Dünya çapında egemenlik serüvenleri, sınıflı toplumlarla birlikte vardır. İlkel insan, sadece gücü yetersiz olduğu, teknolojisi yetmediği için değil, esas olarak, komünal bir yaşam egemen olduğu ve insanın sömürüsü diye bir şey var olmadığı için, böylesi bir egemenlik peşinde koşmamıştır.
Köleci toplum, sınıflı toplumların ilkidir. Devlet denilen şey, bu köleci toplumla birlikte, toplumda oluşan karşıt, çıkarları uzlaşmaz sınıfların varlığının sonucudur. Egemen sınıf, diğer sınıfları bastırmak için, zoru elinde tutacak bir organizasyon geliştirir ve devlet bunun zirvesidir. Egemen sınıfın örgütlülüğü, egemenliğinin aracıdır.
Köleci toplum, köle emeğine dayanır ve köle emeğinin sömürülmesi olmadan, egemenlik ne işe yarar? İçeride, köle sahiplerinin bu sömürü üzerine kurulu egemenliği, dışarıda da egemenlik arayışının ana kaynağıdır. Böylece, “emperyal” bir güç olma süreci, içerideki egemenliğin başka coğrafyalara yayılmasının sonucudur.
Feodal egemenlik, dünya çapında bu emperyal egemenliklerin, imparatorlukların daha etkili olduğu bir başka sınıflı toplumdur. Sınıflı toplum geliştikçe, hem sömürü artıyor, hem de buna bağlı olarak “dünya egemenliği” denilen şey ya da sömürgecilik daha etkili hâl alıyor.
Son sınıflı toplum olarak kapitalizm, bu emperyalist sömürgeciliğin daha da yaygınlaştığı bir dünya sistemidir. Diyebiliriz ki, kapitalizm ile birlikte, ilk kez bir sistem, gerçekten dünya sistemi hâline geldi. Meta, dünyanın en ücra köşelerindeki yaşam biçimlerini çözdü, en el değmemiş değerler sistemini parçalayarak pazara açtı. Kapitalist üretim ilişkilerinin girmediği delik, yayılmadığı coğrafya, fethetmediği değer sistemi kalmadı.
Kapitalist-emperyalizm, sömürgeciliğin en gelişmiş biçimlerini, en acımasız ve vahşi biçimlerini de ortaya koydu. Dünya tarihinin en amansız katliamları da kapitalist-emperyalizme bağlı gelişmiştir.
Yirminci yüzyılın başında İngiliz egemenliği, dünya kapitalist sistemi içinde öncü konumda idi. Elbette diğer emperyalist rakipleri ile birlikte. Ama İngiliz imparatorluğu, 1900’lerin hemen başında, artık 19. yüzyıldaki gücünde değil idi. Ve 20. yüzyılın hemen başlarında ABD emperyalizminin yükselişi yaşandı.
İki dünya savaşının ikisini de, bu döneme borçluyuz. İlkinde tam bir paylaşım savaşı sahneye kondu ve bu paylaşım savaşımını, Ekim Devrimi, Paris Komünü deneyimini iktidara taşıyarak yarıda kesti. Ekim Devrimi, başta İngiliz emperyalizmi olmak üzere, Amerikan, Fransız, Japon, Alman ve İtalyan emperyalizmini, acil durum ilanı ile birleştirmeye başladı. Dünya halkları üzerinde Ekim Devrimi’nin muazzam özgürleştirici etkisi kendisini hissettirdikçe, SSCB’ye karşı kuşatma siyasetinin devreye girmesi gecikmedi.
İkinci Dünya Savaşı, gerçekte, kapitalist-emperyalist dünyanın, Ekim Devrimi’ni boğma girişimidir. Ama SSCB, durumu tersine çevirmiş, arkasında tüm emperyalist güçlerin birleştiği Alman faşizmini yenmiştir. Ardından, Çin Devrimi, sonra da Küba Devrimi gelmiştir. Bu dalgayı durdurmak için, bu kez ABD emperyalizmi önderliğinde, yeni bir emperyalist örgütlenme geliştirilmiştir. Bu, hayatın her alanını kapsayan, dünyayı bir savaş alanı olarak ele alan bir azgın, gerici, saldırgan örgütlenmedir. NATO, budur.
Bugünlerde ise, ABD, dünya imparatorluğu hayallerinin sonuna doğru hızla yaklaşıyor diyebiliriz.
SSCB, 1989’da sürpriz bir biçimde sahneden çekilince, ABD ve diğer emperyalist güçler için büyük bir pazar ortaya çıktı. Dünya “komünizmden kurtuldu” ve tarihin sonu ilan edildi. İki şey aynı anda devreye girdi, ilki, ABD fırsat bu fırsat, dünya egemenliğini ilan etmeye yöneldi. Kissinger, “ABD’nin dış politikaya ihtiyacı var mı” diye sorarak, aslında dünya egemenliği ilanını yaptı. Negri gibi dönekler, hemen “dünya imparatorluğunun” barışın güvencesi olacağı masallarını devreye soktular.
Öte yandan ise, emperyalist güçler arasında eski ilişki değişmeye başladı. Big Brother olarak ABD’nin gücü sorgulanmaya ve diğer dört emperyalist güç, en başta bu dördü (İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa) pastadan daha büyük paylar koparmaya yöneldi.
ABD, önce doğrudan askerî gücü ile sahalara inmeye başladı. Irak bunun en açık örneği idi. Ardından Afganistan geldi. Ama işler istediği gibi gitmedi ve bu kez ABD, diğer güçleri eskisi gibi kendi etrafında tutacak bir düşman yaratmaya yöneldi. Bu düşman El Kaide’si ile, IŞİD’i ile İslam radikalizmi oldu.
İslam radikalizmi ya da ılımlı İslam örgütlenmesinin tümü, ABD’nin komünizmi boğmak için geliştirdiği “yeşil kuşak” projesinin devamıdır. Bugün, dünya bunu açıktan biliyor. IŞİD’in 40 ülkeden diplomatik ilişkiler bazında destek aldığı biliniyor. Hangi ülkeler tarafından ve nasıl sahaya sürüldüğü de biliniyor. Bugün Suriye sahasından IŞİD militanları, ABD ve koalisyon uçakları ile Afganistan’a boşuna taşınmıyor.
Ve bugün, ilk olarak ABD’nin imparatorluk hayalleri, tek süper güç altında dünya egemenliği hayalleri sona erdi. Hâlâ NATO duruyor, hâlâ ABD, diğer dört emperyalist gücü denetlemeye çalışıyor. Ama buna rağmen, artık o imparatorluk hayalleri, yakın gündemden kaldırılmıştır.
Ve bugün, radikal ve ılımlı İslam’ın hâlâ iş göreceği, gördüğü açık olsa da, birleştirici düşman olarak işe yaramayacağı biliniyor. ABD-İngiltere ekibi, açık olarak Rusya ve Çin’i yeni ortak düşman olarak tanımlama peşindedir.
Öyle ya, savaşı başka türlü sürekli kılmak nasıl mümkün olacak?
Ama öyle görünüyor ki, bu açıdan da işler çok da istedikleri gibi gitme olanağına sahip değil.
Obama, geçici olarak güç toplamak üzere, Amerikan imajını sempatikleştirme girişimi idi. Ama ne kadar başarılı olduğu tartışılırdır. Obama, imaj tazeleyeyim derken, bir anda, tüm Kuzey Afrika ve Ortadoğu sahasını kana buladı.
Trump ise bir hayli ilginç bir kişilik olarak devrededir. Suriye savaşını “biz çekiliyoruz” açıklamaları ile sürdürüyor. ABD, Trump’a rağmen bu savaşın devamını mı istiyor, yoksa ABD, aynı anda çelişkili açıklamalarla ayakta durmaya mı çalışıyor?
Suudi Arabistan ile ilişkileri yeniden düzenlemek vaadi ile iktidara gelen, seçimlere Suudileri aşağılayıcı konuşmalarla giren Trump, hiç de söylediklerini yapma peşinde değil gibidir. Suudi Arabistan’ın parasına çok ihtiyacı var ve bu parayı aldıkça, ona uygun davranacağını gösteriyor. Suriye’den çekilirim, ama yok Suudiler parasını verirse, mesela 4 milyar dolar, çekilmeye gerek yok, diyebiliyor.
Açık bir tüccar tavrı ile yürüyor.
Aynı anda Rusya ve Çin’i baş düşman ilan ediyor ve Çin’e karşı ekonomik savaş başlatıyor.
Neo-liberal politikalar, bir anda, ABD çıkarlarına uygun olarak, gümrük duvarlarının yeniden yükseldiği politikalara sahneyi bırakıyor. Ama ABD, saldırganlığından bir şey kaybetmiyor. Ekonomik olarak içe dönmekten söz ederlerken, dışarıda saldırgan tutumu sürdürüyorlar.
Neo-liberal politikalar, artık eskisi kadar cazip değil mi? Yoksa o dönem bitti ve yeni dönemde yeni adımlar mı atılıyor?
Sermaye, dünya çapında, gümrük duvarları ve “ulusal ekonomilerin korunmasını” yok etmek isterken, bu yeni dalga ile gümrük duvarları yeniden görünmeye, sahne almaya başladı. Bu durum, üretimin sömürge ülkelere kayması, onların deyimi ile gelişmekte olan ekonomilere kayması gerçeği ile yeni çelişkiler yaratmayacak mı?
Bu süreç aslında 1980’lerde başlamış ya da hız almıştır.
Bir, kapitalist sistem içinde hızlı bir “finansallaşma” ortaya çıkmıştır. Bu “finansallaşma”, aslında üretimin dünyanın belli ülkelerine kayması ile eş anlıdır. Böylece, bir yandan, kârlılıklar yeniden yükselmiş, ama bu arada da elde bulunan sermaye, doğrudan üretime gitme eğilimini kaybetmiştir. Doğrudan üretime gitmeyen bu sermaye, dünya çapında büyük bir kumarhane hâline gelmiş olan kapitalist sistem içinde büyük vurgunlar vurmuş ve tekelleşme daha da hızlanmıştır.
Yoksullaşma bunun bir sonucudur ve çok ama çok hızla yol almıştır.
Tarımın yağması devreye girmiştir. Tarımsal yağma, aynı zamanda, sömürge ülkelerin pazarını, tekellerin isteklerine uygun olarak şekillendirme de demektir. Tohumculuk alanında ortaya konan ve ne yediğimizi bilemez hâle gelmemize neden olan süreç, gerçekte büyük bir yağmadır da. Bu, aynı zamanda sömürge ülkelerin, ellerindeki tüm avantajları da tüketmek, kontrol altına almak anlamına gelir.
2011 yılı verileri ile dünya proletaryası 3,3 milyar kişiye ulaşmıştır. 2009 rakamları 3,1 milyar, 2005 rakamları ise 1,9 milyar kişiyi işaret etmektedir. Bu, tüm sömürge ülkelerde, köylerin boşaltılması, tarımın diz çöktürülmesi, pazarın uluslararası tekellerin isteklerine uygun olarak genişletilmesi demektir.
Bugün, bunu sürdürmek için, göçmen akımına açık olarak ihtiyaç vardır. Yeni göçmenler, ucuz emek deposu oldukları kadar, genel olarak emek maliyetlerinin kapitalist için ucuzlatılması da demektir. Bu nedenle, Afrika, Ortadoğu başta olmak üzere, göçmen akımını destekleyecek savaşların yaratılması boşuna değildir.
Proleterleşme, dünya çapında, son 20 yılda çok hızla gelişmiştir. Kuşku yok ki, bunun üzerine uzunca tartışmak gereklidir. Ama biz konumuza dönelim, ABD egemenliğinin sonu mu, diye sormuştuk ve bunun üzerine odaklanalım.
Ama bu arada, iki şey daha gerçekleşmiştir.
ABD’ye meydan okuma anlamına gelen iki şey.
İlki, Rusya’nın, Çin ile açık ittifakı ile gelişen ve ağırlıklı olarak 2011 Suriye savaşı sonrasına denk gelen, askerî açıdan öne çıkması. Bu, aslında ABD’nin egemenlik planlarına açık bir meydan okumadır.
İkincisi ise, uzun süredir Çin’den gelen ekonomik meydan okumadır.
“Meydan okuma” belki biraz abartılı bulunabilir. Ama ekonomik ve askerî açıdan ABD’nin egemenliğinin sınırları ortaya çıkmıştır. Belki ekonomik olarak Çin’in yükselişi, ABD’yi daha önceden de etkilemiştir. Ama ABD, ekonomik zayıflıklarını askerî gücü ile dengelemeyi her zaman devrede tutmuştur. Ama Suriye savaşı, ABD’nin askerî gücünün sınırlarını ortaya koymuştur.
ABD, her zaman, elinde tuttuğu dolar basma olanağı ile, birçok ekonomik sorunun üstünden gelmesini bilmiştir. Bunun tarihi de 1970’lere uzanır. ABD doları henüz bir uluslararası para hîlinde iken, diğer güçlerin, Almanya, Fransa, Çin vb. ellerinde biriken dolarlara karşılık altın talep etmesi ile, ünlü Bretton Woods anlaşmasının sonuna gelinmiştir. Ortaya çıkmıştır ki, ABD karşılığı altın cinsinden tutulmadan, milyarlarca dolar basmıştır. Bu ortaya çıkınca, bu kez ABD, bunu, karşılıksız para basma işini, açıktan yapmaya koyuldu. Askerî gücü, bu “ekonomik manevraları” yapmasına olanak vermekte idi.
ABD dolarının uluslararası bir para olma, dünya parası olma sürecini, Suudi petro-dolarları sürekli desteklemiştir. Bugün, ABD, açık bir haydutluk ile, açık bir “tüccarlık” ile, Suudi dolarlarının daha fazlasını talep etmekte, ABD bankalarındaki paralara el koyma girişimleri sahnelemektedir.
İş o boyuttadır ki, bitcoin gibi paralar karşısında ABD dolarının durumu, “dünya parası” meselesini yerle bir etmektedir.
Tıpkı, bir generalin elbisesi ile bir kalabalığın ortasında gördüğü “saygı”nın, elbisesini çıkardığında ortadan kalkması gibi, ABD doları artık saygınlığını kaybetmiştir. Doların bu üniformasının anlamsızlığını, Almanya, İngiltere, Fransa, Çin vb. gibi güçler, 1970’lerde görmüşlerdi. Ama dolar, hâlâ geniş kitleler nezdinde apoletleri olan bir general idi. Bitcoin, bu generalin foyasını ortaya çıkardı, ortalık yere serdi.
Doların ve genel olarak paranın neyi temsil ettiği, euronun neyi temsil ettiği, artık açık bir sorudur.
Bu koşullarda kendisine azıcık saygısı olan “ekonomist”lerin, açıktan, paranın bir önemi olmadığını, önemli olanın, üretilmiş olan ürün olduğunu ilan etmeleri gereklidir. Belki içlerinden birileri çıkar da, şiddetle takas ekonomisini önerebilirler. Bunun daha gerçekçi olacağından da şüphe yoktur.
İşte ABD, bu iki alandan bir, haydi meydan okuma demeyelim, sorunla karşı karşıyadır. Trump, hem ABD ekonomisini toparlamak, ABD tekellerinin çıkarlarını savunmak için neo-liberal politikaların ateşli savunuculuğunu bırakmak zorundadır, hem de dünya çapında gerilimi ve savaşı destelemek zorundadır. Bu arada ise, finansallaşmış dünya kapitalist sistemi içinde birçok gücü, birçok açıdan karşısına almak zorundadır. Bu finansal sermaye, daha çok büyük merkezlerde, beş emperyalist gücün kalbindedir. Ve bunlar dünyanın her alanına, her an ulaşabilmekten yanadırlar. “Ulus” devletlerin engellerini tanımak istemeyeceklerdir. Ve yeni gümrük duvarları, bu durum ile çelişkilidir. En azından şimdi.
Böylece karşımıza dünya çapında savaşın daha şiddetleneceği gerçeği çıkmaktadır. Bu durumun, dünya çapında sermaye egemenliğinin daha açık çeteleşmelere yol açacağını tahmin etmek mümkündür.
Öyle ya, ABD, doların gerçek yeri neresi ise oraya çekilmesine kolaylıkla razı olmayacaktır. Bu daha çok savaş demektir. Ve öte yandan diğer emperyalist güçlerin kendi alanlarını korumak ve genişletmek isteyecekleri de açıktır.
Burada, bunalımın yükünün sömürge ülkelere, onların deyimi ile “gelişmekte olan ekonomilere” yıkılması kaçınılmazdır.
Tüm bu nedenlerden dolayı ABD savaşı daha da tırmandıracaktır.
Ekonomik savaş açıkça ilan edilmiştir ve karşısına Rusya ve Çin’i almaktadır. Bunu, Trump’ın ulusal güvenlik belgesinde de görmek mümkün. Ama son gümrük vergileri ve Rus şirketlerine karşı ambargo uygulamaları bunun ilk açık ilanıdır. Bununla kalması mümkün değildir. ABD, daha öncelikli olarak Fransa ve İngiltere’yi yanına almaya yönelmektedir. Almanya ve Japonya’nın ekonomik savaştan payını alacağı anlaşılmaktadır.
Böylece ABD, tüm bu süreçte sürekli ittifaklar değiştirerek yol alma peşindedir.
Bir başka açıdan tüm bunlar, kapitalist sistemin çoktan ömrünü doldurmuş olduğunun kanıtıdır. Kapitalizm, artık tüm insanlık için günlük bir tehdittir. Hiçbir sorunu çözme yetenekleri kalmamıştır. Her sorunu, daha büyük bir sorun yaratarak arka plana atmaktadırlar.
Bugün, sadece ABD egemenliğinin değil, tüm kapitalist egemenliğinin sonu mu, sorusunu sormanın zamanıdır.
(Özgür Bir Dünya İçin Kaldıraç, Sayı 202, Mayıs 2018)