5 Nisan Avukatlar Günü, tarihçesini İstanbul Barosu’nun kuruluş tarihi olan 5 Nisan 1878’den almaktadır. Kanunu Esasi’nin ilanından 2 yıl sonra ilk genel kurulunu toplayan İstanbul Barosu halen varlığını sürdürmektedir. Aradan geçen 144 yılda İstanbul Barosu’nun yapısı nasıl değiştiyse avukatlık mesleği de büyük bir değişim geçirmiş ve geçirmeye de devam etmektedir.
80’li yıllar ile birlikte neoliberalizmin, kamusal hizmetlerdeki yansımasını özelleştirme olarak deneyimlediğimizi söylesek yanlış olmaz. Bugün artık eğitim ve sağlık hizmetlerinde, “hizmetin” özel sektör eliyle gerçekleştirilmesi olağan bir hale geldi. Özellikle sağlık hizmetleri yönünden TTB’nin 2003’te yayınladığı “Sağlıkta Dönüşüm Programı, 2003 Türkiye’sinde Halka ve Hekimlere/Sağlık Personeline Ne Getiriyor?” broşürü hem dönüşümün tarihsel arka planı bakımından hem de sağlık hizmetlerinde yaşanan değişimin diğer kamusal hizmet alanları ile arasındaki paralelliği anlamak açısından ufuk açıcı olduğunu düşünüyoruz. Peki neoliberal politikaların avukatlığa ve yargıya yansımaları nasıl oldu?
İlk olarak açıkça söylememiz gerekmektedir ki serbest avukatlık pratiği adeta yok edilmek istenmektedir. Klasik anlamda, avukatların çalışma biçimi tabiri caizse “esnaflara” benzer. Serbest faaliyet yürüten avukatlar arasında ekseriyetle kıdeme göre “usta-çırak” ilişkisi üzerinden bir çalışma ilişkisinin kurulduğu ve nihai olarak her “çırak” avukatın bir gün kendi hukuk bürosuna sahip olduğu bir meslek geleneği içerisinden geliyoruz. Oysa bugün, hepimizin malumu olduğu üzere, hiçbir genç avukatın makul bir süre bir başka avukatın yanında çalışarak edindiği mesleki ve maddi birikimle kendi bürosunu kurması güncel piyasa şartlarında mümkün değil. Neoliberalizmin yaşamlarımıza etkisi sadece kamu hizmetlerine erişimin zorlaşmasıyla sınırlı değildir. Diğer yandan sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasını ifade eden tekelleşme, toplumda mevcut tüm çalışma ilişkilerine kendi ihtiyacını dayatmaktadır. Bu kapsamda birkaç avukatın çalıştığı ve iş hacmi kendi emeklerinin sınırıyla sınırlı geleneksel hukuk bürolarının, milyonlarca liralık uyuşmazlıklara sahip ve binlerce işçi çalıştıran sermaye gruplarının ihtiyacını karşılayamacağı aşikar. Dolayısıyla kendi içinde keskin bir işbölümü ve uzmanlaşma sağlamış kalabalık hukuk bürolarının ya da yine görece küçük ve tek bir alanda uzmanlaşmış “butik” büroların bir ihtiyaç olduğu yadsınamaz. Ancak dikkat etmek gerekir ki bu ihtiyaç, avukatların değil sermayenin ihtiyacıdır. Kaldı ki Avukatlık Kanunu’na yönelik değişiklik teklifleriyle getirilmek istenen şirketleşme ve AB programlarında yer alan “hukuki himaye sigortası” da mevcut durumun henüz sermayenin ihtiyacını karşılamadığı göstermektedir.
Sermayenin ihtiyacına paralel olarak avukatlık mesleğindeki dönüşüme etki eden bir diğer faktör ise mesleğin siyasi anlamda hedef olmasıdır. 70’li yıllardan beri serbest avukatlık pratiği, dikkate değer ölçüde, “hak savunuculuğu” ile özdeşleşmiştir. Devletin bir bütün halinde bürokrasinden polisine, yargısından siyasetine gerçekleştirdiği tüm hukuka aykırı uygulamalar karşısında başvurulan yahut kendisi insiyatif alarak müdahil olan avukatlık pratiği oldukça yaygındır/yaygındı. Nitekim böyle bir pratiğin varlığının, burjuva hukuk sisteminde, yargı erkinin meşruiyeti için gerekli dahi olduğu tartışılabilir. Ancak biliyoruz ki Gezi Direnişini’ni takip eden süreçte 7 Haziran ve 15 Temmuz birer tarih olarak ele alınırsa devlet kendi hukukunu bile tanımamakta, uygulamamaktadır. Bu koşullar altında sözünü ettiğimiz avukatlık pratiği artık devlet için açık bir tehlike haline gelmiştir. Bu tehdide karşı girişilen saldırı sadece baroların bölünmesinden ya da Feyzioğlu gibi projelerden ibaret değildir. Adliye girişlerinden tutun da karakollarda, devlet dairelerinde, mahkemelerde karşılaştığımız aşağılayıcı ve saldırgan tutumların hepsi avukatı sindirmeye dönüktür.
Elimizdeki tablo, avukatlık mesleğinin hem ekonomik hem de siyasal yönden bir değişim/saldırı süreci altında olduğunu gösteriyor. Buraya kadar söz konusu dönüşümün arka planına kısaca değinmek istedik fakat avukatlar için önemli olan değişimin sebepleri olduğu kadar aynı zamanda da sonuçlarıdır. Malesef ki o sonuçları binlerce avukat her gün oldukça yakıcı olarak hissetmektedir.
Avukat Dayanışması olarak bir buçuk seneyi aşkın süredir işçi avukatlık olgusunu tartıştırmaya çalışıyoruz. Ancak her ne kadar avukat kamuoyu içerisinde gittikçe daha yaygın olsa da işçi avukatlık veya “işçileşme” diye tarif ettiğimiz kavram bir patron avukatın yanında çalışan işçi ile sınırlı anlaşılmamalıdır. Doğrudan işçi avukatın maruz kaldığı sömürüyle birlikte hiçbir geçinme imkanı bırakılmayan kendi işini yapmaya çalışan serbest avukat da “işçileşmenin” bir parçası olarak ele alınmalıdır. Nitekim siyasi anlamda da serbest avukatlığın devlet tarafından hedef tahtasına oturtulması ekonomik zorla bir arada düşünüldüğünde bütünlük kazanmaktadır.
Sömürünün, geçinememenin, maruz kaldığımız baskının vb. biçimleri, örnekleri hem Avukat Dayanışması tarafından hem de birçok hukuk kurumu ve meslektaşımız tarafından oldukça kapsamlı tartışıldı, tartışılmaya devam ediliyor. Doğrusu bu konuda tekrara düşmek bir niyetimiz yok. Fakat, aşağılanma konusunun özel olarak ele alınması gerektiğini de düşünüyoruz.
Hukuk fakültelerinde kurulan bütün “avukatlık hayallerine” rağmen adliye girişinden başlayarak (özellikle İstanbul’daki “tarama” faaliyeti) dairelerde, kalemlerde, duruşma salonlarında avukatlar adeta hakarete varan ifade ve muamelelere maruz kalıyor. Adliyelerin, devlet dairelerinin ve karakolların gerçek anlamda avukatların işyeri olması karşısında bu mekanların hem fiziki/teknik yapılanmaları hem de sunduğu imkanlar (mesela adliyelerde avukatların erişebildiği yiyecek içecek gibi temel ihtiyaçlar) avukatları dışlar nitelikte. Mekansal dönüşüm, adliye içinde işlerimizi yürüttüğümüz her birimde avukatı süreç dışında tutan ve işine yabancılaştıran bir yapılanma üzerine kurgulanmış durumda (ön bürolar vb). Bütün bunlar zaten herkesin malumu. Az değinilen bir konu ise maruz kalınılan ekonomik aşağılama.Kastettiğimiz şey düşük ücretler ile sınırlı anlaşılmamalıdır. Emeğimizin hiçbir şekilde karşılığını alamamızın adı düpedüz sömürüdür. Aşağılanma kısmı ise bu durumun üzerimizde yarattığı sosyal ve psikolojik etkidir. Örnek vermek gerekirse; acaba bas bas “omurgalılık” diye bağırıp hukuktan, adaletten dem vuranlar patron avukatın zorlaması ile rüşvet veren bir işçi avukatın hissettiklerini hiç dert edinmişler midir?
Yazımızın başına geri dönersek; maalesef ki artık 5 Nisan Avukatlar Günü’nden söz ederken “hangi avukatlar?” sorusunu es geçmemiz mümkün değildir. Bir tarafta sömürülen, geçinemeyen ve her anlamda aşağılanan avukatlarla diğer tarafta geçinememe gibi bir derdi olmayan ve hatta sömürdüğü işçi avukatlar üzerinden servetine servet katan avukatların hiçbir ortak paydası yoktur.
Kabul ediyoruz; bugün her ne kadar avukatlık mesleğinin ezici çoğunluğunu sömürülen, işçi-stajyer avukatlar ve geçinemeyen avukatlar oluştursa da henüz bu gücü taleplerimiz etrafında birleştirip mücadele edecek bir örgütlülüğümüz yok. Evet, bu 5 Nisan Avukatlar Günü’nde de binler olup meydanları doldurarak “İşçi Avukatlık Tip Sözleşmesini” yahut “CMK ücretlerinin arttırılmasını” talep edemiyoruz. Ancak önümüz 1 Mayıs. Sömürüden, aşağılanmadan muzdarip olan sadece bizler değiliz. Doktorlar, kuryeler, kasiyerler, mühendisler, madenciler ve daha nice iş kolundan işçi, emekçi aynı biz avukatlar gibi sömürülüyor, geçinemiyor, aşağılanıyor. Öyleyse birbirimizden güç alıp birbirimize güç katarak 2022 1 Mayıs’ını fırsata çevirmek, tek vücut haline gelmek mümkün. Bugüne dek avukatlar daima hak mücadelesi veren kim varsa yanlarında oldu. Şimdi sıra kendi hak mücadelemizi vermekte. Avukatlar, toplayabildiği en geniş avukat kitlesiyle 1 Mayıs’ta yerini almalı, taleplerini tüm işçi ve emekçilerin sesiyle birlikte haykırmalıdır. Güç sizde, bizde, ortak mücadelede…