Artık, daha çok sayıda insan, kapitalist sisteminin derinleşen krizinden, hatta bu krizin açmaz hâline gelmekte olduğundan söz ediyor.
Ve artık, bizim cephenin bir avuç insanları dışında da pek çokları, bunlara katıksız burjuva kalemşörler de dâhil, savaşın giderek dünya ölçeğine yayıldığını ve üçüncü dünya savaşından söz edebileceğimizi kabul ediyor.
İyi ama bu ne demektir?
Biliyoruz, gerçeğin bir parçasını söylediğinizde de, aslında “gerçeği” söylemiş olmazsınız, hatta bazı durumlarda bu yolla, “esas olan”ı örtmeyi bile başarabilenler vardır. Burjuva kalemşörlerin çoğu bunu yapmaktadır.
Dahası, CHP ve liberal solun, bazı “şaşkın” aydınların her gün tekrarladığı gibi “liyakatsiz ve beceriksiz” kadrolar kategorisine asla sokulamayacak kadar gelişkin bir manipülasyon ve propaganda aygıtı oluşturmuş olan Saray Rejimi’nin hizmetlileri, bazı “uzman” kalemşörler, her zaman gerçeğin bir bölümünü “sos olarak kullanarak”, manipülasyon yaratmaktadırlar.
Demek, gerçeğin sadece bir bölümünü söylemek, kimseyi “doğrucu” yapmaz. Yetersizdir. Mesela “sınıf savaşımından” söz etmek yetmez. Çünkü o zaten, hayatın içinde var. Ama bu sınıf savaşımının, zorunlu olarak, proletaryanın kapitalist sistemi yok etmek üzere iktidarı almasına evrileceğini ve bunun yolunun ne olduğunu söylemek, farklı bir şey söylemektir, ki gerçek de buradadır.
Savaş varken “savaş yok” demek, aslında etkili bir propaganda yürütmekten de vazgeçmek olur. Bu nedenle, “uzman” burjuva devlet hizmetlileri, daha farklı yollarla yalanlarını söyler, gerçeği gölgede bırakırlar.
Bugünkü durumun arkasında, üç temel etken var.
Birincisi, emperyalistler arası savaşta, ABD hegemonyasının çözülmeye başlamasıdır. Bu çözülme süreci 1970’lere kadar gider. Amerikalı Marksist yazarlar, Sweezy ve Baran, her ikisi de, 1970’lerden başlayarak, aslında ABD hegemonyasının miadını doldurduğunu, çözülmekte olduğunu söylüyorlardı. Onlar, bunu söylerken, kapitalist sistemin daha çok ekonomik işleyişine, uluslararası tekellerin yayılmasına, ABD’nin üretim gücünün azalmasına vb. bakıyorlardı. Dönemi açısından da son derece uygundur. ABD sahte (karşılıksız anlamında sahte) dolarlar basıyordu ve Vietnam savaşını böyle finanse etmişti. Nitekim 1971’de petro-dolar sistemi ile çözülen kriz başladığında, gerçekten de diğer emperyalist güçler, ABD’nin karşılıksız para bastığını açıkça dile getirir durumdaydılar. ABD yönetimi bunu açıkça kabul etmek zorunda kaldı ve ardından, tüm petrol satışlarının dolarla gerçekleşmesi diye tanımlanacak petro-dolar diye anılan sistemi kurdular.
Yine de SSCB çözüldükten sonra, esas o günden sonra, yani 1990’lardan başlayarak, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı gelişmeye başladı. ABD, bir yandan ileri bir hamle ile “dünya devleti” olduğunu, “tek kutuplu dünya” egemenliğini ilan ederken, diğer yandan, aslında rakipleri ekonomik alandaki güçlerini, daha ileri götürme sürecinde idiler.
Şimdi, not etmeliyiz ki, eğer ABD hegemonyası çözülüyor diyorsak, bu tespit, hegemonyanın artık var olmadığı, ABD’nin ise buna karşı bir seri hamle yapmayacağı anlamına gelmez. Bu öyle, herkesin seyirci kalacağı bir süreç değildir, olamaz.
İşte savaş, bu durumun kaçınılmaz sonucudur.
Sömürgeler başka nasıl elde tutulur ya da başka nasıl yeniden paylaşılır? Bu işlerin “sulh” içinde gerçekleşeceğini düşlemek hayaldir.
Körfez saldırıları, Afganistan işgalleri, ABD’nin “demokrasi taşıma” projeleri bu çerçevede ele alınmalıdır.
İkinci etken, 2008’de zirve yapan ekonomik krizdir. Bu durum, yani krizin sistemin hegemon gücünün hegemonyasının çözüldüğü bir dönemde ortaya çıkması, elbette, daha farklı bir anlam taşır. Bu durum, hem krizi daha da derinleştirir hem de hegemonya sorununa “olumlu ya da olumsuz” etkileri daha fazla olur.
Üçüncü etken ise, Çin’in ekonomik bir güç olarak, iki binli yılların ilk on yılı dolarken, sistemin kuralları içinde ama sorun olarak ortaya çıkmasıdır.
Bu üç etken, hem krizi daha da derinleştiriyor hem de ABD hegemonyasının çözülmesini hızlandırıyor.
ABD, bu nedenle daha çok yerel düzeylerde, bölgesel çerçevede de olsa savaşı öne çekmeye başladı. ABD, rakip emperyalist güçler içinde hepsine göre askerî açıdan çok daha güçlü idi ve bunu kullanmakta tereddüt etmeyeceğini göstermek istiyordu. Tek kutuplu dünya, aslında ABD’nin politik hattının, dünya egemenliği ilanının ifadesidir.
Buna, 2011’de ABD’nin başlattığı Suriye savaşının içinde Rusya’nın Libya’da olduğu gibi sessiz kalmak yerine, sahaya inmesini de eklemek gerekir.
Böylece, Çin’in ekonomik gücü ile ortaya çıkan sarsıntı, bu kez bir askerî gücün ortaya çıkması ve sahaya inmesi ile ABD’nin planlarını bozmaya başlamıştır.
Bugün, Suriye’de, Tayvan’da, Ukrayna’da yaşanan savaş ve savaş senaryoları, aslında ABD’nin kendi savaş politikalarını dayatması ve hegemonyasını sürdürmekten vazgeçmeyeceğini ilan etmesidir.
ABD, Ukrayna ile, AB ve diğer emperyalist rakipleri (Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere başta olmak üzere) üzerinde kontrolünü daha da artırdı. Onları Rusya ve Çin’e karşı savaş için “ikna” etmiş oldu.
İyi ama bu durum, esaslı bir çözüm ortaya çıkardı mı?
Henüz, kesinlikle hayır.
ABD hegemonyası yine de çözülüyor. Elbette ABD, rakipleri üzerinde bir denetim mekanizmasına sahip idi ve bunu daha da kuvvetlendirdi. Ama yine de, hegemonyasının çözülmesini önlemek diye bir durum ortaya çıkmadı ve savaş daha kapsamlı hâle geldi.
Savaş, tam ve net olarak çözülmeden de ABD’nin hegemonyasının ne olacağı söylenemez. ABD kesin ve açık bir yenilgiyi kabul edene kadar, savaş silahına sürekli başvuracaktır; daha şiddetli, daha kapsamlı olarak.
Bugün ABD, tüm Batı, NATO, açıkça Ukrayna’da, Rusya’ya karşı bir savaş yürüttüklerini kabul ediyor. Artık, “barışta değiliz” sözleri, NATO karargâhının ana metinlerinin bir parçasıdır. Henüz bu metinler açıktan “savaştayız” demese de, “barışta değiliz” demekten geri durmuyorlar. Hatta bu savaşın sadece Rusya’ya karşı değil, aynı zamanda Çin’e karşı da bir savaş olduğunu söylüyorlar. Bu konuda perde arkasından konuşmalarının nedeni, sanıldığı gibi savaşı istememeleri değil, tersine, dünyanın fabrikası olan Çin ile savaşın olası sonuçlarıdır. Rusya ve Çin birlikte hareket ettikleri sürece, işleri kolay değil. Bunu en başta kendileri biliyor, bizden de çok ama çok daha iyi bir biçimde.
Ama böylece, Rusya ve Çin’e karşı savaş cephesinde ABD kontrolünü yeniden kabul eden emperyalist cephe, hem krizin derinleşmesini önleyemiyor hem de ABD hegemonyasını daha da fazla tartışılır hâle getirmeyi önleyemiyor.
Bu konuda son aylarda, 2023 yılının ilk üç ayında ortaya çıkan gelişmeler, oldukça önemli görünüyor.
Çin ile İran ve Çin ile Suudi Arabistan arasında ortaya çıkan ilişkiler, bazı sonuçlar doğurmuş durumdadır.
Aslında Rusya ile Suudi Arabistan ve petrol ihraç eden ülkeler arasında gelişen ilişkiler, Rusya önderliğinde başlayan ve doların dünya egemenliğini tartışan politikaların sonuç vermesi olarak ele alınabilir. Suudi Arabistan (SA diye kısaltalım), Ukrayna savaşı başladığında ABD’den gelen “petrol üretimini artırın” taleplerine hayır demiştir. Ve dahası, Birleşik Arap Emirlikleri’nin Şeyhi, Biden’ın telefonuna bile çıkmamıştır. ABD’den gelen tehditlere rağmen bu böyle sürmektedir.
Ardından, Çin ile İran ve SA arasında gelişen kapsamlı ekonomik ilişkiler, yeni bir aşamaya sıçramıştır ve Çin’de süren görüşmeler sonucunda Çin ve İran arasında büyükelçiliklerin açılması noktasına gelinmiştir. SA Şeyhi İran’ı, İran Cumhurbaşkanı ise SA’yı ziyaret eder duruma gelmiştir. İsrail’in, Gazze ve Lübnan’a dönük son saldırıları, Suriye’ye dönük saldırıları aslında tam da bunun rahatsızlığının ifadesidir.
2015’te, bizde Kürtlerle barış masası devrildiğinde, Rojava devrimi ortaya çıktığında, bizde Saray Rejimi denilen devlet örgütlenmesi yaratıldığında, bölgede de İran ve SA arasında ilişkiler kesilmişti. Yemen savaşı, bu durumdan bağımsız olarak ele alınamaz. Bugün, İran ve SA arasında kurulan ilişkiler, Yemen savaşının da sonunu getirecek kapsamda gelişmelere gebe demektir.
Biden, Ortadoğu’da Rusya’nın dolduracağı hiçbir boşluk bırakmayacağız, diye kükrüyordu. Oysa bugün, ABD’nin bölgedeki varlığı sürse de, hatta artsa da, başka bir tablo ortaya çıkmaya başlamıştır. ABD’nin Erdoğan aracılığı ile Saray Rejimi’ni bölgeye bir kundakçı olarak sürmesinin ne kadar devam edebileceği sorusu, bu koşullarda gelişen bir sorudur.
Ama bilinmelidir ki, ABD, bölgeden geri çekilmeye niyetli değildir. Ya da daha o koşulları oluşturacak denli bir “yenilgi” kabulünde değildir.
Ukrayna’da aslında yeni bir yenilgi aldıklarını söylemek mümkündür. Ama öyle bir savaştır ki, hem kapitalist sistemin küresel krizini hem de ABD hegemonyası sorununu içerdiğinden, ABD’nin açıktan yenilgiyi kabul etmesi de o kadar olanaklı değildir.
Öte yandan, kapitalist-emperyalist sistemin bizzat varlığının neden olduğu savaşlar, savaş yenilgileri ile bitmez.
Birincisi, kabul etmek ve anlamak gerekir ki, yeryüzündeki bu savaşların tümü, kapitalizmin, emperyalizmin varlığına bağlıdır. Savaşı gerçekten önlemek isteyen bir “barış sever” varsa, gerçekten “demokratik bir barış” isteyen varsa, eğer hayal görmüyorsa, kapitalist sistemin yıkılmasını, burjuvazinin, sömürünün ortadan kaldırılmasını savunmak zorundadır, bu yolda mücadele etmek zorundadır.
Bu sadece bugüne ait bir olgu da değildir. Birinci Dünya Savaşı’nda da geçerli idi.
İkincisi, emperyalist güçler savaşla yenilgi alsalar da, egemenliklerini sürdürdükleri sürece, kapitalist-emperyalist sistem yok edilmediği, dünya çapında sosyalist devrimler sistemi yok etmediği sürece, savaşın kesin kaybedeni olmuyorlar. İkinci Dünya Savaşı’nı, Sovyetler Birliği ve onunla müttefik olan dünyanın her ülkesindeki sosyalistler kazandılar. Ama savaştan emperyalistler bir biçimde kazançlı çıkmayı başardılar. Çünkü devrimler ile, kapitalist dünya sistemi yok edilmedi, burjuva egemenlik, dünya çapında yerle bir edilmedi.
Öyle ise, devrimci sosyalistler, sadece savaş ile emperyalist güçlerin alacağı yenilgilere bel bağlayamazlar. Savaş, ancak kapitalist dünyanın devrimlerle yok edilmesi sonucu biter ve kazanılmış olur.
Bu nedenle Rusya ve Çin’in direnmesi, emperyalist saldırıları etkisiz hâle getirmesi, ancak ve ancak, sosyalist devrimler için bir avantaj oluşturduğu oranda işe yarar durumdadır. Emperyalist savaşa karşı çıkmak açık bir gerekliliktir. Ama bu, işçi sınıfının, bulunduğumuz her ülkede zafer kazanmasını otomatik sağlayan bir durum değildir. Bu nedenle, devrimci sosyalizm, savaşları iç savaşa çevirmek, işçilerin silahlarını kendi egemenlerine çevirmesini istemek zorundadır. Diğeri, emperyalist boyunduruğa karşı direnenleri alkışlamakla sınırlı bir tutum olur ki, sonucu biliniyor. Oysa işçi sınıfı için bugün, dünya çapında kapitalizme karşı sosyalist devrim şiarı ile saldırı cephesi oluşturmak doğru ve sonuç alıcı politikadır.
Emperyalist cephe, Rusya ve Çin’i birer sömürge hâline getirmek istiyor. Doğalarına uygundur. Bunu başarırlarsa, elbette ekonomik krize de çözüm bulmuş olacaklar, paylaşım savaşımı için de paylaşacak epeyce geniş bir coğrafya bulmuş olacaklar. ABD, hegemonya savaşını, bu hedefin arkasına ertelemek istiyor. Rusya ve Çin sömürge hâline getirilirse, işte o zaman ABD hegemonyası, tek kutuplu dünya tezi ile yeniden sağlanmış olacaktır. Bu açıdan Rusya ve Çin’in, geçmişlerinden gelen bağımsız ülke olma konumları ve bunu koruma istekleri, değerlidir. Ama işçi sınıfı ve devrimci sosyalizm için bu yeterli değildir.
İşçi sınıfı ve devrimci sosyalizm, dünya kapitalist sistemini, tümden ve dünyanın her ülkesinde tarihe gömmekle yükümlüdür.
Bu durum, hem tek tek her ülkede, devrimci sosyalist bir örgütlenmeyi, net olarak işçi sınıfının devrimci hattını savunan bir örgütlenmeyi gerekli kılıyor hem de dünyanın tüm devrimci sosyalistlerini, işçi sınıfını, enternasyonalist bir örgütlenme sorunu ile karşı karşıya getiriyor. Bu konuda tereddüt etmek, bu konuda gecikmeye neden olacak tutumlar almak, gerçekte, büyük zaman kaybıdır.
İçinden geçilen tarihsel koşullar, dünya işçi sınıfını, tarihsel görevi olan kapitalizme ve onunla birlikte bir sınıf olarak burjuvazinin varlığına son verme görevi ile karşı karşıya bırakmıştır. Bu nesnel olarak, dünya çapında, yeni bir sosyalist devrimler dalgasının, çağımızın karakteri olan kapitalizmi yıkmak ve sosyalizmi kurmak görevinin başarılacağı bir yeni dönemin başladığını göstermektedir.
Bu nesnellikle işçi sınıfının dünya çapındaki, tek tek ülkelerdeki örgütlenmesi arasında, yani bu görevi yerine getirecek öznel güç durumu arasında bir açıklık vardır. Bunu görmemek körlük olur.
Ama bu açıklık, işin zor olduğunu gösterse de, liberal solun savunduğu gibi, devrimlerin imkânsız olduğunun kanıtı değildir.
Kapitalist sistemin, şurasını ya da burasını düzelterek, “daha insanî bir sistem” hâline gelmesi mümkün değildir. Bunu savunmak, aslında kapitalizmi savunmanın bir başka yoludur. Nasıl ki bizim devrim ve sosyalizm isteğimiz ve mücadelemiz yeni değil ise, kapitalizmi, şu ya da bu yönünü “tamir ederek”, “yaşanabilir bir sistem” hâline getirme savunusu da yeni değildir. Bu bizim, biz Marksist ve Leninistlerin yakından bildiği eski, bilindik, reformist görüşün “düşkün” versiyonudur. Bu görüşü bizim karşımıza “yeni” diye çıkaranlar, işçi sınıfının davasına karşı cepheden ateş eden düşmanların “akıl hocaları” olmaya hevesli liberal solculardır. Onların iş arama, kendilerine kapitalist sistemin farklı basamaklarında bir yer arama istemlerine bir itirazımız yok. Yolları budur. Ama bizim yolumuz da, işçi sınıfının devrimci yoludur, devrim ve sosyalizm yoludur.