16.8 C
İstanbul
21 Kasım Perşembe, 2024
spot_img

“21. Yüzyılda İşçi Sınıfı Hareketi, Deneyimler, Eğilimler Sempozyumu”nun ilk oturumu yapıldı

"21. Yüzyılda İşçi Sınıfı Hareketi, Deneyimler, Eğilimler Sempozyumu" Şişli'de bulunan Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde başladı. İşçi sınıfının tarihsel deneyimleri, sonuçları ve öğrettiklerinin tartışıldığı birinci oturumda, sınıf hareketi tarihinin deneyimlerinden doğru sonuçlar çıkararak mücadele etmek gerektiği kaydedildi.

Birleşik İşçi Hareketi (BİH), Kadın İşçinin Sesi, Limter-İş sendikasının düzenlediği “21. Yüzyılda İşçi Sınıfı Hareketi, Deneyimler, Eğilimler Sempozyumu” Şişli’de bulunan Nazım Hikmet Kültür Merkezinde başladı. Sempozyumun ilk gününde, “İşçi sınıfının tarihsel deneyimleri, sonuçları, öğrettikleri”, “Mücadele, sendika ve işçi örgütlenmesinde durum nedir, ne yapmalı, nasıl yapılmalı” ve “Kadın işçi mücadelesi, arayışlar, örgütlenmeler” başlıklı üç oturum gerçekleşecek.

Açılış konuşmasını yapan Gamze Toprak, işçi sınıfı hareketinin tarihi derslerini ele almak ve bugünkü koşullarda karşı karşıya kaldığı sorunları tartışmak ve çözüm yolları bulmayı hedeflediklerini kaydetti. Sempozyumu 1999 yılında işkencede katledilen Limter-İş Sendikası Eğitim Uzmanı Süleyman Yeter şahsında ölümsüzler anısına yapılan saygı duruşuyla başladı. Bu esnada hep bir ağızdan Adnan Yücel’in “Biz kazanacağız” şiiri söylendi.

“Sınıfın tarihi deneyimlerinden öğrenmek istiyoruz”

Sempozyum, sınıf mücadelesinin aktarıldığı sinevizyonla devam etti. Ardından komite adına BİH Dönem Sözcüsü Meliha Kayacı söz aldı. 15-16 Haziran ayaklanmasının öncülerini ve ayaklanmayı yaratanları anan Kayacı, “Şanlı direnişin ışığında işçi sınıfının tarihinden ders almak, deneyimlerinden öğrenmek ve içinden geçtiğimiz yoksulluk, işsizlik, kölelik koşullarına maruz kaldığımız bugünkü koşulları analiz etmek, sonuçlar çıkarmak istiyoruz” dedi. İşçi sınıfı hareketinin karşı karşıya olduğu sorunları, mücadelenin içindeki konunun uzmanlarıyla tartışacaklarını kaydeden Kayacı, sınıf mücadelesinde “ne yapmalı”yı tartışacaklarını belirtti.

Dünya işçi sınıfı ve ezilen halkların Sovyetlerin yıkılmasının ardından neoliberal saldırganlığa karşı direndiğini belirten Kayacı, Coronavirüs pandemisine dikkat çekti. Pandemi öncesi olduğu gibi sonrasında da işçi ve emekçilerin vahşi sömürüye karşı direnişte olduğunu dile getiren Kayacı, “Yeni faşist hareketler yükselmeye, en temel haklar dahi burjuva devletlerce ezilmeye, mali sömürge, sömürge ülkelerde sendikacılar katledilmeye devam ediyor. İşçi sınıfının kaderine boyun eğmesi isteniyor” dedi. Ancak tüm saldırılara karşı işçilerin boyun eğmediğinin altını çizen Kayacı, işkencede katledilen komünist işçi önderi Süleyman Yeter’i andı. Süleyman Yeter’in ayak izinden ve ondan öğrenerek mücadeleyi sürdüreceklerini belirten Kayacı, devrimi gerçekleştireceklerinin altını çizdi.

Gürbüz: Süleyman yoldaş yürüyeceğimiz yolu gösterdi

İlk oturum Nadiye Gürbüz’ün moderatörlüğünde gerçekleşti. “Osmanlı’dan 15-16 Haziran’a direnişler, deneyimler” konusunda Yüksel Akkaya, “15-16 Haziran ayaklanması” konusunda Zafer Aydın, “NETAŞ Grevi ve 1989 grevi ve direnişi” konusunda Hakan Koçak, “İş cinayetlerine karşı tersane grevi ve direnişleri” konusunda Kanber Saygılı, “Özelleştirmelere karşı mücadele; SEKA, Tekel direnişi konusunda” ise Mürüvet Küçük sunum yaptı. Gürbüz, sempozyumun gözaltında işkenceyle katledilen komünist işçi önderi Süleyman Yeter’e atfedildiğini hatırlattı. Yeter’i anan Gürbüz, “Süleyman yoldaş, işçi sınıfı mücadelesi bakımından bize çok önemli deneyimler ve birikimler bıraktı. Nasıl bir yolda yürümemiz gerektiğini bize gösteren öncülerimizden, önderlerimizden biriydi. Aynı zamanda gözaltında işkencede eser verip sır vermeme geleneğinin sürdürücülerindendi” diyerek Yeter’in mücadelesini özetledi.

Akkaya: İşçi sınıfı durağan gibi görünür ama bir süre sonra gerçekliğini ortaya koyar

Osmanlı’dan 15-16 Haziran’a direnişler, deneyimler sunumunu yapmak üzere Yüksel Akkaya, söz aldı. Bir tarihsel perspektif yapmak istediğini dile getiren Akkaya, Osmanlı’dan günümüze işçi sınıfı tartışıldığında genellikle Sunni-Türk tartışması yürütüldüğünün ancak Osmanlı’nın çok büyük bir sınıfsal yapısının olduğunu belirtti. Akkaya, Ermeniler, Rumlar, Müseviler’de olduğu gibi kendi sınıfsal açısından deneyimler olduğunu, örgütlenmelere gidildiğini söyledi. Bunun sınıfın birlikteliğine ters geldiği söylenmesinin yanlış olduğunu belirten Akkaya, çok dilli ve kültürlü olan Osmanlı’da bu durumun sınıf hareketine de sirayet ettiğini kaydetti. Ayrışık, kopuşuk birbirine rakip olarak Cumhuriyete kadar gelen Osmanlı işçi sınıfının en önemli eylemlerinden, direnişlerinden birisinin 1908’teki yaygın grevler olduğunu belirten Akkyaya, “Osmanlı’da işçi sınıfının yaşadığı sorunları dile getirmek için işçi sınıfının bulunduğu hemen her yerde grevlere başvurdu. Eskiden bu rahatsızlığı pasif dile getiriyordu. Padişaha dilekçe veriyordu ama burada ilk kez görkemli grevlere başvurdu. İşçi sınıfının büyük dalgaları vardı, 1908, 15-16 Haziran, Bahar eylemleri hatta Gezi’yi de dahil edebiliriz. İşçi sınıfı durağan gibi görünür ama belli bir dönem geldiğinde kendi gerçekliğini ortaya koyar” dedi.

“1908 grevi işçi sınıfının örgütlenmesi gerektiğini gösterdi”

1908 grevinin işçi sınıfının örgütsüz ve öndersiz olduğu bir dönemde yaşandığını ve bu sürecin sınıfın hızla örgütlenmesi gerektiğini gösterdiğini kaydeden Akkaya, ardından işçilerin hızla örgütlenmeye gittiğini söyledi. Osmanlı burjuvazisinin zeki bir hamle ile grevi yasaklamadığını ama belirli tartışmaların yürütüldüğünü kaydeden Akkaya, gelişen süreçte Cumhuriyet’e gelindiğinde sınıf hareketine siyasi partilerin önderlik etmeye başladığını belirtti. Cemiyetlerin yasaklandığı dönemde Türkiye işçi sınıfının kooperatifler şeklinde örgütlendiğini hatırlatan Akkaya, “1946 sendikacılığı dediğimiz kurucularının büyük çoğunluğu kooperatiflerde kendini koruyan, var eden işçilerdir. Bu açıdan baktığımızda deneyimler ve birikimler açısından sendikacılığın fetişleştirilmemesi gerektiği işçi sınıfının farklı örgütlerde varlığını göstereceğini görüyoruz” dedi.

“Grevler fabrika işgaline evrildi”

1946’da sendikacılığın yasalarla engellenmek istense de işçi sınıfının sahip çıktığını kaydeden Akkaya, 1946 sendikacılığın aynı zaman CIA’nin de dikkatini çektiğini söyledi. 1951 yılında CIA ajanının Türkiye’ye geldiğini ve Türk-İş’in kuruluşunu hızlandırdığını vurgulayan Akkaya, 1950’li yıllar durağan görülse de pek çok iş yerinde hatırı sayılır grevler olduğunu hatırlattı. 1961 Anayasasından sonra 1963 sendikalar ve toplu iş sözleşmesi kanunu çıktığını ve işçilerin çok hızlı örgütlendiğini belirten Akkaya, “Bu örgütlenmelerin büyük çoğunluğu küçük sendikalar şeklinde olsa da kılcal damarlar gibi işçi sınıfının bulunduğu şehirlerde olan örgütlenmelerdir” diye kaydetti. 1968 yılında ise grevlerin fabrika işgallerine evrildiğini, 30’dan fazla fabrikanın işgal edildiğini ve işçi sınıfının daha sert eylemlere başvurduğunun altını çizen Akkaya, “1960-70 yıllarının önemli bir özelliği var” dedi. TİP’in ötesinde işçi sınıfının radikal örgütlenmelere başvurduğunu ekledi. Türkiye siyasal hareketinin işçi sınıfının varlığını tartıştığını da belirten Akkaya, “İşçi sınıfı eylemlerine bakış, işçi sınıfının olup olmadığı, varsa bunlardan yararlanıp, yararlanmayacağı şeklindeydi. Oysa 1963’te Kavel’le başlayan işgaller işçi sınıfının varlığını net gösteren, radikal olarak kendisini gösteren eylemler. Koz Maden işgali, Singer, Demir Döküm, Sungurlar gibi fabrika işgalleri yükselen siyasal harekete, işçi sınıfının var olduğunu ve bir önder beklendiğini gösterir. Tarihsel olarak işçi sınıfı hem yükselişe geçmiştir hem de sosyalist bir yükselişe geçmiştir” dedi.

“Hafızamızı taze tutmamız lazım”

Devletin, sermaye cephesinin bütün çabalarına rağmen işçi sınıfının derin izler bıraktığını vurgulayan Akkaya, “İşçi sınıfının izini sürmek lazım. Bıraktığı kalın izi izlemek lazım, hafızalarımızı taze tutmamız lazım. Dolayısıyla işçi sınıfının bıraktığı iz her zaman hafızalarımızı yenilemeli, işçi sınıfını örgütlemeye ve mücadeleye açık olduğunu; siyasal müdahaleyle önemli şeyleri yerine getireceğini gösteriyor” ifadelerini kullandı.

Aydın: 15-16 Haziran’ı birden bire ortaya çıkmadı

Komünist işçi önderi Süleyman Yeter’i anarak sözlerine başlayan Zafer Aydın, 15-16 Haziran ayaklanmasını aktardı. 15-16 Haziran’ın bulutsuz bir havada birdenbire patlayan şimşekler olmadığını, ardından birikim olduğunu dile getiren Aydın, “Dört unsur var. Birincisi aydınlanma dönemi. 1960’lı yıllar Türkiye’de sınıf kavramının odağında olduğu bir aydınlanma dönemi. Toplumun tüm kesimlerinde olduğu gibi işçiler yeni fikirlerle tanışıyorlar. Niteliksel olarak dönüşüm yaşıyorlar. İkincisi Yüksel hocanın da işaret ettiği 1963 Kavel grevi. Hak temelli mücadelelerin gelişmesi açısından bir kırılma noktası. Devleti kuranlar emek, sermaye ilişkisini çatışmasızlık üzerine inşa etti. İşçilerin kolektif olarak kullanacağı haklar; grev, toplu sözleşme, gösteri hakkı gibi kolektif haklar üzerine yasak ve sınırlamalar getirirken, bireysel haklar konusunda biraz daha cömert davrandı. Bunun sistematik yaklaşımı 1936 İş Kanununda görüyoruz. İzah ederken, Recep Peker diyor ki, ‘öyle güzel iş kanunu hazırladık ki bütün bulutları berhava edecekler’. Bir yandan yasakça, bir yandan da lütufçu yaklaşımla bu alanı çatışmasızlık üzerine inşa etmeye çalışıyorlardı.  ’63 Kavel grevi hem grev hakkının eylemi hem de işçilerin ödenmeyen ikramiyelerinden yola çıkarak hak bilincini hem işçilerin bireysel olarak özümsenmesinde önemli hem de hak temelli mücadelenin önünü açtı. Üçüncüsü çok hızlı bir politikleşme. TİP’le başlayan, politik yelpazeye doğru genişleyen hızlı bir politikleşme süreci var. İşçiler bireysel olarak siyasi angajmanlarını değiştiriyor hem de siyasal iktidara karşı pozisyon olarak politikleşiyor. Dördüncü de militanlaşma. En temel göstergesi fabrika işgalidir. 15-16 Haziran bu dört olgunun biçimlendirdiği eylem, direniş, örgütlenme pratikleri üzerinden şekillenerek ortaya çıktı” ifadelerini kullandı.


DİSK işçilerin gözünde yıldızlaştı”

DİSK’in devlet ve sermaye tarafından güdümlü sendikalar karşısında bağımsız, özgür bir sendikacılığı savunan bir örgüt olarak kurulduğunu hatırlatan Aydın, Türk-İş içinde sendikayı mesleki teşekkür olarak gören, verilenle yetinen grev hakkı gibi mücadele araçlarını küçümseyen, yok sayan yaklaşımlar karşısında mücadeleci bir sendikal perspektifi taşıyarak kurulduğunu anımsattı. İşçilerin gözünde DİSK’in yıldızlaştığını, DİSK’in “hırsız değilsin içeri girerken üstünü aratma; asker değilsin patron karşısında esas duruşta durmak zorunda değilsin; tuvalete senin hakkın marka kullanmak zorunda değilsin” eylemleriyle işçilerin haysiyet mücadelesiyle işçiler tarafından sevildiğini anımsatan Aydın, sermaye ve devletin DİSK’i boğmaya çalıştığının altını çizdi. İşyerine DİSK’e karşı sarı sendikayı devreye sokan sermayeye karşı işçilerin sendikasına sahip çıktığını belirten Aydın, buna karşı devreye giren devletin yasa yoluyla DİSK’in örgütlenmesini engellemeye çalıştığını belirtti. Yasanın üçte bir baraj getirerek, işçinin sendikal tercihinin önüne yüksek bir engel koyduğunu söyleyen Aydın, “Yasayı parlamentoya taşıyan CHP’nin milletvekilleriydi. Aynı yasa daha önce Adalet Partili Türk-İş üyesi milletvekilleri tarafından ’69 yılında götürülmüştü. Erken seçim kararı alınınca kadük hale geldi. Ardından CHP milletvekilleri tarafından getirildi. Yasa karşısında DİSK 1969’da Adalet Partili vekillerin yasa taslağından itibaren bu meseleye karşı işçileri bilgilendirme, bilinçlendirmeye başlıyor” dedi.

“Patronlar fabrika kapılarını açmak zorunda kaldı”

18 Mart’ta DİSK’in çok önemli bir toplantı düzenlediğini ve “ileride düzenlenecek eylemlerde sorumluluk alacak üyelerinizi de getirin” dediğini aktaran Aydın, DİSK’in “ya yasayı çekin ya da referandum maddesi ekleyin” diyerek ikili bir çalışma yürüttüğünü söyledi. Sonuç alınamayınca direniş komitesinin bazı öneriler getirdiğini; grev, bildiri dağıtma, miting önerildiğini aktardı. Bu önerilerin yetersiz görüldüğünü işçilerin yasaya karşı sergileyeceği tutumu kamuoyuna deklare ettiğini, Kemal Türkler’in toplantı kararlarını açıkladığını, “Birinci ve ikinci gün üretim durdurulacak üçüncü gün Taksim meydanında miting düzenlenecek” dediğini aktardı. “Yasa çekilene kadar” dense de planlamanın üç gün olduğunun altını çizen Aydın, işçilerin 15 Haziran’daki militan eylemlerinin 16 Haziran’a yol açtığını kaydetti. Aydın, “15 Haziran günü işçileri fabrika içine saklayan patronlar, 16 Haziran günü kapıyı açmak zorunda kalıyor. İşçiler 15 Haziran’da kapı önüne geldiğinde kapıları açtırmayan Ülker, 16 Haziran’da işçiler kapıyı tartakladığında ‘açın gitsinler’ diye yolu açıyor. 16 Haziran günü daha büyük bir eylem coşkusuyla işçiler sokağa çıkıyor, birinci günün özgüveniyle” dedi.

“15-16 Haziran militanlığı fabrikalarda muhafaza ediliyor”

Aydın, eylemin özelliklerini şöyle sıraladı: “Sendikal hak ve özgürlüklerini savunma eylemi olarak gerçekleşti. Savunma karakteri öndeydi. Tıpkı işyeri işgallerindeki gibi, nasıl ki işçiler ‘benim hangi sendikaya üye olacağıma patron değil ben karar veririm’ iradesiyle sokağa çıktıysa 15-16 Haziran günlerinde de ‘hangi sendikaya üye olacağıma devlet değil ben karar veririm’ diye yol açıktı. Talepler doğrudan iktidarı hedef alıyordu. Birleştirici bir eylemdi. İşçiler sokağa çıktığında Türk-İş, DİSK üyesi sendikalı, sendikasız, AP hükümetinin politikalarından zarar gören tüm kesimlerin ortaklaştığı bir eylem oldu. Kendiliğinden denemez arkasında ciddi bir hazırlık, bir örgütsel irade vardı. Elbette bu çapta eylem, eylemi tasarlayanların öngördüklerinin ötesinden geçen, kendiliğindenci bazı özellikler kazanabilir. Nitekim 15-16 Haziran da öyle oldu ama kendiliğindenci nitelemesi doğru değil. Toplumun büyük bir kesiminde etkiler bıraktı. CHP önce yasayı destekledi, oy verdi sonra ‘hayır’ dedi. Türk-İş içerisinde, anlayışını sorgulayan raporlar çıktı. Sosyal demokrat sendikacılık arayışı DİSK’e yöneldi. Ordu hem devletin bekasının tehlikeye girmesinden kaynaklı son derece rahatsız oldu ve 12 Mart askeri darbesi de bir tür 15-16 Haziran’a karşı sınıfsal refleks olarak gündeme geldi. Sağ, komünizm tehlikesi gündeme geliyor diye panikledi. Sağcı yazarlar gazetede patronları işçilerin islamiyete yönelmesi için uyarılar yaptı. Bir örnek vermek istiyorum; 15 Haziran günü Singer işçileri toplanıyor ve fabrikadan çıkacak. Karşılarında Singer’in Amerikalı genel müdürü dikiliyor, Türkçe bilmediği için kafasıyla ‘İçeri girin’ diyor. İşçilerin önünde de İmam Toker diye bir temsilci var. İngilizce bilmiyor kafasıyla ‘önümüzden çekil’ diyor. Restleşmenin ardından İmam Toker maden küreğini kapıyor, genel müdürü idari binaya kadar kovalıyor, genel müdür kendini odaya kilitliyor. Önce İmam Toker’İ işten atıyorlar sonra genel müdürü. 2004 yılında kapanana kadar fabrika işçileri İmam Toker’in genel müdürü kovaladığı küreği ‘genel müdürü deviren kürek’ diye fabrikanın bir köşesinde muhafaza ediyor. 15-16 Haziran’ın militanlığı fabrikada muhafaza edilen o kürek.”

Koçak: 12 Eylül sermayenin sert bir yanıtıydı

Netaş grevi ve Bahar eylemlerine ilişkin Hakan Koçak sunum yaptı. Sol bir sendikada uzman olarak yeni görev başladığını, komünist işçi Süleyman Yeter katledilince güçlü bir ses çıkarmak için çeşitli tartışmalar yaptığını ancak bulunduğu sendikada karşılık alamadığını dile getirdi. Koçak, “Süleyman Yeter vesilesiyle ilk hayal kırıklığını yaşamış oldum. Aslında çok büyük bir mücadeleci yeteneği olan sendika bile ’90’ların karanlığında açıklama yapmaktan geri durmuştu. Çok üzülmüştüm. Süleyman Yeter’in bende böyle bir anısı var. Keşke o kararlılığı sürdürseydik” dedi. Netaş ve Bahar eylemlerinin 1980’den 12 Eylül’den Türkiye işçi hareketinin çıkış kesiti olduğunu söyleyen Koçak, 12 Eylül’ün sermaye ve devlet tarafından işçi sınıfına son derece sert bir yanıt olduğunun altını çizdi. Koçak, “15-16 Haziran’da da sahiplenilmiş olan ve DİSK’te temsilini bulan sendikal niteliğinin bastırılması temel konu. DİSK yöneticileri tutuklandı, işkence gördü. Öncü, militan işçiler iş yerlerinden atıldı, kimisi sürüldü. Bunun yanı sıra hukuki planda da çok önemli girişimleri oldu 12 Eylül rejiminin ve görece 15-16 Haziran’da da savunularak işçi sınıfı kazanımları adeta kazındı. Toplu iş sözleşmesi, grevle ilgili yasalar yeniden yapıldı, yeniden düzenlendi. 2821 ve 2822 sayıl yasalar 12 Eylül ruhunu temsil ediyordu. Grevi neredeyse yapılmayacak hale getiren düzenlemelerin yapıldığı yasalardı. 12 Eylül tüm otoriter yüzünü işçi hareketine gösterdikten sonra bu yasalarla sendikacılık, grev yapılmaz gibi ifadeler sıkça dönemin ana akım sendikacıları tarafından dile getirilmişti” dedi.

“Emeğin belleğinde korunuyor”

İşçilere yalnızca Türk-İş gösterildiğini dile getiren Koçak, Netaş işyerinden söz edilmesinin nedenini şöyle açıkladı: “1980’den sonra en kitlesel, dayanışmanın göründüğü sembolik yönü olan bir grevdi. Netaş çok önemli bir grevdi. Ülkenin ilk telekomünikasyon alanındaki çok ciddiye alınan bir yatırımı. Kanadalı bir ortağı vardı. Grevin olduğu tarihte üç bine yakın, içeride beyaz yakalı mühendislerin de olduğu büyük bir iş yeri. Buradaki işçiler aslında 80’den kısa süre önce orada kurulmuş olan sarı sendikayı büyük mücadeleyle tasfiye edip, mücadeleci tanınan Maden-İş’i yeni sokmuş. Fakat 1980’den sonra TİS görüşmeleri askıda kalmış. Buna karşı Otomobil-İş ve geri planda Maden-İş’in organize ettiği bir grev bu” vurgusu yaptı.

“Netaş grevi masa başında getirilen sınırlamaları yerle yeksan etti”

Otomobil-İş öncülüğünde çıkılan Netaş grevinin mücadeleci sendikaların odağında olduğunu, o dönem sosyal demokrat (SHP, DSP) siyasetçilerin de sembolik olmaktan öte, ciddi şekilde destek verdiği grev özelliği taşıdığını; Ahmet Kaya da dahil olmak üzere emekten yana olan sanatçıların, aydınların grevi ziyaret ettiği ve grev önlüğü giydiğini anımsatan Koçak, 1980 askeri faşist darbesiyle sınıf mücadelesinde yarım kalanı Netaş grevinin temsil ettiğini belirtti. Netaş grevinde masa başında getirilen hukuki sınırlandırıcı, kısıtlayıcı düzenlemelerin yerle yeksan olduğunun altını çizen Koçak; patronun mal çıkarmak, grevi kırmak, işçileri işe dönmeye ikna etmek gibi sürekli bir takım faaliyetleri karısında da işçilerin aktif olarak tutum aldığını aktardı. Bunları şikayet etmek için gittiği yerlerde işçilerin ilgi görmemesi üzerine, yüzlerce işçinin yetkili mercilerde koridorları doldurarak fiili bir eylem yaptığını dile getiren Koçak, Netaş grevinin 1980’de işçilerin iradesini temsil ettiğini belirtti. Üç ay sonra grevin bir şekilde sözleşme imzalanarak sona erdiğini söyleyen Koçak, “Netaş 1987’deki tek grev değil.  Migros işçilerinin grevi. Aynur Karaaslan adlı militan bir kadın işçi önderi, sendika şube başkanının öncülüğünde yapılan bir grev. Migros malum o dönemde Koç’un önemli bir müessesi ve çok ses getiren, sınıfa karşı sınıf oluşturan bir grev. Kazlıçeşme’deki deri işçilerinin dört ayı bulan grevleri, eylemleri var. Orada da yine aslında çok uzun yıllara dayalı deri işçilerinin mücadele deneyimlerinin 80’den sonra yeniden kendini açığa çıkardığı. Bayrampaşa’da grev ve ilan edilen lokavt meselesini teşhir eden İstanbul’da 1980 sonrası ilk işçi eylemlerinin yapıldığı yer. Petrol-İş Sendikasının kendi tarihindeki çok özel yeri olan özel sektördeki kimya patronlarına karşı gerçekleştirdiği 63 iş yerinde kademeli gelişen, sendikal onur mücadelesi niteliği taşıyan bir eylem. Dolayasıyla 1987’ye baktığımızda her biri aylarca süren, ciddi baskılara göğüs geren, kamuoyu arkasına almasını bilen eylemler görüyoruz” dedi.

Bu grevlerde işçilerin siyasi baskıların yanında maddi zorluklar da yaşadığını belirten Koçak, Netaş’ın ardından Bahar eylemlerinin geldiğini hatırlattı ve “Sermayenin ideolojik hakimiyetini toplumda kılmak ve sendikacılara karşı tavizsiz bir figür olarak ortaya çıkıyor ANAP ve neoliberal politikaların cisimleştiği Turgut Özal” dedi. Bahar eylemlerinin son derece önemli ve farklı biçimlerle ilerlediğini belirten Koçak, Turgut Özal’ın bu süreçte seçimlerde ciddi bir darbe aldığını ekledi. İşçilerin hükümete geri adım attırdığını, ipleri eline aldığını, işyerlerinde şube platformları ve komiteler kurduğunu, koordinasyonlar oluşturduğunu belirten Koçak, “Devamı gibi görülebilecek olarak anabileceğimiz meşhur Zonguldak büyük madenci yürüyüşü. 1990’ın sonbaharında, Özal’In dayatmacı tutumuyla TİS’in tıkanması, ‘zaten madenler kar etmiyor kapatalım’ dayatmasına karşı işçilerle başlayıp, işçileri, kenti aşıp ülkenin toplumsal muhalefetine dönüşen eylemlerin Ankara’ya 50-60 bin kişilik toplulukla yürüyüşe dönmesi. Bununla eş zamanlı olarak da Türk-İş’in gelir kayıpları, antidemokratik uygulamalar karşısında geliştirdiği eylemler. Zirve noktası olarak 1991 3 Ocak’ta gerçekleşen adı ‘genel grev’ konmayan ama fiili olarak genel greve dönüşen işçi eylemi. Bu dalga Ankara yürüyüşü önce asker zoruyla işçilerin geri gönderilmesi, hemen ardından patlak veren 1. Körfez Savaşı, ardından gelişen 90’ların karanlık iklimiyle gelişen darbeyle bu dalga kırıldı. Aşağı yukarı 1987’den 1991’e ulaşan dalgayı gördük” dedi.

“Sendikalar aleminde bugün görmediğimiz mikrodan, makroya dayanışma görüntüleri vardı”

Koçak; Netaş grevi, Bahar eylemlerinin önemli yanlarını şöyle sıraladı: “Önemli şey sendikal kültürün, birikimin devamlılığı. 1980’den önce pratik mücadele yer alan çok sayıda işçi her şeye rağmen bu komiteleri kuranlar, ’89 bahar eylemlerini zorlayanlar, bahar eylemleri sonrası sendika yönetimlerine gelenler. Türk-İş’in statükocu hale gelen yönetiminde değişim yaratan, kendileri de bu koltuklara oturan mücadeleci kuşak. Sendikal kültür, birikim küçümsenmemesi gereken önemli bir unsur. Yasaların, hukukun bütün sınırlayıcı hükümlerine rağmen tümüyle bunları esas almayan, bazen dolanarak, bazen fiilen aşma iradesinin gösterilebileceğini bu kesit gösteriyor. Öte yanda birliğin önemini de gösteriyor. Konfederasyon ayrımı gözetmene kurulan şubeler platformu, ortak eylemler organize eden tabandaki komitelere, Türk-İş içinde sendikaların yan yana gelip, örneğin Zonguldak’ta büyük bir dayanışma göstermeleri. Bu da şimdilerde sendikalar alemde görmediğimiz mikrodan makroya her düzeyde birlik ve dayanışma görüntülerinin ne kadar önemli olduğunu, eylem kapasitesini geliştirdiği örnekler olduğunu söylemek mümkün.”

Saygılı: Örnek alacağımız deneyimler var, yeter ki iyi değerlendirilsin

İş cinayetlerine karşı tersane direnişini Limter-İş Genel Başkanı Kanber Saygılı sundu. İşçi sınıfı tarihinin ortak ve kendilerinin yarattığı tarih olduğunun altını çizen Saygılı, ancak bu şekilde ele alınırsa bu deneylerden doğru sonuçlar çıkararak ileriye yürüme şansının daha da artacağını söyledi. Saygılı, “Çorak bir toprakta su aramıyoruz. Gayet verimli bir toprağa sahibiz, arkamızda kocaman bir tarih var. Grevler, işgaller, direniş, yol kesmeler… Büyük ve zengin bir deneyimimiz var. Hem 20. yüzyılda hem de 21. yüzyılda örnek alacağımız deneyimler var” dedi. Saygılı, sınıf mücadelesi direnişleri ve kazanımlarının sahiplenilmesinin nedeninin dar grupçuluk olduğunu belirtti.

“Tersanelerde en zayıf halka iş cinayetleri”

Tersanelerde seri iş cinayetleri yaşandığını, işçilerin yatırılan ücret üzerinden sigorta almak bir yana sigorta alamadığını; kayıtsız, güvencesiz çalışmanın, toplu iş sözleşmelerinin olmamasının yanı sıra mafyatik yöntemlerin uygulandığının altını çizen Saygılı, bu koşullarda 27-28 Şubat’ta grev örgütlediklerini kaydetti. Tersanede örgütlü olan Dok Gemi-İş’in ve devletin kendilerini muhatap almadıklarını, bu grev sonrasında muhatap almak zorunda kaldığını vurgulayan Saygılı, tersanelerde sayısız direnişe imza attıklarını dile getirdi. “Patronlar ‘siz yumruk sallayan bir sendikasınız’ diyor, kamuoyunda da böyle görülüyor. Yumruk sallayan değil aynı zamanda işçilerin aydınlatılması için yoğun faaliyet yürütüyoruz. Sadece eylem yapmıyoruz ama eylemi de bir kenara atmayız. Birincisi yasaların uygulanmadığı bir yerde yapılan eylemlerin hiçbiri yasa dışı değildir. Ve bu fikir bize her zaman yol gösterdi. İkincisi fiili meşru mücadelenin o alanda ya da herhangi bir alanda da elzem olduğunu gösterdi. Çünkü yasalara dayanarak tersanelerde adım atamayacağımızı öğrendik. Öte yandan suçluyu suç üstünde yakaladık. Özellikle iş cinayetlerinde hiçbir zaman kayıtsız kalmadık. Yol gösteren de bulunmuş olduğumuz alanda en zayıf halkadan yüklenmek. Tersanelerde en zayıf halka iş cinayeti. Yaşam hakkı, vücut bütünlüğü” ifadelerini kullandı.

“Sınıf mücadelesi hem somut hem de etrafını toparlayıcı”

27-28 Şubat’ın tesadüfen olmadığını dile getiren Saygılı, “İki günlük grev başarıyla sonuçlandı. Limter-İş olarak sadece tersane patronlarına karşı mücadele yürütmedik. Bir tarafta tersane patronları, DOK Gemi-İş sendikası diğer tarafta iktidar. Ama o dönem iktidar açıklama yaptı, ‘yatıyoruz kalkıyoruz Tuzla’. Ama bu bizim tek başına başarımız değil en fazla güç aldığımız yer, toplumun bakış açısının tersanelere dönmesi. Limter-İş kendi gücüne dayanan mücadele yürüttü ama toplum bakış açısı tersanelere dönmeseydi grev başarılı olur muydu tartışılır. O günkü koşullarda, yaptığımız grev neticesinde bizi muhatap almayan patronlar, devlet bizi muhatap almak zorunda kaldı” dedi.

“Tersaneler grevini kendi tarihimiz olarak görmemiz gerek”

27-28 Şubat grevini patronların çalışma saatlerini kısaltma, kuralsızlığın sona ermesi, işçi sağlığı ve güvenliği önlemlerinin alınması, bağımsız bir komisyon kurulması ve tersanelerin denetlenmesi taleplerinin karşılanacağı yönünde verdiği söz üzerine bitirdiklerini anımsatan Saygılı, bu grevle ciddi bir propaganda yaptıklarını belirtti. “Ya bu propagandanın gölgesinde yaşayacaktık ya da bu grevi bize açtığı yoldan başka bir şekilde pekiştirecektik” diyen Saygılı, 120 öncü işçinin katılımıyla İçmeler’de bir toplantı aldıklarını ve 16 Haziran grevini örgütlemeyi kararlaştırdıklarını söyledi. Semtlere inerek kapı kapı çalışma yürüttüklerini, derneklerde toplantı yaptıklarını anımsatan Saygılı, “Tersane grevini eksikleriyle, fazlalığı, hatalarıyla kendi grevimiz, tarihimiz olarak görmek ve doğru sonuçlar çıkarmak gerek” ifadelerini kullandı.

Küçük: Neoliberal politikaların önündeki engellerin temizlenmesi gerekiyordu

Oturumun son sunumunu özelleştirmelere karşı mücadelede, SEKA ve Tekel direnişi konusuyla Mürüvet Küçük yaptı. 12 Eylül sonrası sendikal mücadele ve özelde işçi sınıfı mücadelesine öncülük etme iddiası taşıyan devrimci, öncü işçilerin konumlanışı ve işçi sınıfı hareketiyle ilişkilenişini de kapsayan bir konu olduğunu dile getiren Küçük, “12 Eylül’ün sonrasındaki esas dinamik 24 Ocak kararlarının uygulanması. Aynı zamanda o dönem yükselen işçi sınıfı ve emekçi hareketin ezilmesini gerektiriyordu. İş içe geçen nedenlerle askeri faşist cunta gerçekleşti. Ve 24 Ocak kararlarına geçiş yapıldı; temel felsefesi neoliberal politikalara, birikim modeline geçişin önündeki engellerin temizlenmesiydi” hatırlatması yaptı.

“Nasıl bir mücadele örgütlenmesi gerektiği gündemleşti”

İşçi sınıfının örgütlü bölüklerini tamamen çözmek, toplumsal hizmetlerin tamamen ticarileşmesi, dönemin işçi sınıfı hareketi ve sosyalist hareketin kazanımlarının yok edilmesi; yeni bir kültürel toplumsal sürecin inşa edilmesini hedeflediğini belirten Küçük, “Türkiye devrimci hareketin kendini yeniden var etme noktasında yeni mevziler oluşturdu. Sınıf hareketi, gençlik hareketi, emekçi mahallelerdeki antifaşist hareketle ilişkilenmeler başladı. Varlık, yokluk sorunu belirli boyutlarla çözüldü. Hemen hiçbirimiz neoliberal birikim politikalarını toplumsal yaşamda, işçi sınıfının örgütlenmesinde kazanılmış tarihsel hakların gasp edilmesinde nasıl bir anlam taşıdığını, sonuçlarının nasıl bir sonuç yaratacağı ufkuna sahip değildik” ifadelerini kullandı.

Ancak bunun oldukça doğal olduğunu belirten Küçük, “O dönemler 1980’lerin sonunda belediyelerde taşeronlaştırma denemeleri vardı. Belli özelleştirme tartışmaları Özal tarafından açılmıştı” dedi. Burjuva medya, siyaset ve akademinin belirli bölüklerinin yer aldığı bütünlüklü bir hazırlık süreci olduğuna dikkat çeken Küçük, “1989 Bahar eylemleri, Netaş grevi, madenci yürüyüşü ve eylemleri bizleri de yapılmak istenenin ne olduğu konusunda ilişkilenmeye zorladı. Ama yine de programatik, hedef bütünlüğü içinde ilişkilenmedik. Kabaran bir dalgayla dayanışmacı sınırlarını aşamayan bir yan. Ama 12 Eylül öncesinden oluşan birikimlerin şöyle ya da böyle sınıfın yeniden bir şeyleri ateşlemeye çalıştığı bir dönemi içinde devrimciler olarak yine dışarıdan ama bu saldırının bütünlüklü anlamını çok fazla da kavrayamayan belli parçalarıyla ilişkilenmeye, anlamaya çalışan yaklaşım içindeydik. Bu anlamıyla özelleştirmeler süreci hem işçi sınıfı açısından neyin hedeflendiği, nasıl bir stratejik amacın bütünlüklü bir programın parçaları olduğu ve nasıl bir mücadele hattının örgütlenmesi gerektiği noktada gündem haline gelmedi” ifadelerini kullandı.

“SEKA direnişi çok özel bir yerde duruyor”

SEKA direnişinin özelleştirmeye karşı mücadele bağlamında ve özelleştirme sürecinin sistem tarafından nasıl örgütlendiğinin anlanması bakımından özel bir yerde durduğunu kaydeden Küçük, “İşçi yapısı muhafazakar. 15-16 Haziran’dan, devrimci hareketten etkilenmemiş. Buna rağmen 2822 sayılı kanunda verilen grev yasağını tanımayan işletmelerden biri. 80’lerin sonunda TİS görüşmelerindeki ücret artışı talebi kabul edilmeyince, yasayı hiçe sayıp greve giden işçi bölüklerinden. Sistem de çok akıllı, o grevi SEKA’yı özelleştirmenin önünü açmanın fırsatına dönüştürüyor. Grev 130 gün sürüyor, aynı zamanda o süreç bütünlüklü, dalgasal bir sınıf hareketiyle buluşmadığı için özelleştirmenin alt yapısını oluşturan yaygın bir propagandayla gelişiyor” dedi.

“Alınan kararların anlamına denk düşecek pratikler de gerçekleşmiyor”

Özelleştirmelerin bir anda olmadığını dile getiren Küçük, “Bütünlüklü olarak 1998’de gündeme getiriliyor. Buna karşı SEKA’da gerçekten o döneme kadar işçisinden beklenmeyen çok güçlü bir direniş başlıyor, kentle bütünleşiyor; meslek ve kitle örgütleri, memur sendikaları ve devrimci, ilerici güçlerin oluşturduğu platformla gelişiyor. İşçiler fabrikaya kapanma eylemi başlatıyor. 2004’te de çok anlamlı bir direniş başlıyor. Özelleştirme saldırısından önce çok yoğun bir SEKA karşıtı antipropaganda yapılıyor. Çevreye zarar verdiği, maliyetin çok yüksek olduğu, teknolojik donanımıyla çağa yanıt vermediği söyleniyor. 1998’te yaklaşık 38 gün süren direnişle özelleştirme girişimi püskürtülürken, 2004’te bu antipropaganda eşliğinde süren direniş 50 günü aşıyor. Devrimci örgütler, sendikalar dayanışma içinde. Türk-İş üzerinde oluşturulan baskıyla miting örgütleniyor. Ama bunlar gerek mevcut sendikaların olup biteni bütünlük kavramaması, zorlayacak bir dinamik olarak işleyememesi, sendikaların bürokratlaşması, saldırının bütünlüklü amaçlarına yanıt veremez halde olmaları nedeniyle özelleştirmeye karşı alınan kararlar anlamına denk düşecek pratik olarak gelişmiyor. Göstermelik kalıyor” dedi.

SEKA’da devrimci hareketin çeşitli bölüklerinde çok sayıda dayanışmacı ilişkilenme olduğunu belirten Küçük, bütün demokratik kitle örgütleri tarafından SEKA’nın sahiplenildiğini söyledi. “Biz devrimciler işçi sınıfı hareketi geriye çekildiğinde gündemimizden çıkarmış oluyoruz ama bir sıçrama yaşadığında, savunma durumundan saldırıya geçtiği durumlarda çok yüceltip, yüksek beklentilerle ilişkileniyoruz” diyen Küçük, SEKA sürecinde de bu karmaşanın yaşandığını belirtti. SEKA direnişini küçümseyenlerin de çapını aşacak beklentiler içerisine girenlerin de olduğunu dile getiren Küçük, beklenen sonuç alınamayınca işçilere küsüldüğünü, “mücadeleyi sattığını” söyleyenlerin olduğunu belirtti.

“Tekel direnişi bir dalga yarattı”

Tekel direnişinin özelleştirme sonlandıktan sonra yaşandığını söyleyen Küçük, bir süre sonra Tekel’de işçi kıyımı yaşandığını söyledi. Devletin Tekel’de esnek ve güvencesiz dayatma başlattığını ve buna karşı direnişin başladığını anımsatan Küçük, “Ortak bir dava temelinde nasıl bir araya gelip dönüşebileceğini, gerici ideolojik kodlarını da nasıl aşabileceğini göstermesi başta olmak üzere sendikal anlayışında sonunun geldiğini gösterdi. Çünkü Türk-İş işçilerin zorlamasıyla grev kararları aldı, birçok yerde göstermelik kalsa da bir dalga yakalandı. Uzun zaman sonra grevle sokak eylemlerinin iç içe geçtiği dalgasal bir dönem yaşandı” dedi.

Soru-cevapların ardından sona erdi.

KaynakETHA

Son Haberler

ÇOK OKUNANLAR

ÖZGÜR BİR DÜNYA İÇİN!

KALDIRAÇ DERGİSİ'NİN KASIM SAYISI ÇIKTIspot_img

ARTIK TELEGRAM'DAYIZ!

spot_img

DÜNYAYI İSTİYORUZ!

İŞÇİ GAZETESİ'NİN 218. SAYISI ÇIKTI!spot_img

Bizi takip edebilirsiniz

369BeğenenlerBeğen
851TakipçilerTakip Et
14,108TakipçilerTakip Et
1,920AboneAbone Ol