdır.
Ya da Trump’a başka bir suikast daha mı yapılacak?
Bunların hepsi sorudur.
Ama ne olursa olsun, kim kazanırsa kazansın, hem Çin’e karşı savaş planları devrede olacak, hem Ortadoğu’da savaş yayılacak, hem de Ukrayna’da NATO savaşı sürdürecek gibi görünmektedir. ABD, aynı politikayı sürdürmek için, yani hegemonyasını sürdürebilmek için, elindeki en önemli güç olan savaş politikalarını daha da körüklemek için elinden geleni yapacaktır. Trump ya da Biden, durumu değiştirmeyecektir.
ABD seçimlerine kadar olan süre, bugünkü koşullarda, uzun bir süredir. Ve doğrusu, bu açıdan ABD seçimleri, bir detay olarak kalmaktadır. ABD seçimleri Trump ile Biden arasında sıkışmış gibidir. Ve bir sömürge olarak Türkiye, bu seçimlere çok da büyük önem atfetmektedir. Efendim, Erdoğan’ın Trump ile ilişkisi daha iyi imiş. İyi de Trump’tan gelen tuhaf mektup, “iyi ilişki” mi demek?
Oysa bu seçimlere kadar daha uzun bir süre vardır ve bu koşullarda bu süre, çok şeye gebe bir süredir.
ABD’de, Avrupa’da, kitleler savaşa ve savaş politikalarına karşı sokağa çıkarsa, belki o zaman savaş politikaları bir adım geri çekilebilir.
Savaş, halkların kaderi değildir.
Savaş, ABD başta olmak üzere Batı emperyalist güçlerinin kundakladığı bir savaştır. Bu savaş, dünyanın yeniden paylaşılması savaşıdır. Bu savaş, Çin ve Rusya’nın bir güç olmaktan çıkartılması ve sömürgeleştirilmesini hedeflemektedir.
Savaş, emperyalist dünyanın krizi ile bütünleşmiştir. Ve bugün, bu emperyalist egemenliği yerle bir etmek üzere bir devrimci kalkışma mümkündür. Başka herhangi bir yolla, savaşı önlemek mümkün değildir. Savaşın yıkıntıları içinde kızıl bir güneş yükselmesi mümkündür. Barışın tek yolu, emperyalist egemenliği yıkmaktan geçmektedir. Bu nedenle gözümüzü, tüm yeryüzünde gelişmekte olan direnişlere çevirmemiz gerekir. Bu direnişler ne denli zayıf olursa olsun, güçlenme eğilimlerine sahiptir. Bu nedenle her direnişten, dünyanın neresinde olursa olsun, öğrenmeyi başarmak mümkün ve gereklidir.