21.8 C
İstanbul
16 Eylül Pazartesi, 2024
spot_img

15-16 Haziran: Kazanmanın lezzeti – M. Ender Öndeş

O günle ilgili olarak en net hatırladığım şey, abimin işten eve geldiğinde, işçilerin banliyö trenine binip ‘bilet milet yok, el koyduk trenlere’ diye bağırmalarını anlattığı andı. Babam ‘anarşitlerden’ ötürü biraz temkinliydi ama abim çok keyifliydi!

Mutlu Akü işçisi Yaşar Yıldırım
Vinleks işçisi Mustafa Bayram
Cevizli Tekel işçisi Mehmet Gıdak’ın anısına

Artık genç bir insan değil, orta yaşın başlangıcında (!) filan olduğumu en fazla hissettiğim olay 15-16 Haziran’dır. Aradan 53 yıl geçmiş. 13 yaşında, abilerine hayranlığı yüzünden sola hevesli bir çocuktum o günlerde ve tamamen rastlantı olarak İstanbul İdealtepe’deydim. Babam, emekli bir demiryolu makinisti olarak kendisine ve ailesine tanınan yıllık ‘beleş’ yolculuk hakkını (‘permi’ denirdi o zamanlar) her yaz mutlaka kullanırdı ve o yaz yine demiryolcu olan en büyük abime, İstanbul’a gelmiştik. Şimdi beton yığınından ibaret olan İdealtepe, o günlerde sanırım abimin küçücük evi ve zenginlerin tek tük villalarından ibaretti.

O günle ilgili olarak en net hatırladığım şey, abimin işten eve geldiğinde, işçilerin banliyö trenine binip “bilet milet yok, el koyduk trenlere” diye bağırmalarını anlattığı andı. Babam ‘anarşitlerden’ ötürü biraz temkinliydi ama abim çok keyifliydi! “Komünizm budur lan işte” deyip duruyordu. Bir de, plajdaki mısır satıcıları, villalarda sadece hizmetçilerin kaldığını, bütün zenginlerin kaçıp gittiğini tuhaf bir şehvetle anlatıyorlardı. Yıllar sonra, Zengin Mutfağı oyununda bu “kaçıp gitme” olayının bir replik olarak geçtiğini duyduğumda, yeniden hatırlamıştım o günü.

Bir Ali Cengiz oyunu

Bir daha tekrarlanmadı o büyüklükte bir isyan ama üstünden kaç yıl geçerse geçsin, hâlâ önemini koruyor bence. Birçok yönden önemli tabii ki ama bence eylemin en çarpıcı yanı, nihai olarak sonuç almış olmasıydı.

Yeni kuşaklar için bir özet yapılabilir: Sorunun kaynağı, dönemin Adalet Partisi hükümetinin CHP’nin de desteğini alarak 274 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası ile 275 sayılı Sendikalar Yasası’nda değişiklik bir yapan tasarıyı Meclis’ten geçirmesiydi. Yasanın asıl önemi, işçilerin sendika değiştirme özgürlüğünü kısıtlamasıydı. O günlerde devrimci ortamın da etkisiyle işçilerin yığınlar halinde Türk-İş’ten DİSK’e doğru akması ve birbiri ardına patlayan zorlu grevler patronlar için çok rahatsız ediciydi ve yasa, tam da bu akışın önünü kesmeyi amaçlıyordu. Yasa, o zamanki TİP’in muhalefetine karşın Meclis’ten geçirilip, 11 Haziran 1970’te onaylandığında DİSK, işçilere sokağa çıkma çağrısı yaptı.

Böylece 15 Haziran sabahında Anadolu yakasında başlayan yürüyüşün bir kolu Gebze-Kartal üzerinden gelirken, bir başka kol ise Beykoz ve Paşabahçe’den Üsküdar’a doğru oluştu. Ertesi gün ise Gebze’den başlayan işçi yürüyüşü, yol boyunca bir ırmak gibi büyüyerek Bağdat Caddesi üzerinden Kadıköy İskelesi’ne kadar ulaştı. Bütün bu süreç boyunca polis ve askerlerce defalarca önü kesilen işçiler, barikatları aştı, yer yer büyük çatışmalar yaşandı. Bu çatışmalarda, iki işçi, bir polis ve bir esnaf yaşamını yitirdi.

Köprüler açılıyor!

Avrupa Yakası’nda ise önce Bakırköy-Topkapı-Sağmalcılar güzergâhında yürüyüş yapılırken, 16 Haziran’da da, kentin Topkapı dışındaki kesimlerinden gelen kollar birleşip, Aksaray üzerinden önce Sultanahmet’e, oradan Cağaloğlu ve Eminönü’ne kadar ulaştı ve Valilik Haliç üzerindeki köprüyü açtırarak eylemcilerin Beyoğlu tarafına geçmesini engelleyebildi.

70 binden fazla işçinin katıldığı eylemlerin en çarpıcı yanı ise, çağrının DİSK’ten gelmesine karşın, yürüyüşlerde çok sayıda Türk-İş üyesi işçinin de yer alması, sınıf kardeşliğinin yüksek örneklerinin ortaya çıkmasıydı. Dönemin tanıkları, büyük işçi yığınlarının yol boyunca karınca sürüleri gibi onlarca fabrikanın önünden geçerken çoğaldığını, birçok fabrikanın tümden boşalarak yürüyüş koluna eklendiğini anlatır. Bu arada, birinci günün akşamı hükümetin 60 günlük sıkıyönetim ilan etmesi ve DİSK yöneticilerinin pek çoğunun tutuklanarak yargılanması da bu bilgilere eklenmeli.

Sonuçta işçilerin dediği oldu ama. Durumun vahametini fark eden ve öfkeyi yatıştırmak isteyen dönemin CHP’sinin yaptığı başvuru sonucunda (Ki benzer bir başvuruyu TİP de yapmıştı) Anayasa Mahkemesi söz konusu yasa değişikliklerini iptal etti.

Kanımca eylemin bugüne örnek olması gereken en önemli yanı da buydu: Şu ya da bu şekilde sokağın kazanması! İşçiler, mesele bir sendika yasası gibi görünse de aslında düpedüz politik bir taleple sokağa çıkmışlar, üç arkadaşlarının ölümü pahasına da olsa mücadeleyi kazanmışlardı.

Eylemin bugüne örnek olması gereken en önemli yanı, şu ya da bu şekilde sokağın kazanması! İşçiler, düpedüz politik bir taleple sokağa çıkmışlar, üç arkadaşlarının ölümü pahasına da olsa mücadeleyi kazanmışlardı

İşçiler politikaya karışıyor

Türkiye’nin yakın tarihinde, çapı ve şiddeti açısından 15-16 Haziran’a benzemese de sonucu bakımından önemli bir başka olay da 1976’daki DGM Direnişi’dir.

DGM direnişinin hikâyesi de aslında biraz benzerdir. Devlet Güvenlik Mahkemeleri kuruluş yasası esasen, bir 12 Mart ürünüydü. 11 Temmuz 1973’te yasa Resmi Gazete’de yayınlanmış ama konu hep tartışmalı olmuştu. Yine AYM’ye başvurular yapılmış ve iptal üzerine konu 1975’te tekrar Meclis gündemine gelmişti. Adalet Partisi yeni yasa tasarısını Meclis’e sunduktan sonra, 5 Temmuz 1976’da DİSK, DGM’lerin sınıf mahkemeleri, süresiz sıkıyönetim olduğunu açıklayarak, “DİSK’in işçi sınıfına ve kamuoyuna uyarısı” başlıklı uzun bir bildiri yayınladı. Bildiriden 4 gün sonra DİSK tüm kurullarını topladı ve diğer sendikalara ve ilerici kamuoyuna çağrıda bulundu. 14 Eylül’de Meclis DGM yasasını görüşmek üzere toplanınca, aynı gün DİSK tüm örgütüne teyakkuz çağrısı yaptı, bütün şubeleri ayağa kaldırdı ve ertesi gün genel grev anlamına gelmek üzere “Genel Yas” kararı alındı. Karar gereği yürüyüşler, mitingler ve çeşitli eylemler yapılacağı duyuruldu.

Hayatı durdurmak

Eylemler 16 Eylül günü DİSK yönetiminin Taksim’deki anıta siyah çelenk koyması ile başladı, aynı gün özellikle Kemal Türkler’in başkanlığını yaptığı (büyük ölçüde eski TKP’nin etkinliğinde olan) Maden-İş’in güçlü olduğu onlarca fabrikada iş durduruldu, bu arada Türk-İş’e bağlı muhalif sendikalar da eyleme katıldı. Fabrikalar durdu, büyük kentlerde otobüsler çalışmadı, çöpler toplanmadı, Eyleme katılım ilk gün 100 bin, sonraki günlerde 300 bini aştı, TÖB-DER, TÜS-DER, TMMOB, TÜTED, TÜMÖD ve TÜMAS aktif olarak katıldı.

İşveren örgütü MESS’in kararıyla 3 bine yakın işçi işten atılırken, TİSK ve MESS işten çıkarılan işçilerin listesini diğer işyerlerine de yollayarak büyük bir kara liste hazırladı. 22 Eylül’de DİSK yönetimi tutuklandı, üst mahkemeye yapılan itirazla serbest bırakıldılar. Bu arada, Meclis’te DGM yasası görüşülemiyor, yasa bir türlü çıkartılamıyordu. Sonuçta, 11 Ekim 1976’da DGM yasası tümden yürürlükten kalktı. İşçi sınıfı bir kez daha politik bir zafer kazanmıştı. DGM’ler bilindiği gibi çok sonraları, 12 Eylül zamanlarında kitle hareketinin zayıflığından yararlanılarak yeniden kurulacaktı.

2013: Direniş ve sonuç

Bu zincire eklenecek diğer halka, sınıfsal bileşimden gerçekleştirilme biçimine kadar birçok konuda ayrıksı olsa da şüphesiz Gezi Direnişi’dir. Sonrasında Türkiye’nin çeşitli yerlerinde artçı eylemler devam etse de park işgali anlamında aşağı yukarı 15-20 gün süren direniş, iktidara muhalif milyonları harekete geçirirken, daha önceki eylem ve direnişlerden faklı olarak sabit bir bölgeyi üs olarak aldığı için, yeni ve kolektif bir hayat biçimini de hayata geçirdi ve bu anlamda ilk oldu. Sonuç olarak, Gezi Direnişi, can kayıpları, çok sayıda yaralı, tutuklamalar ve yargılamalarla sonuçlanırken, belki polis zorbalığıyla ezildi ama bu, gerçekte bir yenilgi anlamına gelmedi. Gezi’nin canlı anılarının ve mirasının bugün hâlâ toplumsal muhalefet üzerindeki moral etkisi bir yana, direnişin başlangıcına sebep teşkil eden “Parkı yok etme ve yerine Topçu Kışlası inşa etme” projesinin fiilen hayata geçirilememiş olması, son derece önemlidir.

Projenin hayata geçirilememesinin sebebi, ilk bakışta ‘hukuki’ iptaller gibi görünse de, asıl sebep, hiç kuşkusuz bu konuda gösterilen direnişin ta kendisidir. Direnişin ilk günlerinde “Ne yaparsanız yapın. Orası için karar verdik. Yapacağız” diye bas bas bağıran zorbalığın, nihai olarak verili duruma boyun eğmesi, onbinlerce insanın gösterdiği dirençten bağımsız ele alınamaz.

Sokakta kazanmak

Şüphesiz, 1970’ten 2013’e kadar uzanan yolda, her üç direnişin de özellikle eylemin sonuçlarıyla baş etmek konusunda zaafları tartışılabilir. 15-16 Haziran sonrasındaki büyük işçi kıyımının DİSK tarafından nasıl göğüslendiği konusunu pek bilmesem de, DGM direnişi sonrasındaki işten atma/kara liste saldırısının karşılanmasında ciddi sıkıntılar olduğuna tanıklık etmişliğim var. Her ne kadar işten atılanlara maddi destek konusunda DİSK çaba harcamış olsa da, kendi çevremde birçok insanın çok zor durumlar yaşadığını biliyorum.

Keza Gezi Direnişi meselesinde de benzeri bir performans eksikliğinden söz edilebilir. Bütün diğer şeyler bir yana, şu andaki Gezi tutukluları için elimizden geleni yaptığımız kuşkuludur. Milletvekili olduğu halde cezaevinde tutulan sevgili Can Atalay için gösterilen performans da keza başka bir kötü örnektir.

Üç direnişin ortak özelliği hiç unutulmamalıdır: Kazanmak! Sokaktan gelen kuvvetin siyasi iradeye kök söktürdüğü olayları yeniden hatırlamak, ‘seçimcilikle’, Ankara merkezli kurgularla sakatlanmış zihnimizi de toparlayacaktır

Ancak bütün bunlara rağmen, üç direnişin ortak özelliği yine de unutulmamalıdır: Kazanmış olmak! Bu, tam da seçim sonrası ‘düşük moral’ zamanlarında hatırda tutulması gereken bir olgudur. Herkesin sandığa ve seçimlere odaklanarak sevinçler ya da hüsranlar yaşadığı günlerde, sokağın, sokaktan gelen kuvvetin siyasi iradeye, hatta ilk iki örnekte parlamentoya kök söktürdüğü, baskı altına alarak gerilettiği olayları yeniden hatırlamak, önümüzdeki sert mücadele dönemine hazırlanırken, hayati öneme sahiptir. Doğru bakarsak eğer, 53 yıl öncesinden gelen bu zincir, ‘seçimcilikle’, Ankara merkezli kurgularla sakatlanmış zihnimizi de toparlayacaktır.

Ve doğru dersler çıkarıp doğru halkaları tutarsak eğer, mutlaka günün birinde iş ‘trenlere el koymak’la kalmayacak, hayatlarımız dahil bizden çaldıkları ne varsa hepsini geri almamızın yolu açılacaktır. Kanımca, solun gerçek bir özeleştiri süreci, tam buradan başlamalıdır.

Son Haberler

ÇOK OKUNANLAR

ÖZGÜR BİR DÜNYA İÇİN!

KALDIRAÇ DERGİSİ'NİN EYLÜL SAYISI ÇIKTIspot_img

ARTIK TELEGRAM'DAYIZ!

spot_img

DÜNYAYI İSTİYORUZ!

İŞÇİ GAZETESİ'NİN 218. SAYISI ÇIKTI!spot_img

Bizi takip edebilirsiniz

369BeğenenlerBeğen
851TakipçilerTakip Et
14,108TakipçilerTakip Et
1,920AboneAbone Ol