ABD Devlet Başkanı, yeni dönemin dış politikasını açıkladığı 4 Şubat konuşmasına “ABD geri döndü”, “Diplomasi geri döndü” sözleriyle başladı. Trump döneminin istikrarsız ve tutarsız dış politika reflekslerinin bir sonucu olarak ABD ile ilişkileri bozulan geleneksel müttefiklerinin siyasi liderleri, Biden’ın konuşmasını adeta bir “normale dönüş” olarak gayet olumlu karşıladı. “Normal” ise ABD liderliğinde, “Batı”nın her zaman, dünyanın ekonomik, siyasi (askeri teknolojik) ve kültürel merkezi olmasıydı. Soğuk Savaş bittikten sonra Francis Fukuyama, artık tarihin sonunda, Batı’nın egemenliğinde, en mükemmel yönetim biçimine ulaşıldığını iddia ettiğinde aklında işte o “normal” vardı.
Tarihin sonu değildi…
Gerçekteyse Frank Fabra’nın Le Monde’da yayımlanan bir yorumunda işaret ettiği gibi, tarihin 19. yüzyıl sonundaki “gerileyen İngiltere hegemonyası ortamına” benzeyen yeni ve kırılgan bir “güçler dengesi” dönemi başlıyor, tarih hızlanıyordu.
Tarih, I. Körfez Savaşı, Kosova savaşları, Rusya’da Putin restorasyonu, 1997 Asya krizi, 2001-2 borsa krizi, “11 Eylül”, Afganistan ve II. Irak Savaşı, siyasal İslam terörist kanadının şekillenmesi, sonra 2007/8 finansal krizi, “Büyük Durgunluk”, “meydan işgalleri/isyanları” gibi sarsıntılarla, Çin’in hızla ekonomik, teknolojik süper güç kategorisine, ABD dış politikasının en önemli konusu konumuna yükselmesiyle ilerledi. İklim krizi, Covid-19 ile küreselleşen virüs salgınları, “Yeni Faşizm” de bu resmi tamamlıyordu.
Bugün, ne ABD’nin 1945 sonrası hegemonyasına ne de 1989 sonrası “tek süper güç” konumuna olanak veren maddi koşullar var. Salt bu anlamda bile ne “ABD geri döndü” ifadesi ne de “normale dönüş” beklentisi inandırıcıdır. Dahası, ABD iç politikasındaki kutuplaşma, seçimler çalındı iddiaları, faşist hareketin kalkışma denemesi, Covid-19’u yönetme fiyasko da karşımızda 1945 ve 1989-90’dakinden farklı ve diplomatik başarı için gerekli inandırıcılıktan yoksun bir ABD olduğunu söylüyor.
O kadar çok şey…
ABD’nin “geri dönmesi” için çok sayıda ve çelişkili etkenin, bir yapboz resmin parçaları gibi bir araya gelmesi gerekiyor. Ekonomik ve teknolojik etkenleri bir an bir kenar bırakıp ittifaklara ve jeopolitiğe bakarsak Biden yönetimi, Çin’e karşı, Atlantik bölgesinde Avrupa Birliği liderliğinin desteğini almalıdır. Pasifik bölgesinde de ABD, Avustralya, Hindistan, Japonya arasında Quad adıyla bilinen “Dörtlü Güvenlik Diyaloğu” ülkeleri Çin’e karşı konuşlanmayı kabullenmelidir. ABD, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda ve İngiltere’den oluşan “Beş Göz İstihbarat Paylaşım Grubu”, Çin’den gelen ekonomik ve siyasi baskılar karşısında bütünlüğünü koruyabilmelidir. ABD, Hindistan ve Japonya’yı bu gruba eklemeyi başarabilmelidir. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg de NATO’nun, bölgesel bir ittifak olmasına karşın Güney Kore, Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda ile daha yakın ilişkiler kurmasını istiyor.
Ancak AB, ABD’ye danışmadan Çin ile bir yatırım anlaşmasını imzaladı. Merkel, dünyanın bloklara dönüşmesine karşı olduğunu söylüyor. Asya’nın, Mahbubani gibi saygın diplomat ve analistleri, Japonya’nın Çin ile ekonomik ilişkilerini tehlikeye sokmak ve bir güvenlik sorunu yaratmak istemediğine, Avustralya kapitalizminin son yıllarda Çin pazarına ve sermayesine bağımlılığının arttığına dikkat çekiyor. Hindistan’ın Çin ile ilişkileri, sınır çatışmaları üzerinden giderek bozulurken, yeni dostlara ihtiyacı olmasına karşılık, jeopolitik anlamda bağımsızlığını koruma konusundaki hassasiyeti bilinen bir durum. Hindistan’da The Economic Times gibi, Modi’ye yakın basın, “Demokrasiler koalisyonu” projesine kuşkuyla bakıyor, onun yerine “liberal – illiberal” saflaşması öneriyor. “Demokrasiler koalisyonu”nun, “Yeni Faşist” Narendra Modi yönetimini hazmetmesi de zor! Hindistan’ın Şanghay İşbirliği Örgütü üyesi olması da ayrı bir sorun.
ABD’nin “geri gelmesi” için gerekli tüm bu parçalar yerli yerine otursa, ABD bu oluşumu yaşatacak bir ekonomik güç, siyasi güven ve istikrar resmi sunabilse bile, ortaya çıkacak “koalisyon” de facto bir bloklaşma anlamına gelecek, barışa değil, büyük güçler arasındaki karşılıklı korku ve güvensizlik ortamına katkı yapacaktır. Buradan ne “normal” ne de “barış” çıkar!